Öykü

Yerden Göğe Kadar Çocuk

Gözlerimi, ellerimle kontrol ettim. Açık. Gördüklerim rüya olsun isterdim. Yorgan yerinde yok. Yatağın yanında ayağa dikilmiş, uzun uzun bana bakıyor. İzlenmenin verdiği garip rahatsızlıkla uyandım. Yastık, onu neden kullanmadım diye içlenip duruyor. Yorganı kendine siper etmiş, cesaretini benimle ölçüyor. Oysa ben uyumaktan başka ne yaptım? Bir tek çarşaf benimle duruyor. O da sadece üç saatlik uykuda bile onu kendime dolayacak kadar hareketli uyuduğum zaman eğlendiğinden. Hele bir öyle iyi, öyle sakin uyusaydım da şimdi onun altımdan kayıp yastık ve yorganla karşımda dikilişine şahit olsaydım şimdi.

 

Yastıksız, yorgansız kalan çıplak yatak kendinden öyle utandı ki, yüzünü, yüzüme gömdü. Böyle de çok rahat geldi. Yüzüme suyu çarpa çarpa uyanmam gerekir. Ama bu hayal ve gerçek arası ayaklanmayı kısa bir uykuyla taçlandırmalıyım. Çıplak döşeği teselli edercesine sağ yanağımı yatağa yapıştırdım. Ellerimle gözlerimi örttüm. Güneş odaya girebilirdi, gözüme değil. Rüya haritamdan parmak ucumla bir yer seçtim. Daha önce bu haritayla Mısır’a mı gitmemiştim, kuzey ışıklarına mı? Derin ve rüyalı uyanmalıydım. Uykuya dalıyorum. Daldım:

Yeryüzünün en tehlikeli demiryollarından birindeyiz. İki kuş kondu rüyamda. Uzun yoldan gelmiş, yorgun bir trenin üstüne kondular. Kafasını kuma gömmüş deve kuşu gibi, beni kimse görmesin diye ağacın arkasına saklandım. Kendimi bir balık boyunda sanıyordum. Karada yaşamaya çalışırken çırpınan kaç milyar insan var, bir ben mi balık gibiyim, diyordum.

Bu kuşların kanatları dünden beri çırpılmaktan yorgunluğa yenik düşmüşlerdi. Uzun süredir kıpırdamadan etrafa bakıyorlardı.  Biri gagasıyla kondukları yere sağ salim vardıklarına dair bir şeyler kazıyordu. Diğeri boyuna düşünüyordu. Aşağıya gelecek olursak; alması gereken cesur bir kararı olan insanlar, bu yola çıkmışlardı. Dünyanın uzak köşelerinden gelmişlerdi. En iyi düdük sesini çıkartan çocuğa verilecek “istediği kadar çocuk kalabilme” ödülü için gelmişlerdi.  Dünya konseyi, yarışmanın yapılabileceği en iyi yer olarak bu kasabayı seçmişti. Burada kazanılan çocukluğun keyifsiz geçmesinde imkân görmüyorlardı. Tüm çocuklar, el yapımı düdüklerle üç saniye üfleyeceklerdi. Üç saniyelik nefes ile canı sıkılana kadar çocukluk yapacaklardı. 7 kıta parçasının 7 düdük bilimcisi jüri olacaktı.

Bir kıtanın ucuna iliştirilmiş, uçurumların sonundaki küçük kasabaya varamayan çok olmuştu. Bu sabah, uzun yoldan gelip istasyona doluşan yüzlerce insan vardı. Hiçbirinde derman yoktu. Etrafıma bakındım. Çürük meyve tadı geldi. Bir istasyonda değil de, rıhtımda olmayı istedim. Haritadan yer seçerken parmağım kaymış olacak. İstasyon kahvesindeki bitmek tükenmek bilmeyen gürültüler, trenin tiz düdüğüyle bıçak gibi kesildi. Sonra istasyon güvenliği göründü. Siyah üniformasıyla trenin dibine çökmüştü. Kalabalık arasında sürüklenmekten seğirterek uzaklaşmıştı. Son nefesiyle boynunda asılı düdüğü ağzına götürdü. Sanki bu ses tren düdüğünü, istasyon kahvesini, dışarıdaki kalabalığı bastırmıştı. Kasabaya daha çok kişinin giremeyeceğinin habercisiydi bu düdük sesi. Kasaba, en çok çocuk kalmak isteyen çocukları barındırıyordu artık.

