Öykü

Zeplinin Efsunu

Gece kara saçlarını ufuktaki dağlara bıraktığında, sokaktaki fenerler yanmıştı aynı anda sanki anlaşmışlar gibi. Etrafta ateş böceklerinden sarı bir sis vardı. Ağır ağır terk ediyordu herkes, dışarıyı.

Sokaklar karanlık asumanın altında hırsızların mekanıydı. Kilit kırma sesleri uyuyan duvarlar arasında yankılanıyordu bu sefer de her zamanki gibi. Gölgelerde saklanan bir hırsız, ışığın kendisine dokunmasına izin vermeyerek, yıkık dökük bir binanın önüne varmıştı. Gözlerinin önünde bekliyordu hedefi.

Tırmanacağı pencerenin duvarına doğru koştu. Ayaklarıyla düz bir zeminde ilerliyormuşçasına duvarın üzerinde yürümeye başladı. Pencerenin önüne vardığında demirliklere sıkıca tutundu ve diğer eliyle çantasını karıştırdı. Bıçağını arıyordu; ancak çantanın derinliklerine kadar inmesine rağmen bulamamıştı. Farklı bir yöntem geldi aklına. Diğer eliyle de demirlere tutunmaya çalıştı. Ayakları, duvarlar yağlanmışçasına kayıyordu. En sonunda demirler, onun ağırlığı ile yerinden çıktı ve beraber yere düştüler.

Gürültü, merak salmıştı. Köy sokaklara dökülmüş, hırsızın başına düşmüştü. Hırsız endişe içinde kaybolmuştu, beceriksizliği yüzünden perişan olmuştu. Köylülerin gözlerinden bir şüphe akıyordu üzerine…

Ansızın etraf bir ışıkla yıkandı. Tuhaf ve genç bir kadın, efsunlu bir şavkın kucakladığı ortamda belirdi. Gece karası, metalik, boncuklarla süslenmiş saçları tamamen sağa taranmıştı. Yüzünün belirsiz hatlarına bir nefret sinmişti. Gözleri kimsenin anlayamayacağı bakışların ardında, menekşe renginde parıldıyordu. Üzerindeki, siyah dantel elbisenin etekleri yerleri kaplıyordu.

“Bu kadar yeter…” dedi, sert kelimelerin perdelediği çelimsiz sesi kimse fark etmese de titriyordu. Bütün köylülerin ağzı açık kalmıştı gördükleri manzara karşısında. Herkes kadının tehditkar asasındaki, mücevhere bakıyordu. Gümüşle çerçevelenmiş mücevher kamerin bir yansıması gibi ışıldamaktaydı. Hırsız bir anda akıllardan kayıp gitmişti. O da ayağa kalkıp kaçmaya çalıştı. Kadının sözleri ise bir şimşek hızında ona yetişti. “Sen burada kalıyorsun” cümlesi dudaklarından döküldü.

Zarafet saçan çehresine bir keder serildi ansızın. Duyduğu acıyla gözlerini yumdu. Arkasını döndü, yüzünü saklamak istermişçesine. Kalabalıktan büyük tartışmalar yükseldi. Kimsenin neler olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu.

“Herkes dağılsın artık… Evinize gidin! Bununla ben ilgileneceğim.” dedi. Köylülerin hepsi kayboldular birkaç dakika içinde. Genç kadın sükûnetin yeniden çökmesini bekledi. Daha sonra konuşmaya başladı:

“Benimle gelmelisin” dedi hırsıza. Hırsız boş bakışlarını genç kadına sundu. Anlamsız bir ifade yüzüne düştü. “Neden?” diye soruyordu sanki gözleri. Genç kadın daha fazla konuşmadan onu korkudan düştüğü yerden kaldırdı. “Beni izle…” dedi. “Olanları sana gideceğimiz yerde anlatacağım…”

* * *

Ayak izlerinde soğuk bir sihir bırakarak önden yürüdü genç kadın. Gece yerini sabaha bırakana kadar ilerlediler. En sonunda uçan bir gemi görünümündeki tuhaf bir taşıta vardılar. Sabahın serin sisi onları kuşatıyordu. Genç hırsız taşıtı incelerken parmakları uyuşuyor, ellerinin dış yüzü yanıyordu. İster istemez parmaksız eldivenlerini giydi. Rüzgar, bir katil gibi soğukkanlı ve güçlü bir şekilde eserek yüzünü sıyırıp geçti. Kukuletası açıldı ve kahverengi saçları etrafa saçıldı.

