Bulanmış karaltı ve ağır koku, cılız adamı çepeçevre sardığında çaresiz genç adam yoğun mu yoğun bir sıkışıklık hissetti. Biri sanki ya da belki, göğüs kafesinin içine şişmiş cırtlak renkli bir balon tıkamıştı da öylece bırakmıştı. Boğazını tırnaklamak geldi içinden, yapamadı. Çenesinde bir tutukluk hissedince ve havasızlıktan titreyince burnundan derincesine solumayı akıl etti. O, karanlığın ve esrarengizliğin bir yamacında düşünmeyi akıl etti. Burnuna hava değil de incecik toz gibi taş ve toprak çekti. Vücudunun her yanındaki baskıyı fark edip kör gibi ışıktan yoksun olduğunu ayrımsarken nasıl korkuyla ürperdi! Sanki, gökyüzünden düşen bir yıldırım aniden onu hedef almıştı da bedeninde ne kadar devre varsa allak bullak etmişti. Beyaz sarı kıvılcımlar zihninde raks etmişti.
Kulağında zonklama, gözlerinde titreme, bedeninde yangı, alnında ateş, ensesinde sıcacık ter hissetti. Korktu, elleri kolları havalanmak, birbirine çarpmak hareketlenmek istedi ama sıkışıktı hepsi, bir toprak parçasıyla dolmuştu yanı yöresi. Yüzüne değen bir hava ayrımsamadığında nasıl da korkunun iliklerine kadar nüfuz ettiğini deneyimledi.
Saniyeleri saydı. O saydıkça gözleri yuvalarından dışarı dışarı fırladı. Tüylerini dikleştiren ürperti geçmek bilmedi. Bir vakit yılan tıslamaları işitir gibi olduğunda altına kaçırdığını anladı. Utandı, sıkıldı ama aniden bastıran dehşet onları, o habis duyguları, çabucak yakınlarından kovdu.
Kasıklarında ıslak sıcaklık, alnında ve ensesinde ılık ve yapışkan bir ter hissetti. Yılan tıslamaları, inlemeler ve uğultular duydu. Kolları ve bacaklarını sallamayı, zorlamayı, itmeyi çekmeyi zıplamayı denedi. Ama minik minik sarsıntılar dışında olduğu yerde kaldı. Nerede olduğunu bir türlü anlamadı ya da anlar gibi olduğunda o bilinç düzeyine korkusundan taşınamadı. Göz pınarlarında damlalar peyda oldu. Canı yandı. Ağzını açtı ve diliyle dudaklarını ıslattığında toprak tadı aldı. Metalik bir toprak tadıydı bu. Toprak sinsice ve gizlice hışırdadığında gözleri dehşetle bir o yana bir bu yana döndü, döndü ve durdu. Yılanların hareketini hissetti, sanki yaklaşıyorlardı. Sanki toprağı delerek, tıslayarak, kızgın kızgın ona ilerliyorlardı.
“Neredeyim ben?” dedi zihni. Bu soru yankılandıkça yankılandı, çoğaldıkça çoğaldı; yüzlerce ses zihninde bu soruyu tekrarladı ve onu daha da ürküttü.
Gözlerinin önüne gölgeler düştü, o gölgeler büzüştü, o gölgeler gösterişsiz içinde tepişti, karanlık karanlıkla örtündü. Adam kaçtığı yere biçare geri geri yürüdü.
“Ben öldüm mü?” Bu kez binlercesi bir koro halinde zihninde sordu bu soruyu. “Ölen ben miyim?”
Bu kelimeleri takip eden zehir zemberek bir düşünce zinciri kuruldu.
Adamın aklına ilkin sade, renksiz ve sıradan bir araba geldi, o arabada sıradan basitçe bir aile hayal etti, o ailede aslında bir kadın ve bir erkek düşledi. Kadının yüzünü çizemedi zihninde ama bir kadın olduğuna kanaat etti.
O esnada, zemheri soğuklarında, bardaktan boşanırcasına yağmur yağan bir günün zifiri karanlığında, arabayı kadın kullanıyordu ve kadın; naçar, çaresiz, kuvvetsiz o kadın arabaya hâkim olamıyordu. Çünkü adam, yanı başındaki kocası, o arabanın bakımını bu seferlik yaptırmadan yola çıkmıştı. Sorumsuz adam sebebiyle araba da yoldan çıkmıştı, keskin bir virajda keskin bir ölümle tanışmıştı.