Kuşları dinleyebileceğim bir yere geçtim:

“Şunlara bak, her biri kanatları olsun isterdi. Değil mi?”

“Kapa gaganı artık. Bütün yol söylendin durdun. Buraya bizi kazımaya çalışıyorum.”

“Kanatlarımız olsa da özgürlüğe kavuşsak diye hayıflanıp dururlar, değil mi Kahri?

“Öyle.”

Kürklü kuş Sitpa, solmuş, sararmış görünüyordu. Kahri, bu tek kelimelik cevap ile yaka silktiği yol arkadaşını susturmuşa benziyordu. Zebra ispinozu olmanın bazı yükümlülükleri vardı. Ve bu kanatlar, en az aşağıda akın akın kasabaya doluşan insanlar kadar dermansızdı.  Turuncu gagalı yol arkadaşının kurumayan dilinden ne kadar şikâyet etse de, tek kelimelik cevabın üstüne bir soru da o yapıştırdı:

“Bu kasaba bu kadar insanı neresine sığdıracak sence?”

Turuncu ispinoz, sorularının bağımlılık yaptığını hep hissediyordu ama bununla hiç yüzleşmemişti. Duyduğu kaygının yok olmasının verdiği heyecanla:

“Evet! Evet, sığmazlar!”

“İyi de ne diye bağırıyorsun? Kanatlarımız ölü gibi, henüz işitebiliyoruz.”

“Çok zaman önce yalnız bizim sesimizle susardı diğer sesler, ondan.”

İspinoz, sorup soracağına pişman oldu. Bu kadar renkli tüylü bir kuş olmanın zekâdan kıstığına dair olan inancının yol arkadaşı ile pekişmesine üzüldü bile denebilir. Bu yüzden bir şeyler daha söyleme gereksinimi duydu:

“Haklı olabilirsin Sitpa, insanlar bugüne kadar olmasa bile bugün kanatlara ihtiyaç duyarlar. Çünkü eğer hepsi bu ufak kasaba istasyonunda inmeye kararlıysa en az yarısının havalanması gerek. Yoksa asla sığamazlar.”

Sitpa, iki gün süren göçleri boyunca tek renk zebra ispinozu arkadaşı Kahri’nin gagasının yukarı doğru kıvrıldığını ilk kez görüyordu. Buna düpedüz “gülmek” demek büyük bir inanç gerektirirdi. Bu yüzden Sitpa, bu mimiği, “gaganın yukarı doğru kıvrılması” olarak tanımlıyordu. İkisi bulundukları irtifadan bir insan kalabalığına, bir kasabaya bakarak gülüp durdular. Beni hala kimse görmüyordu. Bir yerden sonra gülmenin sarsıntısı zaten acıyan kanatlarını iyice yıprattığı için sustular. Kahri, özüne dönerek suratını sanki hiçbir kası oynamıyormuş haline getirdi:

“Kanatlarının olmamasının acısını bizden çıkarıyorlar öyleyse.”

“Bizim sesimizi bastıran tüm ıslıklarıyla, siren sesleriyle, tren düdükleriyle mi? Öyle.”

Kahri’nin bilindik “öyle”lerindendi. Sitpa’dan beklenmeyecek bir cümle duyuldu:

“Zamane ıslıkları mekanikleşti.”

Kahri gagalamayı bıraktı. Gözlerini insan kalabalığından Sitpa’ya çevirdi:

“Umarım bir daha konuşmazsın, seni bu cümleyle hatırlamak isterim göç dostum.”

Bu iki kuş, insan ırkının ıslıklarına, sirenlerine, düdüklerine kurulmuşlardı. Tüylerini diken diken edecek çirkin sesler, doğaya ait görünmüyordu. İnsanlar, bu işi, eskiden olduğu gibi ispinozlara bırakmalıydı.