“Pekala” dedi kadın, gemiyi baştan aşağı inceledi. Üstünde kendinin yaklaşık on katı büyüklüğünde, bir balonu hatırlatan, rüzgarla şişinen bir kumaş duruyordu. Güvertesi, koyu renk ahşaptan yapılmıştı ve yıllardır dokunulmamış gibi tozlanmıştı.

Genç kadın güverteye doğru, derin bir güvenle adım attı. Etrafını sarmalayan hatıralarla, mazi onu bir kez daha ziyaret etti. Güvertenin korkuluklarında elini gezdirdi. Bu sırada genç hırsız güverteye girdi. “Bu bir zeplin” dedi genç kadın. “Daha önce görmemiş olabilirsin…”

Hırsız etrafına bakındı. Buranın ihtişamı onu derinden etkilemişti. Olmak istediği yerdi burası. Sonsuza dek diyarı gezebileceğini düşündü bununla. Hayallerinde kayboluyordu. Daha önce bu tür şeylere rastlamamıştı, adını bile duymamıştı. “Zeplin demek…” diye mırıldandı.

Genç kadın ona etrafa bakması için fazlasıyla süre vermişti. Daha sonra her şeyi bir bir anlatmaya koyuldu.

“Söz vermiştim” dedi. Dürüst birine benziyordu. Gözlerinden samimiyetle bezenmiş, hüzünlü bakışlar fışkırıyordu. “Anlatacağım… İlk önce kendimi tanıtmalıyım.” Genç hırsız arkasına çevik bir hareketle döndü ve kadını dinlemeye başladı.

Kadın asasına dayanarak korkuluklara oturdu. “Benim adım Matem Gülü” dedi. “Çok önceleri gerçektenyaşadım. Milyonlarca yıl önce belki…” Göz kapaklarının inmesine izin verdi. “Bu zeplin de o yıllara aitti. Usta bir büyücü tarafından icat edilmişti ve bir büyü sayesinde çalışıyordu. Ancak hangi büyünün sayesinde çalıştığını ondan başka kimse bilmiyordu. Ben o usta büyücünün yakınlarından biriydim ve bana bile sırrı söylememişti. Sadece ufak bir bilmece getirmişti sorduğum sualler. Hep sorular, sorular…

“Bir gün bir savaş başladı. Zeplini icat eden de savaşa girmek zorunda kaldı. Bir daha geri dönmedi. O günden beri de zeplinin koruyucusu benim, ben ölsem de ruhum bu zepline bağlı kaldı. Milyonlarca yıl geçti, her şey çok değişti. Öyle görünmese de yaşlandım, artık dinlenmem gerek. Benim yerime geçecek doğru kişiyi arıyorum… Bulduğumu düşünüyorum, ama emin de değilim. Bana gerçek koruyucu olduğunu kanıtla…”

“Nasıl?” diye sordu, soru işaretleriyle bezenmiş gözlerle.

“Cesaretini göster” dedi kadın. Ayağa kalktı. “Ay’ın Dokunduğu Dağ’a tırman” Hırsız sustu. Sükunetin şarkısını dinlediler bir süre boyunca. Aklına karşılaşabileceği en kötü şeyler geliyordu. Ay’ın Dokunduğu Dağ… Halkın dilinden düşmeyen korkutucu rivayetleri hatırladı. Gece hep bu dağın üzerindeydi. Bir odanın güneş ışığı almayan bölgesindeydi sanki. Gölgelerin hüküm sürdüğü bu dağın ismini duyunca hırsız çok korkmuştu. O anda bu macera kitabının kapağını kapatıp, yapabildiği tek işi yapmaya geri dönebilirdi. Yolunda hiçbir engel bulunmamasına rağmen dönmek de istemiyordu. Seçimler bir yol ayrımını getirdi gözlerinin önüne. Hangi yolu tercih etmeliydi bilmiyordu.

Genç kadın başını öne eğdi. “Bu hepimiz için zor bir durum, biliyorum” dedi hüzünle. “Ama kurtulamayacağını nereden bileceksin ki? Duyduklarının, duyduklarımızın, hepsinin belki de yalan olduğunu sen kanıtlayacaksın. Seçim senin…”

Hırsız korkuluklara dayandı. Ufukta, karanlıklar içinde bekleyen dağa kilitlendi gözleri. Kamer başında duruyor, etrafa ak bir ışık saçıyordu. Belki de oraya gitmeliydi. Cesaret, gönlünden damarlarına hızlıca yayıldı. Artık tek yapması gereken bunu kadına kanıtlamaktı.