Adam ambulans duyar gibi oldu, kulağında türlü çığlıklar ve inlemeler devamlı döndü döndü durdu. Siren sesleri işittiğinde yılan sesleri de işitti, birini ötekine benzetti. Aslında birini ötekinden ayıramadı. Daha doğrusu adam neyin gerçek neyin sahte, neyin gelecek neyin geçmiş olduğunu anlayamadı.
“Ben o trafik kazasında öldüm mü?”
“O trafik kazasında ölen ben miyim?”
Adam, metalik tatlı toprağın gövdesine bağlanmış, kaskatı biçimde bulunurken, karanlıkta bir gölge yürüdü. Sanki kıvrım kıvrım süzüldü. Karanlıktan da koyu bir gölgeydi, şekilsiz bir kara delik gibi çevresini eğip büküyor, büyüyüp küçülüyor, yakınlaşıp uzaklaşıyordu. Ancak sanki yavaş yavaş duruluyor ve adam onun üzerinde düşündükçe bir anlam kazanmaya başlıyordu.
Gözlerindeki damarlar iyiden iyiye kızaran, uzuvlarındaki titreşimi artık belirgin bir biçimde hisseden adam, sıkıştığı yerde çabaladı. Ama yine asgari ölçüde hareketlenebildi. Bu sırada gölge iyice yerine oturdu. Genç adam onun, ilkin tıslayan yılanlardan biri olduğunu sanmıştı, fakat adamakıllı düşününce şekli şemailinden bir insan olduğunu çıkardı. Etraf karanlık, gölge daha da siyahtı. Yine de sadece zulmet olan o varlığın ona kötü kötü sırıttığını hissetti. Korktu, kaçmak istedi ama bulunduğu yere bağlıydı, kolları bağlıydı, geri geri itse de kendini, bir gıdım ilerleyemedi. Karanlıktan daha karanlık gölge karşısına geçti.
Gölgenin uzun saçları vardı, sağ tarafındaki saçlar, sol tarafındakilere göre daha aşağılara dökülmüştü. Sonra adam, karşısındaki kadın biçimli gölgenin sadece boynunun eğik ya da kırık olduğunu anladı, saçlarında bir yamukluk yoktu. Sonra, biraz biraz sonra başka bir gölge tıslamalar eşliğinde karanlıktan doğdu, bu kez onu izlediğinde yine aynı titremeler, terlemeler, korkular, ürpertiler hissetti. Dişlerini birbirine kısa aralıklara vurdu, tir tir titredi. Şiddetli kıvılcımlar beyninde ardı ardına patlarken ve parlarken korkusundan çığlıklar atmayı denedi ama sesi çıkmadı. Yalnızca ağzına metalik tadı belirgin toprak girdi.
Adam böylesine hiddetle ve şiddetle korktu çünkü kendini gördü, adam kendini boynu kırılmış gördü, adam kendini gözünün ışığı sönmüş, yüzünde hiç mi hiç yaşam nuru kalmamış halde gördü. Oysa ki insan hakikatte ölü göremezdi kendini. Bunun gerçek olmayan bir tarafı vardı. Bundandır adam bir toprağın hapsinde kaçacak yer aradı ama kaçamadı. Gözlerini sımsıkı kapadı ama başaramadı. Sonra, çok değil biraz sonra, her taraf aynılıkla karardı ve bir ışık patladığında biri anlatmaya başladı.
* * *
Mutfağın parlayan lambası altında, yüzünün yarısına gölge düşmüş adamın eşi, düdüklünün yanındaki ocağa çayı koyarken sıcak bir buhar yüzüne çarptı. Gözlükleri buğulandı. O haliyle neredeyse çaydanlığı deviriyordu, derken son anda dengesini sağladı. Eşine korkulu bir dikkatle baktı.
“Sanki… Nasıl anlatılır ki… Sanki… Yani toprağa gömülü… Hareket edemiyordum. Sıkışmıştım. Berbattı, Allah’ım! Hani derler ya… Kâbus gibiydi!”
Adamın rengi kaçmış teninde titrek sarsıntılar peyda oldu. Omuzları yukarı yukarı bozuk bir aparat gibi yalpalayarak hareketlendi. Yanakları iyiden iyiye soldu, irice açılmış gözleri bir sağa bir sola kaygıyla döndü döndü de durdu. Paranoyak bir edayla kadına kilitlenirken parmak uçları masaya ritmik hareketlerle vurdu.