“Konuşmam Kahri.” dedi. İki nefes alımlık süre sonra: “Kahri, çocuk kalma yarışı varmış, duydun mu? Katılayım diyorum ama…”

“Bir kuş neden arkadaşı tarafından iyi hatırlanmak istemez ki Sitpa?”

Kahri, Sitpa’ya dair elindeki son umudu da böylece yitirdi. Artık bu kuş diyaloğunu tamamen koyuverdi.

“Sitpa, bu insanlar var ya, seni beni hiçe sayıyorlar ha, ben sana söyleyeyim. Islık, düdük sesi, bunlar bizim işimiz oğlum. Elimden gelse düdükleri tek tek toplarım. Sonra nasıl düdük sesi çıkarılırmış, akıllarını kaçırtana dek öterim. Öyle öğrenirler. Meziyetimizi insanlaştırdıkları yetmiyor gibi bir de konduğumuz ağaç dallarını oyarak tahta düdükler yapanları da var bunların.”

“Ağaçlardan mı? Aşağıdakilerden birinde var mıdır dersin?”

“Vardır canım, olmaz mı? Senin sezgilerin onu bulacak kadar güçlü. Hadi uç, onu bul ve üstüne işe. İnsanlar buna şans der. Belki gidip loto falan oynar. Bir eksik, bize kazançtır.”

“Senin aklını yerim! Uçuyorum Kahri, işte! Namımızı kurtarmaya gidiyorum. Tahta düdüklünün kafasını kokutmaya uçuyorum.”

Kahri, şu an ciddiye alınan bir zebra ispinozu olmak yerine taklacı kuş olmayı bile tercih edebilirdi. Sitpa, uçmayı öğrendiğinden beri en seri kanat çırpışlarını şimdi yapıyordu.

“Sitpa! Gitme, şaka yaptım. Bari arkanı sıkı tut! Sitpa!”

Kahri, başını iki kanadının arasına almış, olacakları korku bile beklemeye koyuldu.

* * *

Şimdi tekrar aşağıdayım. Yukarıda işler karıştı. Az önceki bütün o sesler, kendini yineliyor. İnsanlar, adım atmasa bile, arkadaki sürünün iteklemesiyle istemsizce ilerliyordu. Çocukların yüzlerindeki çocuk olma heyecanı kolayca okunuyordu. Bir ailenin bütün o kalabalık içinde farklı bir telaşı olduğu anlaşılıyordu. Bunu görmek için kuşların durduğu yükseklikten bakmak da gerekmezdi. Sadece çocuğun sırtına astığı hasır çuvalın deliğinden yere düşen oyuncakları görse dahi umursamaması, anlamak için yeterdi. Annesinin onu yarıştan saatler önce oraya götüreceğini bildiği için oyuncaklarını da yanında getirmişti. Çocuğun elini kafesleyen annesinin gözlerini ayırmadığı kasaba meydanı da neler düşünüldüğünü hemen söylüyordu. “Jüri, düdük sesi neymiş görsün bakalım” dediğini duydum. Bu cümleden sonra çocuğu düpedüz sürüklemeye başladı. Çocuğun gözleriyse, ensesinde olsa çok daha rahat edecekti. Birbirinin ardı sıra yere düşen oyuncaklar. Annesinin eline, küçük elini yerleştirmişti. Nasılsa tuttuğu el ne yöne çekerse oraya gideceği için önüne bakmıyordu.

Gözleri çuvaldan hangi oyuncakların düştüğündeydi. Turuncu saçları gözlerine dek iniyordu. Bunca insan arasında nelerin düştüğünü seçemiyordu elbette. Düşen o olsa kesin anlarım ama, diyordu.  Kırmızı uçağı düştüğünde üstünden kasabanın en yaşlısı olmaya oynayan nine koşar adım geçti. Çocuk, oyuncağa değil de bu yaştaki birinin hızına şaştı.  Robotu düşse kim bilir kaç parçaya ayrılacaktı, onun sesini duymamasında imkân görmüyordu. Ama düdüğü düşseydi… İşte o zaman bunu sadece ilk durdukları yerde çuvalı ters yüz ettiği zaman anlayabilirdi. Eh, takdir edersiniz ki bu biraz geç olurdu.