* * *

Güneşin batıya seyahatiyle beraber hırsız da başlamıştı yolculuğa. Zümrüt rengi çam ormanları arasından ilerleyerek bir nehre vardı. Nehir kenarındaki taşları törpüleyerek, büyük bir öfkeyle akıyor gibiydi. Köprü, yıkılmış ve parçaları nehrin kenarındaki çakıl taşlarına gömülmüştü. Karşı kıyıda günışığının ulaşamadığı o sisli diyara tırmanan, bir yokuş vardı. Hırsız kendi kendine destek olmaya çalıştı. Derin bir nefes aldı. Köprünün öteki tarafına geçmek biraz zor olacağa benziyordu.

Hırsız karşı tarafa düzgünce bir sıçrayış yapabilmek için geri çekildi. Sonra da kendi kendini bir mancınıktan fırlatırmış gibi bir hareketle öteki tarafa sıçradı. Gözlerini kapadı. Ne ayaklarının altında sert bir zemin hissetti, ne de içinde çırpındığı ve kendisini sürükleyen soğuk bir ortam… Göz penceresinin ufku aydınlandığında, ayaklarının havayı tekmeleyerek dengede kalmaya çalıştığını gördü. Tutunduğu kırık taşlar ellerini acıtıyordu. Köprünün öteki tarafına asılı kalmıştı. Büyük bir çabayla tırmanmaya çalıştı, beceremedi.

O sırada karşı kıyıda birisini gördü. Bu genç bir adamdı. Kemikleri belli olan yüzüne bir endişe kurulmuştu. Kukuletası alnını örtüyor, kısa, kahverengi saçlarını saklıyordu. Genç adam, hırsızı görür görmez, köprüye koştu. Hırsızın tırmanmasına yardım etti. Bileğini sıkıca kavrayıp onu kendine çekti. Hırsız en sonunda kurtulmayı başarmıştı.

Son bir kez karşı tarafa ve delicesine akan suya baktı. Sonra da adama bakıp teşekkür etmeyi unuttuğunu fark etti. Düşüncelerini şu son olanlar çok meşgul ediyordu.

Adam boğazını temizleyerek hırsızın düşüncelerinden sıyrılmasına neden oldu. “Kim olduğunuzu sorabilir miyim acaba?” diye sordu. Hırsız sanki adam bilmediği bir dil ile konuşuyormuşçasına baktı.

“Benim ismim… Şey… Bana Yabancı diyebilirsiniz” dedi hırsız. “Peki, siz kimsiniz?”

“Ormanda yolunu kaybetmiş bir ressam” dedi adam gülümseyerek. Hırsızın gözüne kuşağına asılı fırçalar ve boyalar çarptı. “Adım Risnatar.” Kırık köprünün kenarına oturdu ve ayaklarını boşluğa saldı. “Aslında sadece şehre ulaşmaya çalışıyordum. Ama bir baktım ki bu köprünün üzerinde bekliyorum.”

“Pekala…” dedi hırsız. “Bay Risnatar, bu dağın zirvesinde ne olduğunu biliyor musunuz?” Adam yerinden kalktı başını iki yana sallayarak. Yüzüne endişe dolu bir ifade yazılıydı.

“Hayır” dedi. Gece asumanının başını okşadığı dağın zirvesine şüphe dolu bir bakış fırlattı. Sonra da bir ileri bir geri yürümeye başladı. “Orada tuhaf şeyler oluyor… Hep bir ışık parıltısı görüyorum. Oraya adım atmayı denedim ama daha sonra cesaret ve umut beni terk etti. Yapamadım.”

“Ben gidiyorum” dedi hırsız yeteri kadar dinlediğini düşünerek. Adamı yolundan kenara çekti ve köprüden indi.

O kurak, çatlamış toprağa adımını atar atmaz aniden her şey karanlığa gömüldü. Kasvet artık nefes alıp verdiği havaya taht kurmuştu. Rüzgarın uğultusu, yüreğine bir keder ve korku salmıştı. Cesaretini toplamaya çalıştı. Karanlıkta umut ışığını kaybetmek üzereydi. Yalnızlığı soluyordu her nefesinde. Gözleri kör olmuş gibiydi. Ama zaman geçtikçe alışmıştı. Artık macerasının son adımlarına yaklaşıyordu.

Yokuşu tırmanmaya başladı. Rüzgar onu geri döndürmek için ilerlediği yönün tersine esiyordu. Yokuş gittikçe dikleşiyor, bazı zamanlar ayağı kayıyordu ama o aldırış etmeden devam ediyordu. Elleri acıyordu, gittikçe gücünü yitiriyordu. Kuru ağaçlar etrafında onun mücadelesini seyrediyordu.