“Seni gördüm Ayşe! Öldüğünü gördüm, öldüğünü! Boynun kırılmıştı. Allah’ım!” Dengesiz avuç içleriyle başını kavradı. Eşinin boynu kırılmış mıydı, aslında emin değildi. Yine de bunu söyledi, bunu söylemeyi seçti, çünkü kendinden habersiz sözlerine inanmak istedi. Ardından yine kendine geç kalmış halde, gördüğü her sahneden kaçar gibi, her saniye ürkerek başka bir tarafa bakarken ve dalarken konuştu: “Sonra da kendimi gördüm, kendi cesedimi, karanlığın içinde beni izlerken gördüm. Sonrasını hatırlamıyorum. Nasıl oldu da buraya kadar… Eve ne zaman geldiğimi… Ya da bırak onu… Senin karşına ne zaman geçtiğimi bile bilmiyorum.”
Kadın çayı unutmuştu. Karşısında tımarhaneden kaçmış bir zırdeli var gibi bakıyordu eşine. Nasıl cevap vereceğini bilemiyormuşçasına bir süre sessiz kaldı. Doğru kelimeleri seçmek için çabalıyordu sanki. Dudaklarında bir tedirginlik okunuyordu. Zemine bakındı biraz, sonra kısık bir tonda konuştu.
“Ne demek toprağın içinde kaldım?” Sesi kısıldıkça ürkütücü hava bereketlendi. “Ne diyorsun sen?”
“Biri bana oyun mu oynadı, bilmiyorum. Off! Bilemiyorum! Beni dinlemiyor musun? Uydurmuyorum bunları! Korkunçtu diyorum sana! Kâbus muydu sence?”
Adam tırnaklarını yemeye başladığında, açık kalmış pencere bir ileri bir geri, tıkırtılar çıkardı. Sonra dışarıda, koyu karanlıkta sert bir yağmur yağmaya başladı. Sert yağmurlar sert kaldırımları dövmeye, sert kaldırımlar da altındaki yumuşak toprağı ezmeye başladı. Toprak ezildikçe çöktü çöktü ve yerdekileri en dibe değin itti. Adam bunları sanki gördü ama düşünmedi, çığlıklar da duydu ama pek aldırmadı.
“Kaza yapmıştık biz. O anın dehşetiyle halüsinasyon gördüm, değil mi? Hafızam yeni yeni yerine geliyor, değil mi?” Eşinin gözlerine bir umut yakalamak için dikkat kesildi. Tırnaklarını yerken ve omuzları acayip titrerken çaresizlik içinde onay bekledi.
“Değil mi? Söylesene, böyle değil mi?”
Kadın penyesiyle yeniden buharlanan gözlüğünü silmişti ve o an sanki yüzündeki ciddiyet ve dehşet de silinivermişti. Bakışları sıradanlaştı. Elleriyle saçlarını gerisine attıktan hemen sonra kendine ağır aksak bir çay koydu.
“Ne kazasından bahsediyorsun sen? Film falan mı izledin! Kafan karışmış yine. Birazdan dışarı çıkacağız, kafanı topla! İstersen arabayı ben kullanayım bak! Bu halde araba kullanman tehlikeli. Ya da istersen… Eh, gitmeyelim annemlere. Epey hazırlık yapmıştı gerçi. Şimdi gelemeyeceğiz dersem de üzülecek. Üff… Bilmiyorum.”
Adamın zihni allak bullak ve karman çorman oldu. Bir anlığına ne anlattığını unuttu. Nerede neden olduğunu unuttu. Gölgeleri ve yılanları unuttu. Metalik tatlı toprağı da unuttu. Ayaklanmaya çalıştı ama bacakları da tutmadı. Aslında onları hissetti ve kımıldattı ama olduğu yerden hareketlenemedi.
“Dur, dur! Hemen öyle ayaklanma! Ben sana yardım edeyim, yine bacakların uyuştu değil mi?”
Adamın zihninde düşüncelerden bir zincir uzandı.
Birkaç saat önce bir korku filmi izlemiş, orada yaşamını yitirmeden gömülmüş bir karakter hatırlamıştı. Adamın yılanlar etrafında, cesetler etrafında tıslıyorlardı. Gölgeler vardı gezinip duruyordu. Aslında bir anlık kafası karışmıştı yalnızca. Filme hayal gücünü katmış ve yeniden uyarlamıştı. Filmin gerçekliğini kendi gerçekliğiyle süslemiş ya da aslında kendi gerçekliğine filmin gerçekliğinden bir sos eklemişti. Bu da yepyeni bir gerçek doğurmuştu. Güldü, hastalıklı bir gülüştü bu ama rahatlamıştı.
“Ya affedersin. Ayşe…” Sakin bir nefes aldığında karısının gözlerine dopdolu bir minnet duygusuyla baktı. “Bu korku filmleri bana iyi gelmiyor hakikaten. Bir dahakine izlemeye çalışırsam engel ol.” Yine güldü. “Filme kendimi fazla kaptırmışım.”
Bunun üzerine kadın, az önceki ruhsuzluğuna yeni duygular üflenmiş gibi canlandı birden, yüzüne rengarenk duygular eklenmişti.
“Fark ettim. Son zamanlarda sıklaşmaya başladı ama bu durum. Bütün gün evdeydin sen ve seninle de ilgilenemedim,” dedi kafasını sağa eğip ensesini kaşırken.
Bu sahneyi görünce adamın tüyleri ürperdi. Epey üşüdü. Düdüklünün sesi cırlamaya başladı. Adamın kafası karıştı. Biraz öncesine kadar güneş batmıştı. Şimdi ise batmaya yakındı, kızıl turuncu gökyüzünde tek tük cansız bulutlar göründü. Sonra adam dışarı baktı.
“Ne zaman gideceğiz annenlere?
Kadın yemek masasının bitişiğindeki pencereyi açarken biraz düşündü.
“Akşama doğru çıkarız, biraz çay içelim senle. Yemek yiyip geleceğiz demiştim zaten. Birazcık kafanı toparlayalım.”
Adamın gözleri o an, kadını duyar duymaz ya da anlar anlamaz deli deli döndü. Bakışları eşyaların üzerinde atladı durdu. Upuzun kirpikleri hareketlendikçe minik çaplı esintiler oluşturdu. Tırnaklarını ufak ufak yerken ağzına metalik bir tat geldi.
“Neden bana kafayı sıyırmış muamelesi yapıyorsun, iyiyim dedim işte.” Kollarını kaldırmaya davrandı ama ani bir tutukluk hissetti. “Arabayı sen kullan… kullan ama arabanın bakımını yaptırmayı unutmuştum ben.”
Kadın parmaklarını çıtlattı ve yine boynunu hışırdatarak kaşıdı. Saçlarının bir yarısı yukarı öteki yarısı aşağı kaydı. Adam kafasını hemencecik çevirdi.
“Yine mi?”
“Yine başlama, yeter, bana deli muamelesi yapamazsın!”
Dışarıdan bir rüzgâr, arkasından esrarengiz bir uğultu duyuldu. Oda yine epey loştu. Kadın gidip ışığı yaktı ve çaydanlığı suyla doldurup ocağa koydu.
“Tamam, zaten sanırım çok fazla geçmedi en son bakımdan, bir şey olmaz. Yine celallenme!”
Adam kafasını ayaklarının ucuna sabitlemiş bir biçimde sordu: “Ne var bu çayda böyle? Söylesene! Çaydanlık mı kireçliydi, içine tuz mu attın nedir? Sanki, sanki garip bir metalik bir tat var. Olmamış bu çay, al git!”
“Allah allah, yeni temizlemiştim aslında çaydanlığı.”
Kadın adama acayip bir biçimde bakarken ve dalarken adam dilini tırnaklarıyla kazımaya başladı. Bu lanet tattan sıyrılmak için yapabileceği en saçma şeylerden birini denerken dışarıdaki uğultunun kuvveti de arttı. Öteki odadan tıkırtılar da geldi. Sesler de birbirine karıştı. Sonra inlemeler duydu yeri yurdu belirsiz, dışarıdan geldiğine hükmetti. Pencereden geldiğine inandı. Düdüklünün sesi huzursuz edici bir sireni andırırken adam kulaklarını tıkadı, tıkadı da duydu. Çünkü duydukları dışarıdan değil içeriden geliyordu. Sanki donuk bir sese ait bir anons dinledi. Çılgınlar gibi bağırmaya başladı. Yerinden hareket edemedi.
Kadın korkuyla baktı, derken sonra pek normal bir durummuş gibi biraz bekledi ve yavaş yavaş arabanın anahtarlarını almak için yatak odasına geçti. Gölgesi kısaldı kısaldı ve kayboldu. Adam yalnız başına düdüklünün sesini dinledi, çaya dilini attı. Yine metalik bir tat, mide bulandırıcı bir tat aldı. Dilini ısırdı. O anda bir sarsıntı oldu ve bir kadından bir çığlık koptu.
* * *
“Hastanın durumu stabil değil, ilgilenebilir misiniz doktor hanım?” dedi hemşire alelacele alnındaki teri silerken. “Durmadan bağırıyor! İnliyor, kızıyor! Sahiden baş edemiyorum!”
Doktor ona ekşi bir suratla baktı ve kafasını yukarı aşağı titreterek gergin gergin salladı. İki elini dizlerini gıdıklayan önlüğünün ceplerine geçirerek başını odasında bulunduğu hastaya çevirdi.
“Tamam, geliyorum birazdan.”
Gözlerinde koyu gölgeler köpürdüğünde ve hastanenin yoğun kokusunu ciğerlerine çektiğinde, boynunu sağa eğerek çıtlattı. Hasta irkildi, hemşire hiç garipsemedi. Doktora ait tuhaf bir ünsiyet, onu tamamlayan bir davranış biçimiydi bu. Kişiyle özdeş olunca acayip ve ilginç görünmedi.
“Erdal Bey nasıldı dün? Neden bağladınız böyle onu?”
Hemşire önce nasıl anlatacağını düşünür gibi sessiz sessiz zihninin diplerinde gezindi, köhneleşmiş meydanlarda ikna edici bir gerçek aradı. Gözleri bir suç işlemiş duygusuyla bir sola bir sağa kaydı.
“Kendine zarar vermeye çalıştı! Boğazını sıkıyordu, benim hatam diye diye boynunu morarttı. Biz de korktuk tabii. Korktuk baya! Sonra sanki meczup gibi… Allahım… Ağzını açıp yatağın tutamaçlarını yalamaya başladı. Yani pek akıllı değil zaten ama ilk defa görünce… Anlamadık! Durumunun bu kadar ciddi olduğunu bilmiyorduk!”
Doktor kafası dışında tüm bedeni bembeyaz bir örtüyle sarılmış, sıkı sıkı sarmalanmış, biçare ve yalnız bırakılmış adama baktı. Adam da yabansı kızarık gözlerini, ona itinayla dikince onu karanlık bir gölge gibi gördü ilkin. Zulmetin içinde süzülen kapkaranlık, zifiri bir gölge ağır ağır yürüdü. Ama sonra sanki etraf bir an aydınlandı. Birileri ışığı yaktı. Renkler yerine oturdu, şekiller kendini buldu, dünya hastanın düşüne kuruldu!
“Karım nerede?” dedi adam cılız ve ölgün bir sesle. “Onu görmek istiyorum, biz annemlere gidecektik, arabayla gidecektik. Sonra… Arabayla giderken… Ne oldu hatırlamıyorum. Sonra ne oldu?”
Hemşire bir hastaya bir doktora alık alık baktı. Şaşkınlık korkuya bulanmış, anlamsızlık zift gibi bir sos olmuş ve her yere, dip köşeye dökülmüştü.
Adamın gözleri dehşetle kabardı, ağzı bu hal ile açıldı, kaşları gergin bir yay gibi gerilerek ve şakaklarındaki damarların basıncını hissederek o sükunda nefes almayı denedi. Bu sessizliği ve karşılıksızlığı fark edince içini bir korku kapladı.
Doktor tüm bu duygulardan ırak, kollarını göğsünde kavuşturdu, boynunu sağa eğerek çıtlattı ve biraz da kaşıdı. Sakindi. Sesini dingin ve yatıştırıcı bir biçime sokarak “Erdal,” dedi.
“Senin bir karın yok… Erdal. Sana defalarca söyledim. Seni buna inandıran ne… Böyle düşündüren ne seni? İnan bilmek isterdim ama… Senin bir karın yok, hiç olmadı!”
Adamın nefes alışverişi hızlandı ve arttı ve öyle arttı ki odadaki diğer hastalar, doktorlar ve hemşireler bir nevi onunla birlikte nefes almaya, o olmaya başladı. Adam bozuk çalışan paslanmış bir aygıt gibi, insana uzak, garip esrarengiz sesler çıkarıyordu. Tıkırtılar da vardı.
Onların yüzlerindeki rahatsızlık besbelli okundu adam tarafından. Sonra bir şeyler berraklaştı, bir şeyler matlaştı. Bu odanın dışında kalanlar bir başka yere taşınırken adam inceden inceye düşünmeye başladı. Hastaların inlemelerinde, anonslarda ve yanı başındaki cihazların tıkırtılarında açık açık bir mesaj okudu adam.
Sonra düşüncelerden bir zincir önünde hemencecik uzandı.
Bu kadın doktor onun her daim gördüğü doktordu. Yaşadıkları zihnini öylesine çarpıtmıştı ki onunla konuşmaya ihtiyaç duymuştu.
“Aradığın bir aile mi yoksa?”
Hatırlıyordu. Ailesi paramparça olmuştu. Böyle olunca kafayı sıyırmıştı ve bu doktoru görmeye başlamıştı. Bu bitmek tükenmek bilmeyen metalik tat, metal tutamaçları yaladığı içindi. Bu tıkırtılar ve anonslar cihazlardan geliyordu.
O inlemeler dışarıdaki hastalardan geliyordu.
O tıslamalar yanı başındaki aygıtlardan geliyordu.
O gerçek dışı düşünceler zihninin oyuklarından ya da kalbinin oyuklarından geliyordu.
Durmadı belinden güç aldı, doğruldu ve bir daha yaladı, yaladı. Sonra ama sonra o metal tutamaçlardan toprak ve çay tadı aldı! Çığlıklar bastı!
“Cenk kapat ışıkları, kapıyı da kapat ve çık!”
“Tamam, doktor hanım!”
Her taraf karardı.
Kadın aniden bir gölgeye dönüştü. Yüzündeki hiçbir ayrıntı seçilemiyordu. Adam onu görünce aklına diğer gölgeler de geldi. Onunla konuşan diğer gölgeler de bir bir karşısına çıkarak bir şeyler anlattı.
“Sen hastasın Erdal, iyileşmeyi arzulamayan bir hastasın. Ben seni iyi etmeyi denemekten yoruldum. Belki de evlenmelisin, daha çok gençsin. Belki hayallerinde aradığın o herhangi kadın ile evlenmelisin.”
Adam, o karanlıktan daha koyu gölgeye bakarken dehşetle gözünü kapattı. Onu görmeye, yani kendini görmeye dayanamadı, o bilinçten kaçtıkça kaçtı. Gözünü açtı, fena bir sıkışıklık hissetti. Sonra yılan sesleri duydu, yılanlar tıslaya tıslaya yaklaştı. Onlar yaklaşınca o korkuyu, dehşeti, tedirginliği ve yoğun kaygıyı hissetti. Adam bunun bir kabir azabı olduğuna inandı. Düşünceleri karıştı. Zihninden görüntüler geldi geçti. Bazılarının ne kadar tanıdık, bazılarının ne kadar uzak olduğuna inanamadı. Bu adam gördüklerinin ne olduğunu anlayamadı.
Tıpkı gölge gibiydiler, cisimleri olağandan farklı görünüyordu, dışarıdan bir şekilleri vardı, çizgilerle sınırlandırılmış varlıkları sallanıyordu, ancak içleri muallaktı. Zulmetti. Boşluktu. Adam kiminin içini doldurdu, kimini boş bıraktı. Kimine manalar açtı, kimini görmeden kaçtı. İnlemeler duyunca ve sıkışıklıktan bunalınca gözünü sımsıkı, göz kapakları acı duyana kadar kapattı. Yeniden açtı ve o anda elinde çayı, karşısında eşini gördü.
Kadın adama acayip bir üzüntüyle bakıyordu, sanki ölmüş de gömülmüş gibi… Sonra adam, sonra o an yaşanılanların hepsinin bir rüya olduğuna inandı. Gözlerini kırpıştırdı, ışıklar kapandı ve gölgeler çoğaldı.
“Yeter!” dedi kışkırtıcı bir kızgınlıkla feveran ederek. “Uyanmak istiyorum! Bitsin istiyorum! Bu kadarı yeter!”
Bir kadın, herhalde o doktor kadın gülmeye başladı, fena bir şiddette katıla katıla kahkahalar atmaya başladı. O doktorun gözleri bir gölgenin içine gömülmüştü ama adam izlendiğini her bir zerresinde hissetti.
“Sence bunların hepsi, yani biri her biri rüya mı Erdal?” Sanki sesi bir tıslama gibiydi kadının. Adam kafasını geriye eğerek yutkundu.
“Evet, evet, tabii! Bunlar rüya! Ben karıma yaşadığımız kazayı anlatıyordum. Tabii ya! Ben karımın öldüğü kazayı, onun annesine, evet onun annesine giderken yaptığımız kazayı, daha gitmeden ona o öldükten sonra… Evet… Nasıl anlatabilirim? İmkânsız! Niye düşünemedim ki? Çünkü rüyanın içinde sağgörümü, basiretimi kaybettim. Şimdi… Şimdi… Sanki uyandım! Siz bana eşim olmadığını söylüyorsunuz! Bundan kafayı yediğimi söylüyorsunuz. Ama ben o kaza yüzünden, ailem yok olduğundan kafayı yedim! Ama siz bunların henüz yaşanmadığını söylüyorsunuz! E peki nedeni henüz oluşmadan bu sonuçlar nasıl ortaya çıkabilir? Çıkamaz! Mantıksız! Bu mantıksız bir dünya! Bu bir rüya! Ya da gerçek gibi bir kâbus!”
Kadından bir “ıhım,” sesi geldi. Fısıltı gibiydi. Bir süre uğursuz sessizlikte açık camdan içeri giren rüzgârın uğultusu duyuldu. Orada bir fesat doğdu.
“Bunlar tümden rüyaysa… Şimdi sen rüya görüyorsan… Neden uyanmıyorsun? Bunlar senin rüyalarınsa neden sen belirlemiyorsun? Sen bu rüyadaki kendi varlığına inanmıyor musun? Duyduğun sesleri neden sana kim fısıldıyor? Sen! Onları sen uyduruyorsun! Onlara sen karar veriyorsun! Öyleyse bitir bu rüyayı, anlattığın o kazaya git! Orada canını yitir! Uyanmanın yolu bu değil mi?”
Adam yeniden, bu kez büyük bir zorlukla, yutkundu. Boğazında yutamadığı, zaman ilerledikçe genişleyen epey hacimli bir düğüm vardı sanki.
“Ne?”
“Bu bir rüya ise rüya ne? Gerçek ne? Nasıl ayırırsın? Rüya olarak adlandırdığın her neyse, sen her neyin içindeysen, onu gerçek yaşantının bir parçası olarak gördüğün için böyle çağırıyorsun. Çünkü kapsayan neyse mühim olan da o.”
Adamın gözleri kanlandı, sanki sol gözüne kıpkırmızı bir kan lekesi oturdu ve aynaya bakmadan bunu anlar oldu.
“Anlamıyorum! Yeter, konuşma artık!”
Kadının sesi boğuldu, çok boğuldu.
“Ben konuşmuyorum ki… Sadece bir gölgeyim ben,” Gölgenin cismi karanlığa dağıldı.
“Dinle beni, yaşadığın üçüncü gerçeklik! Diğer ikisini kapsayan daha da geniş, yeni bir hakikat!”
Adam sımsıkı tutulduğu yerde döndü döndü durdu. Kanlı gözlerinde bitiveren damlalar kulaklarına kaydı, ağladı. Eşinin sesi yankılandı.
“Eve geri dönelim, saat epey geç oldu. Bu saatte gitsek de geri dönmek zor olacak!”
Adam apansız kendini arabanın sürücü koltuğunda buldu. Şaşakaldı. O ilerlerken ve herhangi bir yere giderken ne idiği belirsiz karanlık bir yolda zıplayan gölgeler gördü.
“Arabayı sen kullanacaksın sanıyordum,” dedi eşine sanki istemsiz.
Kadın kahkaha attı.
“Şaka yapıyorsun herhalde, hiç araba kullanmadım ki ben! Nasıl yapayım? Neyse hadi dönelim. Ben anneme durumu açıklarım!”
“Ne diyorsun sen? Hatırlıyorum. Şimdi! Hayır! Şimdi! Allah’ım koru bizi! Bu yolda biz kaza yapacağız!”
Kadın birdenbire donakaldı, ama sonra, sanki hiçbir şey olmamış gibi önüne baktı. Boynunu kaşıdı, hışırdatarak.
“Yaşadığımız gerçeklik Erdal bildiklerimizden farklı. Ama bildiklerimizden vücut bulmuş.”
Adam başını iki yana salladı. Yine metalik çay tadı aldı, yine inlemeler duydu, kulaklarını kapadı ama ses kesilmedi. Sonra kolları tutuldu. Donakaldı.
“Bu bir rüya! Biliyorum. Uyanacağım.”
“Hayır, bu rüya değil! Ama rüya ile ortak paydası var. Ben sana bilmediğin hiçbir şey anlatamam. Rüyalar da sana bilmediğin hiçbir şey anlatamaz.” Kadının sesi kadın olmaktan çıktı. Kadın doktor olmaktan da çıktı. Orada o gölgede sadece zulmet kaldı.
“Düşlerinde güya yabancı kimselerle tanışır, onlara bazen sorular sorar, kimi zaman cevaplar alırsın, sonra uyandığında, daha gerçek bir dünyaya geçtiğinde aslında sadece kendinle konuştuğunu anlayıp hayal kırıklığına uğrarsın. Çünkü bilirsin rüya aleminde, o sahte alemde, yeni bir şey öğrenemezsin.”
Gölgenin sesi sanki çatallandı, bölük pörçük kaydı.
“İşte burada da konuştuğun kişi sensin ama buradan öğreneceklerin var.”
“Sus artık!”
“Yaşadığını sandığın gerçeklik, senin hakiki gerçekliğin değildi Erdal. Hiç olmadı. Düşün, dünyanın ne kadarına temas etmedin, ne kadarı sana dokunmadı, ne kadarı senin için gerçekte hiç olmadı. Bir rüya, bir film gibi önünden geldi de geçti. Düşün, sen neler yaşadın da sana ne kaldı? Ne kadarıyla yeni bir sen oldu da ne kadarıyla rüzgâr gibi geldi gitti. Sana gölgeler verildi. Yaşatmayı seçtiklerine renk verdin, can verdin ve yeni bir gerçekliğe taşıdın. Sen yaptın bunu. Bunu yapıyorsun. Sen üçüncü kimliğini arıyorsun. Hatırlamayı seçip seçmediklerinle, anlamını doldurup doldurmadıklarınla sen üçüncü gerçekliğe taşınıyorsun.”
“Yeter!”
“Yine unuttun Erdal. Ben sadece bir gölgeyim.”
Gölgenin sesi Erdal’ınkine dönüştü. O an adam gölge aynasında yarısı renklenmiş gölgesini gördü.
- Periler ve Yalanları - 1 Şubat 2021
- 3. Gerçeklik: Yerle Dip Arasında - 1 Kasım 2020
- Okyanusta İnsan Tarlası - 1 Ağustos 2020
Merhabalar. Öykünüzü beğendim mi beğenmedim mi emin olamadım. Ama sonuna kadar okuduğuma göre beğenmişim demek ki Şaka bir yana, soyutlarda gezmekten yoruldum biraz o kadar. Kafam yandı durdu.
İlerideki seçkilerde görüşmek üzere.
Anladığım kadarıyla size anlatmak istediklerimi net bir şekilde aktaramamışım. Bu kısmı üzücü. Biraz daha dingin kafayla okunması gereken bir öykü yazmışım herhalde. Yine de görüşlerinizi dile getirdiğiniz için teşekkür ederim. Bu arada öykü için bir photoshop çalışması yapmıştım. Sizinle de paylaşmak istedim.
Merhaba @AliKerem öykünüz çok etkileyici geldi bana soyut kavramlar arasında gidip gelmesine rağmen iyi bir kurgusu olduğu söylenebilir bence anlaşılabilir bir öykü konu açısından ilgi çekici ama herkesin anlayabileceği türden değil. Yine de gayet başarılı bir anlatım tarzınız var. emeğinize kaleminize🖎 sağlık:clap:
Tekrar merhaba @AliKerem bu arada ben de seckide yeniyim bu dördüncü öyküm. Yepyeni Bir Şans Tılsımlı Kolyenin Gücü ve Aydınlanan Gölgeler adlı öyküme bekliyorum yorumlarınızı okursanız sevinirim.
Merhaba, güzel yorumunuz için teşekkür ederim öncelikle. Bence siz pek de yeni sayılmazsınız dördüncü ise. Benim de ikinci öykümdü. Hikayenizin ismi epey ilgi çekici. Uygun bir zamanda okuyup yorum yapmak isterim tabii ki. İyi günler dilerim.