Çocuk, gözleri ıslak ıslak, arkasına bakarak yürüyordu. Ayaklarının çocuk boyda kalabileceklerinden haberleri olsa, ters dönerlerdi. Kalabalık dolusu insan bu çocuğu görmüyordu. Ayaklarının dibindeki oyuncaklara öylece basıp geçiyordu.

Sitpa’yı insanların içinde çırpınıp uçmaya çalışırken gördüm. Yaprakların arasına kadar yükselip sonra ağaçtan düdüğü olduğuna inandığı insanın kafasına doğru uçuyordu. Üstelik bunu her bir insanda yanıldığında yeniden yapıyordu.

“Buldum! Bu kez buldum.” çığırması neredeyse istasyonun alışılmış seslerinden birisi olacaktı. Neyse, çocuğu gözden kaybetmemeliyim.

Çocuk, mırıldanıyor, elinin tersiyle gözlerini siliyordu: “Düşme, düşme işte. Asker takımım bile düşebilir ama düdük, lütfen sen düşme.”

Annesi duyar gibi oldu, şüpheyle çocuğa eğildi. Çocuk, daha soruyu duymadan “Hayır konuşmadım, evden beri susuyorum anne.” dedi.

Bu çocuğun, buradaki sayısız çocuğunkinden farklı bir macerası olmalıydı. Çocuk kalmak için başka ve haklı sebepleri olmalıydı. Anne, sesin nereden geldiğini anlamadı. Düşmesi mevzu bahis olan düdüğü, oğlunun çuvalına yakıştırmadığını söyleyen yüz ekşitmesi, istasyonun midesini bulandırdı.

Çocuk, dünyanın öfkesini gözlerine doldurmuş, gözlerini arkasına iliştirmiş yürümüyor, sürükleniyordu. Aklından geçen fikirler, birazcık kalan çocukluğunu da mahvedecek yeterlilikte siyahtı. Kalan günler, çocukluğunun kaybettiği günlerine geri dönüp iyileştirmek için kısaydı.

Son çare çuvalıyla konuşmaya yeltendi:

“Çocukluk kaç yaşında biter acaba?”

Üstüne bir de cevap bekledi.

“Annem benimkinin bitmek üzere olduğunu her sabah ve öğlen ve akşam hatırlatıyor. Uykumdan uyandırıp –Büyüyeyim deme, yaşlanmaya hazır değilim.” dediğini bilirim. Çuval? Beni duyuyorsan bir şey söyle. Miden mi bulanıyor? Oyuncaklarımı kusmasan olur mu?”

İstasyondan çıkıp yarış alanına yaklaşmaya başladılar. Sitpa, hala kalabalığı takip ediyordu. İnsanlar ne yöne giderse kanatlarını oraya çırpıyordu. Az önce Kahri’nin yanındaki yorgunluğundan eser kalmamıştı. Birkaç ıska işeme denemesinin ardından son atışını gerçek tahta düdüğe saklamıştı. Arkasını sıkı tutuyordu. Annesi artık çocuğu duymuyordu. Kulaklarını diğer çocukların deneme düdük seslerine vermişti. En iyisinin onlarınki olduğundan emin olması lazımdı. Çocuk, fırsattan istifade etmeyi sevmişe benziyordu. Başını önüne eğerek konuşmaya devam etti:

“Annem bu yarışı kaç senedir bekliyor, bilsen. Ben de kaç senedir gençleştirme kremi karışımları üretip duruyorum ki çocukluğumu rahat bıraksın. Henüz başarılı olamadım. Sanki ben büyümesem, yüzü yerçekimine yenik düşmeyecek, sarkmayacak. Anlamıyorum. Sırf bu yarışı kazanayım diye seneler önce evin önüne kayısı ağacı dikti. Kayısı ağacından yapılan düdüklerin sesi, bir üfleyişte bütün kasabadan duyulur, deyip durdu.”

Çuvalda bir kıpırtı sezdi.

“Beni duyduğunu biliyordum, tamam konuşmayabilirsin. Ama şunu bil çuval: Ben bu yarışı kazanmaya çalıştığım için bu yaşıma kadar doğru düzgün çocukluk yaşayamadım. Şimdi bu yarışı kazanıp istediğim kadar çocuk kalmak, buradaki herkesten çok benim hakkım.”

Çuvaldaki hareketlilik, ne yazık ki çuvalın kulaklarından ötürü değildi. Sitpa sonunda göz ucuyla tahta düdüğü çuvalın deliğinden sarkarken görmüştü. İspinoz serisinin hatalı sürümü olduğunu belli eden çuval saldırısı, başarılı olmuştu. Sitpa, nasıl başardıysa, falsolu uçuşuyla çuvala alt deliğinden giriş yaptı. Şimdi büyük küçük birçok oyuncak arasında kanatları kopmasın diye çırpınıyordu.

 

Bu kadar oyuncağın aynı yerde olduğuna kendi çocukluğunda bile rastlamadığını düşündü. Sonra, Kahri’yi duyar gibi oldu:

“İnsanlar kuş beyinli derken seninkini ima ediyorsa gerçekten üzücü Sitpa. Çünkü bizim tek oyuncağımız olabilir. O da doğa.”

Çocuğun düşündüğü gibi oldu. Yarışa saatler vardı ama ikisi yarış alanındaki yerlerini almışlardı bile. Annesi, düdüğü yerinden çıkarmasını istedi. Çocuk, ayakkabısının bağcıklarını bağlamaya eğildi. Sonra annesi yine düdüğü istedi. Çocuk, yanındaki çocuğun annesinin saç rengini gösterdi. Annesinin de bir sınırı vardı:

“Bir daha tekrarlatırsan eve döndüğünde o ağaçta yaşamaya başlarsın.”

Teklif cazip geldi.

“Sırıtma. Kaktüs ağacından söz ediyorum.”

Keşke annesi, çocuğunu bu kadar tanımasaydı.

Çuvalı omzundan önüne indirdi. Söyledikleri arasında kalsın istediği için işaret parmağını dudaklarına götürüp kaşlarını kaldırarak çuvalı tembihledi. Çuvalın ipini çözer çözmez en az üç renk tüyü ve turuncu gagayı suratına iki santim mesafede gördü. Sitpa, ağzına tahta düdüğü asmış, kanatlarını çocuğun kafasında çırpıyordu. Turuncu gaga ile turuncu saçlar arasında neler döndüğüne çığlıklar içinde bakan annesi, korkusundan müdahale edemedi. Sitpa, kanatlarını alevlenecek derecede hızla çırpıp bu elverişsiz durumdan çıkmaya çalışıyordu. Havalanmaya başladığı an çocuk, Sitpa’nın kanadına atladı. Sitpa, biraz yükseldikten sonra, arkasında tuttuğu sonuncuyu annenin kafasına bıraktı.

“Bu sana şans getirir, bırak düdükçülüğü nine!”

Kafasındaki kuş pisliğine mi, kuşun kanadındaki çocuğuna mı yoksa nine oluşuna mı dehşete düşmeliydi, bilmiyordu. Gidişlerinin arkasından öylece baktı. Sitpa, ağzında tahta düdük asılı, kanadındaki ağırlığı anlamaya çalıştı. Çırpınırken kırdığını sandı. Yola değil, sağ kanadına bakmak için başını eğdiğinde gördüğüne inanamadı:

“Sen ne arıyorsun orada? İkimizi de düşüreceksin! Atla, yüksekte değiliz henüz. Atla!”

Çocuk, kekeleyerek:

“Ne, ne atlamasından söz ediyorsun? Düdüğümü ver, büyüyeceğim yoksa.”

Sitpa, önüne bakmalıydı. Akıl edemedi.

“Ben de doksan dördüncü ay dönümünde büyüdüğüm için Kahri’nin omzunda ağlamıştım.”

“Kahri ne be? Önüne bak! Kuş, bana değil önüne…”

Sitpa önüne değil kanadına bakarak uçmaması gerektiğini bir türlü anlamamıştı. Kalın bir ağaç gövdesine tosladılar. Biraz evvel kırıldığını sandığı kanadı, şimdi sahiden kırılmıştı. Çocuk, dökülen bir yığın yaprağın üzerine düştüğü için çoktan ayaklanmıştı bile. Yumuşak düşüşün verdiği sersemlikle bir iki sendeledikten sonra, düdüğü aramaya koyuldu.

“Ayıp be ayıp, seni uçuran kuşa değil, düdüğe mi bakıyorsun yani?”

“Anlamıyorsun kuş. Emin olabilirsin ki seninle Antartika’ya kadar uçarım, kanatların bunu kaldırırsa. Ama sırası değil.”

Sitpa, kırığın acısıyla mıdır, nedir, büsbütün saçmalamaya başladı.

“Artık kırık, kaldırmaz. Zaten soğuk olur ya.”

Çocuk, ağaçların arasında düdüğü aramaya devam etti. Tam toprak renginde olduğu için bulması epey güçtü. Bir yandan kuşa laf yetiştiriyor, bir yandan dizlerinin üstünde yaprakları sağa sola savurarak arıyordu:

“Hala ne diyorsun? Eğer bu yarışı kazanamaz ve büyürsem, hiç çocukluk yaşamamış olarak büyümüş olacağım. Düşünebiliyor musun? Bu yaşıma kadar ağaçlardan düdükler oyup üfleyip durdum. Ciğerlerim beş çocuk gücündedir.”

Nefes nefese kalmıştı. Sitpa, sırt üstü uzanmış, ukalaca başını sallıyordu.

“Tahmin edebiliyorum. Senin oyduğun ağaçlara konmak isteyen kuşları da tahmin edebiliyorum ama. Kuşlar en çok neyi çok sever biliyor musun? Konduğu zaman sarkan dalları sever. Çünkü ağırlığı ile bir şeyleri değiştirmiş olduğunu görür. Sonra tahta düdük sevdanız, kuşun dalını elinden alır. Dallar bitti, şimdi de kanatlarımızı kırmaya başladınız.”

Çocuk, buna cevap vermedi. Aramaktan yorulmuştu. Kendini Sitpa gibi sırt üstü toprağa bıraktı. Şimdi ikisinin de tüm gördüğü dallar arasından sızan güneşli göktü. İkisi de ağlıyordu. Yaşları toprağı sularken ikisi de birden bire durdu. Aynı şeyi görüyorlardı. Tam tepelerinde olduğu yerde kanat çırpıp havada kalan bir kuş. Sitpa, “Kahri!” diye bağırıp ayaklandı. Çocuk, olan biteni henüz anlamıyordu.

Kahri, Sitpa’nın ağaca çarpma sesini kaç kilometre ötede olursa olsun işitirdi. Yine duyup gelmişti. Ama yanında ağlayan bir çocuk bulacağını asla tahmin edemezdi.

“Umarım başına işediğin için ağlayan bir çocukla uğraşmak zorunda değilizdir. Çünkü öyleyse ben gidiyorum Sitpa, kolay gelsin.”

Kahri bu sözlerinin ardından kanatlarını geldiği yöne çeviriyordu ki Sitpa onu durdurdu.

“Hayır, annesinin başına yaptım. Ama yine hayır, onun için de ağlamıyor. Kahri, tahta düdüğü buldum. Birlikte uçarken ağaca çarptık çünkü konuşuyorduk. Sonra düdük kayboldu. Kanadım da kırık. Çocuk da daha önce hiç çocuk olmamış, ondan ağlıyor. Kahri, tahta düdük onun çocukluk anahtarı gibi bir şeymiş. Ama ben ona dersini verdim. Ağaç yontmak ne demekmiş gördü, kanadıma mâl olmuş olsa da.”

“Keşke ne olduğunu sormuş olsaydım da tüm bunları dinlemeyi ben tercih etmiş olsaydım Sitpa, dur koluna bakalım.”

Kahri ile Sitpa kırık kanatla ilgilenirken, çocuk kendini kaptırmış, hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Kahri, kanadı bırakıp çocuğun yanına gitti.

“Bu kadar ağlayacak ne var? Sen de büyürsün işte. Dünyanın ilk çocuk olmadan yetişkin olan insanı olursun.”

Çocuk cevap vermeden ağlamaya devam etti. Bunun böyle gitmeyeceğini düşünen Kahri, bir çare aramaya başladı. Çocuğun bu hali, ağaç dalı seven kuşlardan daha önemli gelmişti. Düdük, böyle bir yerde bulunabilecek gibi değildi. Öyleyse çocuğu öttürmenin bir yolunu bulmalılardı. Bir süre düşündü. Uzaktan yarışın birazdan başlayacağına dair anons ile birlikte çocuğun annesinin çığlıkları geldi. Kahri aceleyle:

“Kalk, kalk hadi! Kalkın ikiniz de. Duruma kanat koyuyorum. Sitpa, düdük senin yüzünden kaybolduğuna göre çocuğu sen öttüreceksin.”

“Kahri, gagandan çıkanı önce içinden bir kez kendine söyle istersen. O nasıl laf?”

Kahri umursamadan küçük bir dal parçası aramaya başladı. Çocuk, düdüğü ararken yerleri o kadar karıştırmıştı ki etrafta hiçbir şey bulunamazdı. Öyleyse Kahri, kuş gücünü kullanacaktı. Ağacın gövdesinin yukarı kısımlarına kadar uçtu. Sitpa merakla olacakları bekliyordu. Gagasıyla ağaçtan küçük bir parça koparttı. Biraz ağzında geveledi. Hızla ağaç parçasına şekil verdi.  Son gaga darbesini ucuna attı. Bu gaga, ağaç parçasına düdük görünümünü veren deliği yaratmıştı. Düdüğümüz hazır, dedi. Çocuk, bunu duyduğu an ağlamayı bıraktı. Gözlerini silerken Kahri’nin kanadıyla uzattığı şeye baktı. Gerçek bir tahta düdük gibi görünüyordu. “Ama,”  dedi, “bu ötmez ki.”

“O ötmeyecek, Sitpa ötecek.”

Sitpa, duyduğuna inanmak istemediği için gür bir kahkaha patlattı. Ağaçlık alanda yankılandı. Kahri’nin yine kıpırdamayan yüzü, Sitpa’yı susturdu. Kahri, çocuğun meraklı bakışlarını gidermek için sözlerine devam etti:

“Bizim bu saçma kuşun her şeyine değer bir özelliği var. O da şu: Sitpa, istediği zaman kendini öyle bir toparlıyor ki, küçücük bir top gibi yusyuvarlak kalıyor. Sitpa o kadar küçük kalınca sen onu yutacaksın. Sonra ben sizi yarış alanına uçuracağım. Sıra sana geldiğinde elindeki düdüğe üfler gibi yapacaksın. Sitpa, senin derin nefes verdiğini içinden anladığı anda düdük gibi ötecek. Böylece en güzel el yapımı düdük sesi, senden çıkacak. Sonra istediğin kadar çocuk kalacaksın. Fakat bir tavsiye, çok fazla uzat. Büyümeye değer bir şey yok.”

Sitpa, kanadı kırık olmasa, şimdi İskandinavya topraklarına kadar kaçmıştı. Ama şimdi kırık kanadını nasıl büküp kendini küçülteceğini düşünüyordu. Biçare Sitpa, yanındaki sarmaşıklarla kanadını sardı. Kanadının üstüne yatıp kendini birkaç kez döndürdükten sonra çocuğun boğazından geçecek kadar küçüldü. Çocuk, bu yaşadıklarına inanamıyordu.

“Yarışı kazanamayıp yarın büyüsem bile, dünya üzerindeki tüm çocuklarınkinden büyük bir çocukluk anısına sahibim artık.”

Kahri, çocuğun bir de buna ağlamasından korktuğu için Sitpa’yı çocuğun ağzına tıktı. Çocuk yutkunurken boğazından Sitpa’nın bedeni seçiliyordu.

Şimdi Kahri, kanadını çocuğa uzattı. Çocuk kanada tutundu. Birlikte yükseldiler.  Kahri, kasabanın yukardan görüntüsüne bir kez daha bakıp olanların gereksizliğine bir kez daha ikna oldu. Yarışın yapılacağı yere en yakın tenhalığa kondu. Kanadı ağrımıştı. Çocuk Kahri’nin başını okşayıp tek kelime etmeden annesini aramaya koştu.