Nihayet dağın doruğuna varmıştı. Buradan ay çok net bir şekilde görünüyordu. Ayın kendini izlediği bir göl vardı orada ayna gibi. Berrak suya doğru eğilip baktı hırsız. Ne olduğunu çok merak etmişti.

Beyaz bir ışığın içinde yıkandı bütün varlıklar ansızın. Her şey aydınlandı. Gecenin siyah yüzünden iz kalmamıştı. Neler olduğunu anlayamadı hırsız. Aniden su bir kadının sesiyle konuşmaya başladı.

“Yeni bir ziyaretçi” dedi ses boşlukta yankılanarak. “Kendine bakmaya hazır mısın?” Hırsızın anlamsızca baktığını fark etmişçesine açıklama yaptı. “Ben bir aynayım, ruhların aynası… Birine gerçek kimliğini gösterebilirim.”

Bu sırada Risantar, hırsızın arkasında belirmişti. Hırsız, yorgun adama omzunun üzerinden baktı. Daha sonra suya döndü. “Peki neden yıllardır karanlıktın? Neden şimdi aydınlandın?” diye sordu.

“Çok nadir olarak insanlar farklı iki büyüden biri ile doğarlar. Işığın ve karanlığın büyüsü. Onlar bende kendilerini seyrettiklerinde, ben onların büyülerini yansıtırım.” dedi ayna su ama gerisini hırsızın anlaması için getirmedi.

Hırsız arkasına ansızın her şeyi anlamış gibi döndü. “Siz…” dedi. “Burayı bu hale siz getirdiniz. Karanlığın büyüsüne sahip olduğunuz için, aynaya baktığınızda dağ karardı.” Bir karmaşa kucaklamıştı Ay’ın Dokunduğu Dağ’ı. Hiçbir şeyi anlaşılmıyordu. Risantar, kötü müydü, yoksa iyi miydi? Dahası aynanın söyledikleri hırsızda ışık büyüsünün olduğunu gösteriyordu.

“Bu dağın ölmesine neden olan bendim” diyerek itiraf etti Risantar. “Ama isteyerek olmadı.” Hırsız bir kelime daha etmedi. Çünkü artık bundan sonrası onu ilgilendirmiyordu.

Matem Gülü etrafa ışık saçarak geri dönmüştü. Tebessümü, onu bir yıldız gibi parlatmıştı. Gözlerine neşe işlenip yaldızlanmıştı sanki. “Cesaretini kanıtladın” dedi. “Artık zepline geri dönebiliriz.”

* * *

Hırsız ahşaba bir adım attı. Artık hayallerine kavuşacaktı. Mutluluk gözlerinden okunuyordu. Matem Gülü onun ardından güverteye ayak bastı. “Artık zeplinin bekçisi sensin” dedi. “Keşke onu çalıştırabilseydik…” Hırsız kendinde olduğu büyüyü keşfettiği andan itibaren bunu düşünmeye başlamıştı. Acaba denese miydi? Işığı kullanarak zeplini hareket ettirmeyi… Matem Gülü’nün önünde bunu deneyemezdi. Zepline kötü bir şey olabilirdi denerse.

“… Artık ben gitmeliyim” dedi genç kadın son bir kez etrafa bakarak. Daha sonra ayaklarından başlayıp bütün bedeni küllere dönüştü. Rüzgar da külleri uzak diyarlara sürükledi.

Hırsız iç geçirdi. Korkuluklara yaslanarak etrafa baktı. Daha sonra ellerinde sihirle oynamaya başladı. Avuçları arasındaki ışık topu gittikçe büyüyordu. En sonunda zepline doğru bıraktı hırsız. Bir şey olacağını düşünmüyordu, umutları saniyeler geçtikçe soluyordu. Aniden büyük bir hızla yere devrildi. Rüzgarı parçalayarak gökte ilerlediğini fark etti. Sevinçli bir çığlıkla semayı parçalıyordu.

Artık bütün hayallerini gerçekleştirebilirdi. Bütün dünyayı dolaşmak… Düşüncelerindeki neşe yüzüne yansımıştı. Etrafında mutlu gözlerini gezdirdi. Bütün bunlar bir rüya gibi geliyordu. Geçmişe baktığında gördüğü şeyleri cümlelere sığdıramazdı elbette. Ama neticesi bu kadar basit bir cümleydi:

Zeplini efsunlayan ışıktı.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *