Hiç bu kadar sıcak bir yaz olmamıştı Kocaeli’de! Sıcaklık desen, gölgede kırk iki derece. Akşam, nemle ayrı savaşıyoruz tabi. Televizyonda; yaşlılar, çocuklar ve emziren annelerin bebekleriyle çok fazla dışarıya çıkmaması için, bangır bangır haberler geçiyordu. Mesela ben en çok, kaporta üzerinde pişen yumurta haberlerine şaşırıyordum. Babam, televizyondaki tüm haberler için kurgudur o kurgu hep derdi. Belki inanmak istemiyordum ya da komik geliyordu, belki de babam haklıydı. O kadar sıcak mıydı sahiden hava? Yaprak kımıldamıyor dedikleri bu muydu acaba? Atalarımızın söylediği deyimlerden birinin dilime hiç bu kadar anlamlı geleceğini düşünmemiştim. Yıllarca çöl sıcaklarından bahseden babaannem de yanılmıştı. Onun anlattıkları çöl sıcağıysa bugün yaşadıklarımız neydi? Hem babaanneler hiçbir zaman yalan söylemezdi. “Sıcak ilk kez beni bu kadar bunalttı Eren,” dediğinde, bizi kandırdığı gerçeğiyle mi yüzleşiyorduk farkında olmadan? Olsun o babaannedir, asla yalan söylemezdi bize.
İşte yine o geliyordu. Begün. Camdan görmüştüm. Her sabah saat on olmadan cama çıkar yolunu gözlerdim. İlk işi fırına gitmekti. Sokağımız öyle büyük bir sokak değildi. Muhtemelen ilk binadan son binaya -yani onların evine- yirmiden fazla ev vardı. İlginç doğrusu, saymak hiç aklıma gelmemişti bu zamana kadar. “Anne, para ver ekmek alacağım,” dedim birden. Bulaşıkları yıkıyordu, duymamıştı bile beni. Onun küçük dünyasıydı mutfak. Saatlerinin çoğunu hatta bizden çok vaktini geçirdiği yerdi orası. “Gel, gel,ben vereyim,” dedi babaannem. Yüzünde sinsi bir gülümseme. Seni yine yakaladım, bak şimdi nasıl utandıracağım seni der gibi, kendi elleriyle ördüğü mavi boncuklu cüzdanından çıkardı bozuk paraları. Yüzüne bakmadan, avucunda ne varsa alıp fırladım kapıdan.
Bina kapısından çıkmış, yola adımımı atmıştım. Gözüm, Begüm’ün uzun saçlarını arıyordu. Çünkü her sabah buraya indiğimde o uzun bukleli saçlarını savurur, elleriyle perçemlerini aralar, yeşil gözleriyle gözlerimin içine bakardı. Hem de ne bakmak var ya! Yeşil bir orman büyürdü kalbimde birden. İnsan orada serinliyordu işte. Ne vantilatör, ne soğuk, Begüm’ün gözleri yetiyordu bana. Daha fazla zaman kaybetmemeliydim. Çünkü o gitmişti ve ben ona yetişmeliydim.
Koşmaya başladım. Mendebur babaannem her şeyi biliyordu, ama parayı geç verince, bu sefer yetişememiştim onu kapıda yakalamaya. Fırına dönen köşe başındaydı. Görmüştüm. Koşmaktan adımlarım ağırlaşmış, soluk soluğa kalmıştım. Ama o beni bu halde görmemeliydi. Derin bir nefes aldım ve yanına yaklaştım. “Begüm, nereye gidiyorsun,” dedim. Bir an irkildi ya da korktu! Yüzünü görememiştim, hangi tepkiyle karşılık vermişti bilmiyordum gerçekten.
“Ekmek almaya,” dedi. “Ne tesadüf ben de ekmek alacağım biliyor musun,” dedim? Biliyorum, çünkü her sabah aynı yerde karşılaşıyoruz,” diye karşılık verdi. Sanki bugün biraz canı sıkkındı. Kolay kolay bu kadar soğuk konuşmazdı benimle. Evin önünden geçerken biraz oyalanır, hemen gitmezdi. Bu sabah hiç durmamış, oyalanmamıştı. Bu yüzden karşılaşmamıştık kapıda. Yok yok kesin canı sıkkındı. Acaba yine babası gelip sudan bahaneler için annesini mi dövmüştü? Ya da kirayı mı göndermemişti uyuz herif. Hem ne biçim konuşuyorum ben, belki ileride kayınpederim olacaktı kendisi.
Aman canım, gerçekleri konuşmak kötü müydü, görmezden gelemezdim, hem ne güzel işte yalan söyleyemeyen bir damatları olacaktı! Damat ha! Hayal etmesi bile güzel. Hem o zaman annesini de yanıma alır, ikisini de bu eziyetten kurtarırdım. Onlar da mutlu olurdu. Aslında onlar değil sadece Begüm…
Begüm’ler bu yaz taşınmıştı sokağa. Hem kimse ile konuşmazdı öyle. İçine kapanıktı biraz. Arkadaşı yok desem yeridir. Allah’ı var, güzel kızdı. Güzelliği diğer sokaklara da yayılmıştı. Herkesin dilindeydi de, onun hiçbir şey umurunda değildi. Bense biraz şanslıydım onunla konuştuğum için. Herkes merak ediyordu nasıl arkadaş olduğumuzu. Babası kaydını alınca bizim mahalledeki okula, düşe düşe, tek boş sırası olan bizim sınıfa düşmüştü oda. Yan sıramda oturuyordu. Yeni geldiği için herkesin gözü ondaydı. Bilirsiniz işte yeni biri gelmiş sınıfa, hele de böylesine güzel bir kızsa, tüm sınıfın el üstünde tutardı onu. Şanslıyım dedim ya, ilk konuştuğu kişi ben olmuştum. Hem annesi, annemle dost olmuştu. Toplantılarda yan yana gelmişler, kaynaşmışlar. Haliyle bize de yansıdı işte bu durum. “Begün bu akşam bize gelir misiniz?” dedim birden. “Anneme söylerim,” dedi. Söyleyecek miydi acaba? Yoksa o da babaannem gibi beni mi kandırmıştı. Hem yalan kötü bir şey değil miydi? Begüm’dü o, bana asla yalan söylemezdi.
“Sen mi geldin oğlum, aldın mı ekmekleri?” dedi annem. Evet anne ben geldim, demeye fırsat kalmadan, oturduğu yerden çatallı dilini fırlattı üzerime babaannem. “Geldi azgın teke,” dedi. Ama olmaz ki böyle, daha bu yaşta gelinmez ki bir çocuğun üzerine.” Babaanne, öyle deme bana,” dedim. Sahi ne demekti şimdi bu. O yaşta bir kadına yakışıyor muydu? “Tamam, hemen asma suratını. Hem bak, annen sana ne söyleyecek,” dedi, buruşmuş dudaklarından çıkan bir kaç sözle. “Ekmekleri koy kovaya,” diyerek kesti sözünü annem. Bu muydu yani son sözü şimdi annemin? İyi de her zamankinden farklı olan neydi? Bunu her zaman söylüyordu zaten. Babaannemin söylemek istediği başka bir şeydi sanki? Neden bana durup dururken böyle bir şey demişti ki şimdi? Tüm devrelerim yanmış, söylenen her cümlenin altında bir şeyler aramaya başlamıştım. Neden her şeyi bu kadar anlamlandırıyordum ben? Her şeyin bir sebebimi olmalıydı mutlaka? Dünya vardı ve var olduğundan beri her şeyin bir neden sonuç ilişkisi vardı? Tüm soruların cevabı aynı yere çıkıyordu bende aslında.
Cevabı belliydi, Begüm. Onun mutsuz olmasıydı. Nedenini bilsem dünyayı yakabilirdim de, hiçbir şey bilmiyordum. “Begüm’ün annesi aradı, akşam bize geleceklermiş, müsait misiniz diye sordu?” içine kaçmış bir ses tonuyla seslendi annem. Hayda, neden böyle isteksiz söyledi ki şimdi? İstemiyor muydu yoksa gelmelerini annem? “Ben o zaman çaylık bir şeyler alayım olur mu anne?” diye soracak oldum ki, o çoktan kendi dünyasına dönmüş, bizi unutmuştu. Ne yapıyordu saatlerce acaba mutfakta? Acaba girip kilere kendim mi baksaydım? – genelde tüm çaylıkları orada saklardı- diye düşündüm. Mahcup olmak istemezdim Begüm’e. Akşam olur muydu? Saatler tükenir miydi hızla?
Hem hâlâ mutfakta çaylık bir şeyler var mıydı, onu bile bilmiyordum. “Eren, hemen bakkala git. Çaylık bir şeyler al, hesaba yazdır baban gelince verirsiniz. Bende beş kuruş yok,” diye yaydan çıkmış ok gibi fırladı annem mutfaktan. “Hay Allah! Ben tamam dedim ama evde bir şeyler yok. Rezil olacağız kadına,” diye söylenmeye devam etti. “Eee, babaanne sence bakkal veresiye verir mi bize? Babamla konuşmuşlar ekmek harici hiçbir şey vermeyecekmiş. Şimdi ben gidip çaylık bir şeyler alacağım desem, bakkal vermez bana,” dedim dünyası başına yıkılmış bir ses tonuyla. Sonra bir süre susup düşünmeye başladım bu çaresizlikten nasıl kurtulacağımı. “Al bakalım azgın teke. Hay Allah, artık öyle demeyecektim değil mi sana? Haydi üzülme daha fazla. Asma yüzünü de git al bir şeyler de gel,” dedi babaannem. Bu sefer nedense hiç kafama takmamıştım söylediklerini. Çünkü Begüm gelecekti ve ona mahcup olmayacaktık. Üzülmeyecekti. Gözlerinin içi gülecekti. Hem belki o zaman ben de mutlu olurdum. İçimde yeniden yeşerirdi bütün ağaçlar. Bahar gelirdi benim de gözlerime. “E hadi Eren, daha fazla bekleme.” “Tamam babaanne, hemen gidiyorum, hatta uçuyorum,” diyerek hızlıca ayrıldım yanından.
Eve geldikten sonra koltukta oturmuş, Begüm’ü düşünmeye başlamıştım. Aslında onu değil de ona kuracağım her kelimeyi düşüyordum. Öyle sıradan basit kelimeler yakışmazdı onunla konuşurken. Hepsini özellikle seçmeliydim. Tahmini kaç dakika bunları düşünmüş olabilirdim bilmiyorum. Gözlerim kapanmış ve küçük uykuya dalmıştım. Kolumun üzerine yattığımdan dolayı hafif bir ağrı ile uyandım. Olamazdı, kolum uyuşmuş bu sebeple derin bir sızı hissediyordum kolumda. Bir an önce geçmeliydi. Bu şekilde çıkamazdım Begüm’ün karşısına. Küçük küçük hareketler yaparak kolumun ağrısını dindiriyordum bu sırada zil çalmıştı. Zaman ne çabuk akıp gitmişti. Hava kararmış, mahalle sessizleşmişti. Bababannem terasta oturuyor. Annemse böreklerle boğuşmaya devam ediyordu. Koşarak kapıyı açmaya gittim. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Bu sırada annem de arkamdan gelmiş, benim kapıyı açmamı bekliyordu. “Eren, açsana kapıyı,” demesiyle kapı kolunu dokunmam bir olmuştu. Gerçekten onlardı, Sevim Teyze ve Begüm gelmişti. Kapıyı açtım ve içeri davet ettim kendilerini. Begüm’ün yüzündeki hüzün ve mutsuzluk gitmiş gibiydi. Yüzü asık değildi, gözlerinin içi gülüyordu. Durdum ve bu nasıl oldu dedim kendi kendime. Nasıl olmuştu ki, annemin bana Begüm’ler gelecek demesiyle Begümün eve gitmesi arasında çok zaman yoktu. Henüz daha eve varmamıştır diye düşünmeye başlamıştım. Aman canım bana ne. Ben ne düşüyordum ki, bir mucize olmuştu işte.
“Sevim terasa çıkalım. Vallahi içeride afakanlar basıyor. Daralıyorum bu sıcakta. Yukarısı ferah olur. Kayınvalidem de orada. Çocuklar içinde iyi olur,” dedi annem. Sevim Teyze başını sallayarak onayladı, sonrasında “Ben yukarı çıkmadan yüzümü yıkayayım iyi olur, ben de bunaldım iyice,” diyerek merdivenlerden çıkmadan lavaboya yöneldi. Bizse Begüm’le hızla merdivenlerden çıkmıştık. Babaannem yine hınzır gülümsemesiyle bize bakıyordu. “Begüm, babaannnem de burada bak!” diyerek sanki onu ilk kez terasta görmüş gibi şaşırtıcı bir cümle kurmuştum. Begüm’se gökyüzüne bakıyordu. Hiç cevap vermemişti benim söylediklerime. “Oturalım mı Eren? ““Olur oturalım.” Tuhaf bir andı. Sürekli yıldızlara bakıyor. Üzülüyordu bir yandan da. “Bir şey mi oldu? Neden üzgünsün Begüm?” dedim. “Yok bir şey anneme üzüldüm sadece. Hem baksana bu gece yıldızlar ne kadar yakın değil mi? Gökyüzü sanki üzerimize kurulmuş gibi. Elimizi uzatsak dokunacak gibiyiz yıldızlara.” Evet, yıldızlar çok yakındı. Açık mavi bir renkteydi ve ışıl ışıl parlayan milyonlarca yıldız gözüküyordu. İlk kez gökyüzünü bu kadar kalabalık görüyordum.
“Mindere uzanalım mı? Benim boynum ağırdı yıldızlara bakmaktan.” “Olur,” diye karşılık verdim. “Biliyor musun? Güneş tutulmasından dolayı bu kadar çok yıldız gözükmüş.” “Ne zaman tutuldu ki güneş Begüm?” “Eren, altı gün oldu tutulalı. Hem biliyor musun bir çok kişinin gözleri kör olmuş güneşe çıplak gözle baktığı için?” demişti. Sahiden altın gün önce güneş tutulmuştu ama bu kadar fazla yıldızın ortaya çıkmasının onla ne alakası olabilirdi. Hem neden kör olmuştu ki insanlar, çıplak gözle güneşe baktığı için? Aklımı kurcalayan bu soruyu onunla da paylaşma ihtiyacı hissetmiştim.” Begüm, hep bakıyoruz çıplak gözle güneşe ne var bunda?”” Eren, güneşe değil. Çıplak gözle güneş tutulmasına bakmak, insanların gözlerine zarar veriyormuş,” diye karşılık verdi Begüm. Bu arada Sevim Teyze, Annem ve Babaannem derin bir muhabbete dalmıştı. Aslında hiç de umurumda değildi onların ne konuştuğu. Oraya odaklanamazdım. Gökyüzüyle ilgilenmeliydim ben. “Biliyor musun iki bin yirmi yılında dünyayı uzaylılar istila edecekmiş. Uçan dairelerle gelip, insanları toplayıp, uzayda çalıştıracaklarmış.” “O zaman biz büyüyünce insanların kölesi değil uzaylıların mı kölesi olacağız Begüm?”” Bilmiyorum, hiç o şekilde düşünmedim. Babamın Almanya’dan getirdiği cd’lerdeki belgeselde öyle anlatıyordu. Gerçek olur mu? Olmaz mı? inan hiçbir fikrim yok. “Açıkçası bana çok saçma gelmişti anlattıkları ama nedense hiç bozuntuya vermek istemedim. “Hayır canım, çok saçma, deli uydurması bunlar,” diyemedim ona. Belki gerçek payı vardır. Belki de inanmışımdır gerçekten anlattıklarına. Ya da o üzülmesin diye kabul etmişimdir bu imkânsız durumu. “Erman da görmüş geçen gün gökyüzünde hareket eden bir şeyler. Belki de sen haklısındır. Uçan dairelerle ile gelip uzaylılar bizi izliyordur. Televizyonlarda da böyle görüntüler var. Ve sana bir şey itiraf edeyim mi? Ben uzaylılardan gerçekten çok korkuyorum. “” Ben de Eren. “” Bak gördün mü orada bir şey hareket ediyor? Yanıp sönüyor. Yoksa uçan daire mi o? Geldiler mi sence? Bizi mi alacaklar dersin?”” Eren saçmalama, baksana o uçak. Onun ışıkları yanıp sönen. Bak gördün mü yıldız kaydı? “Hani nerede?” “Of! Eren sen görene kadar, O çoktan kayıp gitmiştir. Hem uçan dairelerde de böyle çok hızlı gidiyor. Jetgiller var ya çizgi filmde heh işte o şekilde, o kadar hızlı hareket ediyorlar ki, sen onları görene kadar bir uçtan bir uca gidiyorlar. Bak, bak, bir tane daha kaydı. ““Evet, gördüm bu sefer. Çok hızlı gidiyorlar. Bak, bir tane daha kayıyor. Biliyor musun? Babaannem, yıldız kaydığında ne dilek dilersen o dileğin kabul olur der hep.” Nedense babaanneme dönüp beni onaylamasını istedim. “Babaanne yıldız kayınca dilek tutulur değil mi?” diye sordum. “Evet.Siz dönün bakalım önünüze. Biz büyükler burada önemli şeyler konuşuyoruz. Sizin duymanıza gerek yok, “diye çıkıştı. Biz neyi duymamalıydık, neden dinlememizi istemiyorlardı, kafamda bu sorularla mücadele ederken Begüm’ün bana seslendiğini duymuştum. “Boş ver. Ben her şeyi biliyorum. Dinlemesek de olur,” dedi. Sanki aklımdan geçenleri okumuştu. “Ne oldu, kötü bir şey mi dedim ben?”” Yok, biliyorum. Annem ve babam… -Sustu. sadece susan dudakları değildi, gözleriyle, kalbiyle susmuştu bu sefer – ayrılacaklar. Babamın anneme yaptıklarını konuşuyorlardır. Babam uzakta çalışıyor. Ayda bir kere görüyoruz onu. Sanırım ondan. Büyüklerin işleri. Boş ver. Bir daha yıldız kayarsa, dilek tutalım mı ne dersin? ““Olur, tutalım.” “Bak, işte kayıyor Eren, kapat gözlerini sonra da dileğini tut. ““Tamam.” Tutmasına tuttum ama ya sorarsa ne tuttun diye? Dileğim, büyüyünce seninle evlenmenmek diye nasıl kelimeleri bir araya getirebilirdim karşısında? Bence ondan önce davranmalıydım. “Ne tuttun Begüm, dileğin ne çok merak ettim.” “Söylemesem olmaz mı? ““Olmaz, hem sen söylersen ben de söylerim.” “Söz mü?” “Söz, hem de erkek sözü.” “Peki, o zaman yaklaş kulağına söyleyeceğim. “İşte o an bu andı. Beklediğim an. Yoksa o da mı beni düşünüyordu. Öyle olmasa neden her gün beni beklesin kapıda ya da okulda neden sadece benimle konuşsun ki, değil mi? Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. O büyülü sözler ağzından döküldüğünde acaba neler değişecekti hayatımda. İyice yaklaşmıştı bana. Ellerim terliyor, yüzüm kızarıyordu o yaklaştıkça. “Babamın bir daha anneme kızmamasını istedim. Annemi çok sevsin istedim. Çok, çok, çok sevsin. Belki o zaman bir daha hiç ayrılmazlar,” dedi. Durdum. Dondum kaldım. Az önce heyecandan atan kalbim bir anda durdu sanki. Hiç atmıyor gibiydi. Ellerimin teri eriyip gitmiş gibiydi. Yüzümde eriyen yanardağ birden buzula dönmüştü. Ne demesini bekliyordum ben. “Haydi, sıra sende. Sen de söyle bakalım dileğini,” dedi. Kaçıp gitse miydim terastan bir alt kattaki odama. Kapısını kilitlesem ve hiç açmasam mı bu sorudan sonra hiç kimseye? Ya da yıkılsa dünya, yer yarılsa, yerle bir olsa sokaklar. O an göçüp gitsek mi yerin dibine bizde. Sular çekilse sahile. Yutup gitse deniz karaları. Sallansa ansızın kalbim gökyüzünde. Ne söylesem ne anlatsam ki şimdi ben. Bir çuval incir değil bin çuval incir çürüyüp gidecekti tuttuğum dileği söylesem. “Şey ben, nasıl desem bilmiyorum. Hem söylenir mi dilekler Begüm? Sen neden söyledin ki şimdi bana.”” Söylenir tabi. Hem ben söyledim. Sen sordun. Oyunbozanlık yapmak yok Eren.” “Peki tamam söyleyeceğim. “Ne söylemeliydim bilmiyorum. Aklımdan geçen ilk şeyi uydurmalıydım ama inandırmalıydım söylediklerimle de onu.” Şey, söylüyorum hazır mısın?” “Evet, söyle.” “Uçan dairelere uzaylılar gelip bizi buradan götürür ve esir alıp çalıştırırlarsa, seninle aynı yere götürmelerini diledim. Seni yalnız bırakmayayım. Korkarım yalnız olmaktan ben. İki kişi olursak belki geri döneriz dünyaya.” “Olur, insan korkularının üzerine gitmeli. İkimiz de korkuyorsak onlardan gelince onlarla başa çıkmasını bilmeliyiz. Ben de mesela annemle babamın ayrılmasından çok korkuyordum ama artık bununla başa çıkmam gerektiğini de biliyorum. Bu gerçek olacak anlaşılan. Ama annem yanımda olacak, onunla mücadele edeceğim. Savaşacağız bu durumla.” “Haklısın, Begüm. İnsan alışmalı bazı gerçeklere. Gelecek misin yani benimle uzaylılar gelirse? Hem bir şey diyeyim mi? ilk seni götürürlerse koşa koşa gelirim ben arkandan. Seni korkularınla yalnız bırakmam. O uzay gemisini dar ederim onlara.” Gerçek miydi bu söylediklerim ya da o da bu söylediklerime inanıyor muydu? Uçan daire, uzaylılar, esir olmak falan. Besbelli yalandı. Ya da gerçek dışı. Ama ona söyleyemezdim dileğimi artık. Acılarımızın, hüzünlerimizin ve dileklerimizin ortak bile olmadığı yerde sadece hayallerimiz ve yalanlarımız ortak olmalıydı, susmalı ve her şeyi kabul etmeliydim belki de.” Eren ama sen korkma.” “Neden?” “Çünkü uçan daireler gelince ilk olarak bizim evden başlar insanları toplamaya. Sizin ev ortada kalıyor. Sana sıra gelene kadar ben çoktan gitmiş olurum. “Bu benim için avantaj, onun için dezavantajdı. İlk olmak… O da ilk’di… Yani ne yaşıyordum ben şuanda. İlk aşk mıydı o? İlk hüzün, ilk acı, ilk merak, ilk heyecan ya da ilk sahiplenme miydi? Adını koymalı kıydım bu hallerimin? Yoksa babaannemin hınzır gülüşü müydü cevabı bu yaşadıklarımın?
“Hadi, Begüm gitmemiz lazım. Saat bir hayli geç oldu,” dedi annesi. Saat geç mi olmuştu gerçekten? Bizim geç anlayışımız babamızın işten geldiği saatti. “Ama babam gelmedi ki daha,” diye isteksiz bir cevap verdi dilim. Oysa dilimden çıkanlar kalbimden geçenlerin alfabesiydi belki de. “Dinlenmemiz lazım Eren. Bugün çok yorulduk. Bak annen söz verdi. Yarın da siz geleceksiniz bize. Bizde devam edersiniz konuşmaya olmaz mı?” Olur muydu? İzin vermeli miydim gitmelerine? Karışabilir miydim, hayır diyebilir miydim annesine? Bilemesem de, direnesem de gerçeklerine hayatın “olur,” diyebildim sadece. “Eren de sizle gelsin Sevim. Kapıya bıraktıktan sonra döner geri.” “Gerek yok canım.” “Yok yok, benim kalbim el vermez, bırakmam size öyle yalnız. Eren sen de giy terliklerini eşlik et Begüm’lere.” “Tamam Anne,” diyebildim sadece. Benim kararlarım değil, onların yörüngeleriydi attığım her adımın sebebi. Ne olmuştu bir anda bana. Bir iki kelime ile cevap verebilecek cevaplarım vardı sadece dilimde. Oysa henüz bir kaç dakika önce bir dünyalı olarak bir uzaya, uzay gemisine hatta tüm uzaylılara karşı çıkacak cesaretim ve kelimelerim vardı. Şimdi ise suyuna tekme atılmış bir kedi gibi, susmuş sinmiştim bir ağacın dibine. Merdivenlerden inmiş, sokağa adım atmıştık. Işıl ışıl yanan sokak lambaları, bir bir sönmeye başlamıştı gözümde bir anda. Her kararan lamba kalbimi sıkıştırıyor, içimi daraltıyordu. Sanki boğuluyordum. Oysa yarın aynı saatte belki ben de onların balkonunda yıldız kaymasını bekleyecektim. Hatta dilek tutacak, yeni yalanlar uyduracaktım. Belki yine dileğimi gizleyecek içten içe mahcup olup utanacaktım. “Altı hatta yedi,” dedi Bengü. “Yedi ne, lamba mı?” “Hayır bina. Sizin evden buraya yedi oldu. Hatta şimdi sekiz. Bizim eve çok mesafeniz yok aslında dört bina daha geçersek bizim evin kapısında olacağız.” “Anladım.” Bir şeyi daha anlamıştım. Kalbimden ya da aklımdan geçen ne varsa hangi soruya cevap bulamadıysam benim yerime her şeyi bir bir cevaplıyordu Begüm.” Eren, yarın babaanneni de getir muhakkak olur mu? Ben gelemem dedi ama sen tut kolundan getir,” “Olur Sevim Teyze,” diye karşılık verdim annesine. “Murat’a söylerim araba var onda. Yürüyemem dese bile arabayla getiririm ben babaannemi, siz hiç merak etmeyin.” “Hadi bakalım.” “On üç. Evet geldik. Sizin evden bizim eve on üç bina varmış,” dedi Begüm. “Dönerken dikkat et olur mu arabalara Eren.” “Tamam, Sevim Teyze. İyi geceler Begüm.” Sana da İyi Geceler Eren.” Arkamı dönüp kararan sokağın zifiri yalnızlığını da yararak yürümeye başladım. Bir şeyler olmuştu ama ne? Cevabı yoktu bu sıkıntının. Begüm’ün saydığı her bina yüzüme kızgınca bakıp, bana sanki hesap soruyordu. Boş zannettiğim her adımda karşıdan gelen araba farlarının altında kalıyor gibiydi kalbim. Böyle tarifsiz sıkıntılarım hep olmuştur zaten. Çok anlamlandırmaya gerek yoktu. Hem yarın biz gidecektik iadeyi ziyarete.
Allah’ım bu ne sıcak böyle. Babamın işten gelişinden sonrası sıcaklık daha da artmıştı. Uykum kaçmış, kendimi evin içinde dolanırken bulmuştum. Terasa mı çıksaydım, duşa mı girseydim acaba. Nemden yapış yapış olmuş derim, soğuk bir yerlere atmaya zorluyordu. Pencereler arası bir cereyan oluşup bir parça estiğinde dünya buzullara dönüşüp eriyordu sanki. “Sen de mi ayaktasın,” dedi babaannem. “Uyuyamadım. Çok sıcak.” “Ben biliyorum senin neden uyumadığını. Söyle bakalım o yer cücesiyle ne konuştunuz fısır fısır.” “Babaanne öyle deme. Bak babaanne benim şimdi uyumam lazım, hem saat gece üç. Bunların konuşma zamanı değil,” dedim. Sokak lambasının odanın içini aydınlattığı anlarda babaannemle yüz yüze gelmemek için kafamı pikenin altına sokmuş, öfkemi bastırmış, uykuya dalmak için hayal kurmaya başlamıştım. O da küçük ve sessiz adımlarla yanımdan ayrılmıştı. Bu sırada yattığım yatağın gıcırtısı rahatsız etmeye başlamıştı beni. Yine babaannemin şakaları olmalıydı. Üzüldüğüm için gelip benimle konuşmak istiyordu belkide. Yatağı sallamaya ne gerek vardı bunun için, seslense yeterdi. Kalkıp konuşurdum ben zaten. O kadar da vicdansız değildim. Hem bizde büyükler her zaman çok değerliydi, o kadar uzun süre küs kalamazdık biz. “Eren, babaannen nerde? Kalk, deprem oluyor. Bababaannenin yanına git,” diyerek odadan çıktı babam. Deprem neydi? Neden bu kadar sallanıyordu her şey.? Bu uğultu bu ses de neydi böyle? Eşyalar hareket ediyordu sanki. Olduğum yerden fırlamış, babaannemin yatağına doğru hamle yapmıştım ki, babaannemin kapı eşiğinden sallana asallana girdiğini fark ettim. “Babaanne. Elimi tut.” “Tamam.” Elini tutmuş, yatağın dibine oturmuştuk. Eşyalar sallanıyor, annemin ve babamın seslerini yerden gelen uğultu bastırıyordu. Yoksa Begüm’ün dediği gerçek mi oluyordu? Uçan daireler eve gelmiş, bizi götürmek için mi yapıyordu tüm bunları? “Eren, benim söylediklerimi söyle. Kelime şahadet getir. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü…” Bu sırada yatağın diğer ucundaki dolap düşmüş, çok şiddetli bir gürültü oluşturmuştu. Muhtemelen cam düşmüş kırılmıştı. Zaman zaman uğultu yükseliyor, uğultu ile birlikte babaannemin de şehadetleri yükseliyordu. Sanki dakikalar uzuyor, sallantı hiç bitmeyecek gibi geliyordu. Olduğumuz yere çakılmış, odanın içerisinde yuvarlanan diğer eşyalara direniyorduk. Annem ve babam ayrı bir yerde biz ayrı bir yerde salınıyorduk.
“Babaanneni sakın bırakma. Yavaşça inin merdivenlerden. Feneri alalım biz de geliyoruz sizin arkanızdan” “Baba bizi bırakma. İnemeyiz aşağıya.” “Ahmet ağabeylerin de iniyor. Onlarla inin hemen geliyoruz. Annene bakayım, mutfaktaydı.” “Tamam Baba.” “Haydi babaanne. Elimi bırakma. Bastonunu da al. Işığı ben tutarım.” Bu sırada bir alt kattan, bağırışmalar içerisinde Ahmet Ağabey ve çocukları dışarıya çıkıyordu. Onun altında Sezin Teyze, Eşi ve torunları da yavaş yavaş kapıyı açıyordu. Sabri dedenin kapısı ise kapalıydı. “Eren sen, Yusra ve Temel’i de al. Ben Sabri Amcaya bakayım. Hem bak babanda geliyor. Kapıda bekleyin hep birlikte aşağıdaki parka inelim.” Bu sırada benden küçük olan Ahmet ağabeyin çocuklarının da ellerinden tutmuş, merdivenden inmeye başlamıştım. Kapıya indiğimde annem de arkamızdan gelmişti. “İyisiniz değil mi Eren, Anne iyisiniz değil mi? Bir şeyiniz yok değil mi? Çocuklar siz nasılsınız bakalım.” “Anne, babam nerede?” diye cevap verebilmiştim sadece tüm sorularına.” “Sabri Amcanın kapısı açılmıyormuş, Ahmet abinle çıkaracaklar onu. Haydi biz gidelim yavaş yavaş. Burada durmayalım. Bina tehlikeli. Yol boyunca yavaş yavaş parka doğru yürürüz. Onlar da arkamızdan gelirler.”
Sokağa çıkmış, yürümeye başlamıştık. Yol boyunca insanlar binalardan çıkıyor ve hepsi aynı yöne doğru yürüyordu. Sokaklar karanlıktı. El fenerleri, mumlar ve seyyar lambalarla insanlar yolunu aydınlatmaya çalışıyordu. Köşe başına ulaştığımızda geriye dönmüş ve bakmak istemiştim. Çünkü bu sabah bu noktada Begüm’e yetişmiştim. Bu sefer o hiç aklıma gelmemişti. Babamın gelip gelmediğine bakıyordum. Karanlıklar içerisinde babamın el feneri ile bize doğru yürüdüğünü, Ahmet ağabeyin ise Sabri Amcayı sırtına aldığını görmüştüm. Onları görünce tekrar dönüp yürümeye başlamıştık. Bir kaç mahalle aşağıdaki parka ulaşmıştık. Tüm yeşillikler, tüm alanlar insanla kaplıydı. İnsanlar bina bina ayrılmış, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Radyoda frekanslar aranıyor, telefonlarla akrabalarına ulaşmaya çalışıyordu insanlar. Babaannemin dizleri ve elleri titriyordu. “Otur oğlum. Ben çok yoruldum,” dedi babaannem. Onunla beraber yere çöktüm bende. Yer hafif nemliydi. Çimenler ıslaktı. Aldırış etmedik. Gökyüzü sanki daha fazla yaklaşmıştı bize. Yıldızlar avucumuza değecek gibiydi. Ara ara yine sallanıyordu. Radyoda sonunda bir iki konuşmaya denk gelebilmiştik. “Değerli dinleyenlerimiz. Şuan İstanbul ve civar illerde de hissedilen çok şiddetli bir deprem gerçekleşmiştir. Zaman zaman stüdyoda artçı depremler yaşanmakta. Gelişmelerle ilgili bilgi aldıkça sizinle de paylaşacağız son dakika haberlerini…” diyerek sessizliğe bürünmüştü spiker. Bu sırada arkamızda duran birinin telefonla konuştuktan sonra yanındakilere dönüp, Gölcük’te binalar yerle bir olmuş dediğini duymuştum. Sesler bir birine karışıyordu belki ama kulağımıza ulaşanlar sadece felaketlerdi. İki bina ötemizde oturan Seyfi Amca’nın sesini duymuştum. Ona doğru dönmüş ve onu dinlemeye başlamıştım. “Vay anasını be, Kocaeli, Adapazarı, Düzce yerle bir olmuş dedi radyo.” “İstanbul’da binalar yıkılmış,” dedi bir diğeri. “Ucuz atlattık. Ucuz. Allah yardımcımız olsun,” dedi Ayşe Teyze.
Sabaha doğru gün ağarmaya başlamıştı. Bu sırada Ahmet Ağabey ve Babam eve geri dönmüştü. Yaşlılarımız var, çocuklar var, üşürler; battaniye falan alıp hemen çıkarız diyerek yanımızdan ayrılmışlardı. Korku ve merakla onları bekliyor, endişe içerisinde saatlerin geçmesini umuyorduk. Bense babaannem ve annemin yanından bir an olsun ayrılmamıştım. Babam yokken evin en büyüğü bendim çünkü. Onları korumalı ve asla yalnız bırakmamalıydım. Bu sırada bir hareketlilik olmuş, bir kaç araç yolda ilerlemeye başlamıştı. Aracına binen parktaki akrabalarını alıp başka yerlere gidiyordu. Babam ve Ahmet Ağabey, bir kaç yastık battaniye ve bir kaç bidon suyla geri dönmüştü. Babamın yüzü asılmış, Ahmet ağabeyin gözünden yaşlar akmaya başlamıştı. Ne olduğunu bilmiyordum ama iyi şeyler olmuyordu. Ahmet Ağabeyin Eşi Sema Abla konuşmaya başlamıştı. Kulak kabartmış onları dinliyordum. “Ne oldu var mı evde bir şey Ahmet?” “Yok Sema. Ama binaların durumu çok kötü. Büyük bir artçıyı daha kaldırmaz, yıkılır. Eve girmek yok benden habersiz.” “Sen neden ağlıyorsun peki?” “Sokağın başındaki ilk ev yıkılmış Sema.” “Ne diyorsun Ahmet ya?” Bu sırada Annem lafa karışmıştı.” Hangi ilk ev? “Babam, derin derin yutkunmuş. Kelimeleri düğümlenerek konuşmaya başlamıştı. “Sokağın başındaki ilk ev. Sevim’lerin evi. Yerle bir olmuş. Herkes orada. Bir şeyler yapmaya çalışıyor.” “Sevim, sevim nasıl peki?” “Kötü, durumu kötü. Onu çıkardılar. Kendinde değil. Beton arasına sıkışmıştı.” İşte o an benim de kalbim sıkışmıştı. Ruhum içine çekilmiş, derin bir fırtına oturmuştu. Kıyamet kopsa keşke dedikleri buydu demek. Yutkundum o kelimeyi soramadım. Gözlerim bulutlandı. İçime oturan fırtına yeşil yeşil akan gözyaşına döndü. “Kız peki,” dedi annem, benim bilip de söyleyemediğim kelimeleri yana getirdi hiç teklemeden. “Bilmiyorum. Onu arıyorlar…”
* * *
Yirmi yıl geçmişti Ağustos depreminin ardından. Koca yirmi yıl. Çok şey değişmişti. Bense okuldan mezun olmuş, gazetecilik mesleğine başlamıştım. Depremden sonra Antalya’ya taşınmıştık. Tıpkı bütün mahalle gibi. Ahmet Ağanbey hariç. Gelmişken buralara ona uğramadan gidemezdim. Hem çocukları da büyümüştü, onları da görmem lazımdı. Sabri Amca çoktan göç etmişti ebedi aleme. Ahmet Ağabeyle mezarına gider bir fatiha da onun için okurdum. Daha İstanbul’a, bakım evine Sevim Teyzenin yanına uğrayacaktım. Ona da zaman ayırmam lazımdı. Durakta inmiş, ağır adımlarla ilerliyordum. Ne kar değişmişti her yer. Annem babam görse şaşırıp kalırlardı. En çok da bizim binayı merak ediyordum. Bizden sonra ev sahibi evi mutahide vermiş yenilenmişti. Acaba nasıl olmuştu. Mesela hâlâ terası var mıydı? Dışı nasıldı içi nasıldı. Fotoğraflarını çeker annemle babama gösteriririm diye düşünüyordum ki telefonum çalmıştı. Ahmet Ağabey arıyordu. “Geldim Ağabey. İniyorum bayırdan aşağıya. Sen neredesin. Bayırın başında mı? Hah gördüm, geliyorum,” diyerek telefonu kapattım. Bu bayırın sonu Begüm’lerin yıkılan evine çıkıyordu. Ahmet ağabey, sokağın başındaydı. Buradan gördüğüm kadarıyla yıkılan evin yerine hâlâ ev yapılmamıştı. Oysa bütün mahalle kentsel dönüşüme kurban edilmiş, çoğu yerde siteler yükselmişti. Orası sanki deprem anıtı gibi bomboş duruyordu. Adımlarım hızlanmış, Ahmet ağabeye yaklaşmıştım. Kendisi ile sıkıca kucaklaşmış, özlem gidermeye çalışıyordum. Gözlerimi kapatmış, karşımda evi ile Begüm’ü hayal ediyordum. O da mı bekliyordu acaba beni?
“Hoş geldin Aslanım. Maşallah, değişmişsin bayağı,” dediğini duymuştum sadece. Çünkü aklımda, gözlerim de kalbim de başka yerdeydi. Gördüklerim gerçek miydi? Hayal mi? Onu anlamaya çalışıyordum. Öylece kalmıştım. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Begüm Çocuk Parkı yazıyordu yıkılmış arsanın üzerinde. Bir tane kaydırak, iki tane tahterevalli ve bir tane de çocukların dönmesi için uçan daire koymuşlardı. Uçan daire yani yani uzay gemisi. Kenarlarında korkuluklar, dört tane oturak ve döndürme kolu olan uçan daire…. Ahmet Ağebey omzuma dokunarak hüzünlü bir sesle konuşmaya başladı.
“Ev sahibi… Evi yeniden yapmadı. Vermedi arsayı müteahhide çocuklar oynasın istedi… Direndi…. Begüm adı orada yaşasın istedi. O çok seviyor diye uçan daire bile yaptırdı…”
- Sakkara’nın Laneti - 1 Şubat 2020
- 0204 Sokak - 1 Ocak 2020
Merhaba, öykünüzün ilk cümlesini okuduğumda ne olduğunu anladım ama anlamamazlıktan geldim. Zira Yalova’da yaşayan biri olarak artık sadece sıcak kelimesi bile kalbimi çarptırmak için yeterli oluyor. Öykü lezzetli bir şekilde ilerlerken gözüme takılan şeyleri aklımda tutmaya çalışıyordum. Basit teknik şeyler. Sonrasında konu tahmin ettiğim gibi olunca onları da unuttum.
Velhasılı dokunaklı ve güzel bir öykü okumanın verdiği keyif ile birlikte rakamlardan oluşan öykü başlıklarımızın ve dahi konularımızın aynı olması beni etkiledi. Genel anlamda öykü türü üzerine gitmenizi umarım. Çünkü diliniz yalın ve akıcı bir anlatımınız var. Trajedi yaratmadan duygu verebilmek bu tarz konularda zordur, bunu gayet iyi başarmışsınız. Ayrıca temayı konu içine çok güzel yedirmişsiniz. Çocukluğun saf coşkusunu ise iliklerime kadar hissettim. Karakter yaratmak, mesele üretmek, okurun yüreğine dokunmak edebiyat matematiğinden daha önemli zannımca. Diğer konular nasılsa hallolur. Elinize sağlık. Yeni öykülerinizi hevesle okuyacağımdan emin olabilirsiniz. Sevgiler…
*Bu arada “45 Saniye” benim öyküm. Okuma fırsatınız olursa kendinizden bir şeyler bulacağınızı umuyorum. Yorumunuzu beklerim.
Merhaba ve hoşgeldiniz.
Yer yer keyif veren bir hikaye olsa da ağırlıkla yaşanmışlık kokan hüzünlü bir hikayeydi. Bugün aldığım ölüme dair bir haber üzerine öykünüzü okumak, ölümün zamansızlığını, yaşamanınsa maalesef şansa bağlı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Öykünüzün okurunuza vermeye çalıştığı duygu bana geçti diyebilirim.
Biçimsel olarak kendimce değerlendirme yapacak olursam da şunları söyleyebilirim:
Genel anlamda birçok yerde -de, -da bağlaçları bitişik yazılmış. Bu konuya bazı yazarlar ve okurlar çok dikkat ederler haber vereyim yeri gelmişken
Öykünüzün bahtsız karakteri Begüm, bazı yerlerde Begün, hatta bir yerde de Bengü olmuş.
“ Mendebur babaannem her şeyi biliyordu, ama parayı geç verince, bu sefer yetişememiştim onu kapıda yakalamaya.” Babaannenin parayı geç verdiği, bu bölümün az yukarısındaki bölümde vurgulansa daha iyi olabilirdi. Çünkü bu haliyle babaanne geciktirecek bir şeyler yapmamış sanki. Ha ağır ağır kalkıp gizli zulasından almaya gitmişse parayı ve bu yüzden Begüm’e yetişemediyse bilemem
“Azgın teke” orta yaşlı erkekler için kullanılan bir tabirdir. Biri babaanneye bunu söylemeli. Orta yaşlı biri olarak dikkatimi çekti. Azgınlık konusuna girmeyelim ama
“Çaylık bir şeyler” “Çayın yanına bir şeyler” olarak kullanılsa sanki daha bizden bir tabir olurdu ama yöresel bir kullanımsa lütfen beni bilgilendirin.
Yıldız kayması bölümünde tam dört defa yıldız kaydırmışsınız. Son yıldız da ısmarlama kaymış sanki. Biraz sürprizli olsa daha güzel olurdu kanaatindeyim.
Yazım diliniz sade olsa da fark ettiğim yukarıda bahsettiğim ve bahsetmediğim sebeplerden ötürü öykünün akıcılığı sekteye uğramış. Muhakkak ki bir kaç defa daha okuyup üzerinden geçseydiniz çok daha özenilmiş bir öyküyle baş başa olurduk.
Bu yazdıklarım, öykünüzü dikkatli okuyup, yazdığınız her harfe önem verdiğimden dolayı samimi duygularımla yazdıklarımdır. Sonraki öykülerde Emrah Çetinkaya’nın kaleminden çıkmış ve özenilmiş bir öyküyü sabırsızlıkla bekliyor olacağım.
Ha bu arada öykünüzde beni en çok duygulandıran kısım park kısmıydı. Çok ince düşünülmüş. Ellerinize sağlık. Tekrar görüşmek dileğiyle. Sevgiler…
Okan bey merhaba
Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Öykü hacminde bu 4. Öyküm diyebilirim ki diğer oykulerimin üzerinden muhtemelen 4 yıl sonra kaleme aldım. Öykü seckisiyle birlikte bir heyecan ve istekle konununda uçan daire olmasıyla yeniden bir yazım süreci içerisine girdim.
Söyledikleriniz ve yorumunuzu büyük bir samimiyet hissederek okudum. Teşekkür ederim zaman ayırdığınız ve görüş bildirdiginiz için zira benim için çok önemli. Güzel ve samimi bir ortam ve okuyucu kitlesi var burada. Diğer sayfalardaki yorumları ve öyküleri de okumaya çalışıyorum. Henüz çok fazla zaman ayırma şansım olmadı. Ama diğer seckiye kadar hepsini okumuş olacağım.
Çok fazla demleme şansım olmadı dolayısıyla yazım sonrası tekrar tekrar okuyamadım. Hatta ilk gönderdigim dosyada yazım yanlışları daha fazlaydı düzeltip tekrar yolladım ama gördüğüm şu an yine yanlış dosyayı göndermiş olabilirim. Çünkü Begüm’ün Bengü’ye döndüğü dosyada yazım yanlışları çöktü. Tekrar bir kontrol edeceğim.
Aslında en büyük sorun zamansizlik oldu. Tüm öyküyü cep telefonundan yazdım. Akıllı klavyenin azizliği de var biraz. Servis aracı içerisinde tüm gürültüye rağmen odaklanabildigim ve dikkat edebildiğim kadar elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışarak. Ama bunlar bahane olmamalı yazan insan için. Biraz daha zaman ayirip ozenebilirdik.
-isimde ki Değişiklik de telefonumdan kaynakli
-babaannenin aslında normal davranmisti karakter için zaten sonraki paragraflarda açıklamıştı aslında Begum’ün normalde onu beklediğini fakat bu sefer beklememesinin nedenin başka olduğunu.
-kafamdaki Babaanne karakteri biraz munzur, neşeli veya şakacı biri o yüzden ona böyle bir azgın teke diyaletigi koydum. Ama gözden geçirmekte fayda var haklı olabilirsiniz.
-caylik bir seyler konusunda haklısınız birazdaha eve aslında öyküye ait olabilirdi. Tesekkurler
Tekrar söylediklerinizi dikkate alarak yeniden bir değerlendirme yapıp oluşturulacak dosyama bu doğrultuda güncellemeler yapacağım.
Yeni öyküler de görüşmek dileğiyle. Çok kiymetliydi yazdıklarınız teşekkürler.
Tekrar merhaba.
Öykünüzü okurken aklıma gelmişti telefondan yazıyor olabileceğiniz. Dediğiniz gibi, yine bir mazeret değil bu Eminim ki üzerinden geçince siz de bir kez daha göreceksiniz.
Yorumlarımı anlayışla karşıladığınız için teşekkür ederim. Ben bu ay alfabetik olarak okumaya çalışacağım öyküleri. Sırada @nyphe Hande Hanım’ın öyküsü var. Bakalım hangi maceralara yelken açacağız.
Görüşmek üzere.
Selam @Emrah,
Öncelikle kaleminize sağlık. İçinde güzel nüanslar barındıran, samimi, hüzünlü bir öyküydü. Benim damak zevkime göre fazla romantikti esasen ama sonuna kadar okudum.
Öyküde bazı yerler etkileyiciydi. Mesela Begüm’ün yıldızlara baktığı sahne aslında çok şey anlatıyordu. Sıcaklık motifi ayrıca güzeldi; sanki kademe kademe artıyor, apekse doğru tırmanıyordu. Buna binaen bir eleştirim olacak; fazla fazla anlatılmış, fazla fazla oynanmış gibi. Yani keşke her sahne o Begüm’ün yıldızlara baktığı sahne kadar anlamlı olsaydı diye düşündüm içimden. Belki kalabalık biraz daha azaltılabilir. Yani anlatıcının Begüm’e olan masum aşkı daha sakin daha ufak nüanslarla okura aktarılabilirdi. Umarım doğru anlatabilmişimdir.
Sonraki seçkilerde görüşmek üzere.