“Düdük nerede? Geldin demek. Düdük nerede diyorum?

“Sağ ol, iyiyim anne.”

Çocuk, annesine bir açıklamada bulunmadan sıralanan çocukların içindeki yerini aldı. Annesi, bunu bir tavır sandı. Fakat sadece, olanlar açıklanabilirlikten epey uzaktı. Ve çocuk her ağzını açtığında kuş tüyleri çıkıyordu.

Sitpa, karın boşluğundaki yerini almıştı. Tüm bu macera onu acıktırmıştı. Sıra çocuğa gelene kadar çocuğun midesinde kalanlardan aşırmaya başladı. Sıranın çocuğa yaklaştığını anladığında sesin daha iyi çıkması için göğüs kafesine kadar yükseldi. Bir kuşun bulunabileceği tek iyi kafes, diye düşündü. Çocuk, derin bir nefes aldı. Sitpa’yı bir heyecan aldı. Ağzındaki yemekleri püskürtüp kendini hazırladı. Çocuk nefes verdiği anda olanca gücüyle düdük sesi gibi öttü. Çocuk normal nefesine geçtiğinde sesini kesti. Dışarıdaki alkış kıyameti, içeriden bile duyuluyordu. Sitpa, bu alkışın çocuğa olmasını umdu. Yanlış bir zamanda ötme korkusu dakikalardır aklındaydı.

Aradan ne kadar zaman geçti, Sitpa anlamadı. İçeride sıkılmaya başlamıştı. Üstelik etrafa püskürttüğü yemeklerden dolayı artık dışarıdaki sesler çok iyi duyulmuyordu. Kazanıp kazanmadıklarını merak ediyordu. Sitpa, çocuğun öksürük sarsıntılarıyla yavaşça yukarı çıkmaya başladı. Kahri, kanadıyla sertçe çocuğun sırtına vurdu. Şimdi Sitpa, dışarıdaydı.

“OF! SERÇE YUTMAN AKLIMIZA GELSEYDİ KEŞKE.”

Sitpa, birkaç derin nefes alıp eski büyüklüğüne döndükten sonra üzerinde Kahri’nin bakışlarını buldu. Kaç yıldır ilk defa onu sever gibi bakıyordu. Sonra yüzünü çocuğa döndü. Çocuk, öyle gülümsüyordu ki, sanki yerden göğe kadar çocuktu. Kazandıklarını anladı. Çocuk, istediği kadar çocuk kalacaktı. Sitpa ise ilk defa bir işe yaramıştı. Başını eğdi, annesini de biraz ötelerinde, elinde aynası, yüzüne bakıyordu. Uzun bir süre daha bu yaşta kalacak yüzüne. Saçlarındaki Sitpa pisliklerini umursamadan, aynaya bakıyordu.

* * *

Gözlerimi tekrar araladım. Uyandığımda yastık başımın altında, yorgan ise üzerimdeydi. Az önce onları karşımda görmemin, yeniden uyumaya ikna için aklımın bir oyunu olduğunu anlamalıydım. Güneş yeniden gözlerime girdi. Fakat bu kez, gözlerimi yeniden kapatmaya cesaret edemedim. Aklımdan tek geçen, böyle bir rüyadan uyanıp gerçek hayatı tekrar nasıl yaşayacağımdı. Fakat kalkmalı. İşe geç kaldım.

Elif Şeyda Doğan

Eylül 1994’te Ankara’da doğdum. İzmir’de büyüdüm. İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yapmaktayım. Öykü yazıyorum. İki kişi olarak CosmicZion Zine (czz) adlı fantastik edebiyat, uzay ve mitoloji fanzinini çıkartmaktayız.

Yerden Göğe Kadar Çocuk” için 1 Yorum Var

  1. Ne kadar uzun olmuş. Uyumadan bitireyim şu öyküyü derken uykumdan ettiniz beni.

    İyi de ettiniz. Çok hoş, biz gibileri anlatan, arkada kalmış, gözden kaçmış bir öykü olmuş bu.

    Dedim ya biz gibileri anlatan.

    Elinize sağlık. Daha çok yazın, daha çok okuyalım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *