Yaşlandığımda; ne dizlerim ağrıdı, ne de gözlerim bulanık görmeye başladı. İsa isimli o ünlü şahsın doğumundan beri, tek tek sayarken Güneş’in etrafında dönüşlerimizi; ne kaprislerim arttı, ne de ruhum sessizliğe büründü. Annemin rahmine düştüğümde ya da babamın spermlerine kollarımı açtığımda, olacakları ve nasıl bir hayat yaşayacağımı bilemiyordum. Babamı hiç tanımadım, bildiğim kadarıyla doğduğum köyde de onu tanıyan hiç olmamıştı. Annemin bile tanıdığını sanmıyorum. Savaşlar, barışlar, hastalıklar, salgınlar meydana geldikçe yeryüzünde, daha da güçlendim. Veba ve çok daha sonrasında Hitler, kara bir beşik gibi sallarken insanlığı, benim kapımı çalmadılar, çalamadılar. İnsanın hem ne kadar güçlü, hem de ne kadar zayıf olduğunu gözlemledim. Hastalık, kara bir delik gibi çekerken herkesi içine, inancını kaybetmeyeni de gördüm, inanmayanını da. İnanmanın, bir açıdan faydalı olduğunu anladım. İnanan, bir sonraki yaşamında -ki eğer sizler için böyle bir şey varsa-; cennetin şarap ve kadın fışkıran sözde bereketli topraklarında yaşama ihtimali marifetiyle, yeryüzünde ruh sağlığını bozan durumlara göğüs gerebiliyordu. Tabii heteroseksüel bir kadın için bu nasıl bir motivasyon olur bilemiyorum; benim bile bilemediğim şeyler var, bunu kabul edin bir kere. Kabul edin ki, ben de bir insanım. Sizden daha yaşlı olduğum, daha bilge, daha yakışıklı veya daha güzel olduğum anlamına gelmiyor. Kabul edin!
Benden dört yüz beş yüz yıl kadar önce doğmuş bir filozof, değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğunu söylemiş. Ona katılmıyorum. Değişimin varlığı ve sürekliliğinin yanında, değişmeyen bir şey daha vardır. O da insanlığın zalimliğidir. İnanın sözüme; bu böyledir. Her şey değişir, zalimlik baki kalır bu mavi karanlık boşluğun altında. Veba bir silindir gibi geçerken üstlerinden, onları gördüm. Onlar benim gördüğümü bilmiyorlardı ama onları gördüm. O çaresizlik içinde bile, hastalıktan bilincini kaybetmiş insanlara tekme atan, kafa derilerini kemiren bitler gibi tepelerine üşüşen insanlar gördüm. Gırtlakları kesip sokakları kırmızıya boyayan, ev yakıp külleri fezaya savuran, tecavüz edip iki tokat atarak arkasını dönüp giden pislikler gördüm; söyleyin bana faniler, ben bunların lideri nasıl olabilirim? Bunları affetmem, sindirebilmem ve insanlığın hayat yolunda ilerleyişinde, bedenine üflenen ruhunun bir gediği olarak ya da kendi elinde olmayan beyin kimyasının bir marifeti, bir eksikliği olarak görmem, kabullenmem mümkün mü? Bunun yanı sıra, açlık ve hastalık namus düşkünü bir gece bekçisi gibi karanlıkta düdüğünü öttüre öttüre gezdiğinde bile, iyi insan olan insanları da gördüm. Kabul edin bir kere; hepinizden daha fazla şey gördüm. En çok ben gördüm. İlk Çağın bastonunun kırılması ile merdivenden yuvarlanıp kafasını mermere çarptığında, Orta Çağın karanlığında seçebilmek için gözlerimi kısmam gerektiğinde, Yeni Çağın pek de yeni olmayan vahşi hareketlerinde ve nihayet siz beni dinleyen insanların devrinde bile; en çok ben gördüm. Kabul edin; bir kere de kabul edin!
Kötüler de öldüler, iyiler de. Kimisi toprağın altına uzandılar sessizce; ağaç oldular kelebekler kondular üzerlerine. Kimisinin küllerini bulutlara savurdu rüzgâr; yağmur oldular ve kelebekler beslendiler özsuları ile.
Leonardo ile akşamüstü sohbetlerimizin birinde, insanın dışını değil de, içini ve derinlerini görebilmenin yetenek olduğundan bahsetmiştik. Bunu hem ruhsal ve sanatsal, hem de anatomik açıdan yapabilen yegâne insan olması, tarih boyunca en saygıdeğer dostlarımdan biri olmasına da vesile olmuştur. Papa nam zat, insan vücudu üzerindeki çalışmalarını yasakladığında, altın tahtında oturduğu Vatikan’da karşısına dikilip, kim olduğumu söylemenin vaktinin geldiğine karar vermiştim. Dostum Leo, bileğimi yakalamış ve beni alıkoymuştu. Her zamanki bilgece ve zarif tavrı ile bunu yapmamamı, bana inanmayacaklarını söylemişti. Sanki insanlığın kibiri, beni ikinci kez çarmıha gerebilecekti. Bana iki resim yapacağını açıklamıştı. Biri herkesin bildiği dış görünüşümü ve yaşadıklarımı, diğeri ise Leo’nun benim içimde, derinlerimde gördüğü “beni” yansıtacağından bahsetmişti. Kabul etmiştim. Ben kabul ederim. Bir dost eli bana uzandığında kabul etmeyi öğrendim. Aynı şekilde başıma gelen kötü şeylerde ve benim istemeden yaptıklarımda, sorumluluğu üstlenip kabul etmeyi de öğrendim. Bunu böyle bilin. Siz de kabul edin!
Gel zaman git zaman sonra, dostum Leo çalışmalarını hızlandırmış, gecesini maviye, gündüzünü siyaha boyamıştı. Fırça darbeleri düştükçe tuvale, her görüşmemizde ağzı kulaklarına varana denk diğer işlerinden bahsetmişti. Tabloları bitirebilmesi yıllarını almıştı. İlk önce “Dışarıdan Görünen”i bitirdi. “İçerideki ”ne ise, daha sonra başlamış ancak bilinenin aksine “Dışarıdan Görünen”den daha uzun sürede bitirebilmişti. Bunun neden böyle olduğunu sorduğumda, bana bir insanın veya bir olayın gerçek özünü görebilmenin her zaman daha zor olduğunu ve hatta bunu resmetmenin daha da zor olacağından bahsetmişti. Daha sonra, “İçerideki”ni resmederken, “Dışarıdan Görünen”in etkisinde en az biçimde kalabilmek için, daha uzun sürede tamamladığını belirtmişti çünkü dışarıdan gördüğümüz, içine girdikçe her zaman değişirdi, farklılaşırdı; Haklıydı. Dostum Leo genelde hep haklıydı. Biz aramızda tablolara “Dışarıdan Görünen” ve “İçerideki” isimlerini vermiştik. Siz “Dışarıdan Görünen”i Son Akşam Yemeği, “İçerideki”ni de Mona Lisa olarak bilirsiniz. Siz insanlar zaten her zaman çok bilirsiniz. İkisi de aslında benim; ne tuhaf değil mi? Ah can dostum Leonardo, seni o kadar özlüyorum ki! Yoksa sen de mi?
Yakın Çağınızın, ileride bakınca aslında öncekilerden farklı olmadığını anlayacağınız bugünlerinde bir karar verdim. İnsan, iyi olduğu kadar kötü de, karanlık olduğu kadar güzel de. İnsan, mağduru yine kendisi olan bir vebadır; bu her zaman böyleydi ve böyle kalacaktır. Görüyorum ki; yaşadığınız bu dönemde bile Hitler’i baş tacı yapanların sıfatı da insandır. Beni takip edip etmemeniz umurumda değil. Bundan sonrası sizler için var mı yok mu, o da umurumda değil. Uzun ömrümün son demlerinde bir nihayete ulaştım kendi içimde. Yeniden doğacağım. Ömrü bir gün, kanatları rengârenk, güzelliği sabah güneşinin vurduğu ıslak çimenlerle yarışacak bir kelebek olarak doğacağım. Hangi anne babadan doğduğum önemli değil. Bu sefer güzelliklerin atası olacağım. Dostum Leo ile bir ağacın dalına konacağız ve inanın o bir günü sizlerden uzakta yaşayacağız. Kötülük dolu ruhlarınızı taşıyan bedenlerinizi gömdüğünüz topraktan biten bir bitkide, küllerinizin savrulduğu bulutlardan yağan yağmurdan içip; hayat bulacağız. Güzellikleri göremeyen sizler, bizi zaten göremeyeceksiniz; birbiriniz için veba olmaya devam edeceksiniz. Sakın ama sakın, kelebekleri de rahatsız etmeyiniz.
Merhabalar. Bol mesajlı, etkili, akıcı, merak uyandıran, denemevari ve oldukça iyi yazılmış bir öykü. Temayı da gayet farklı ve güzel kullanmışsınız; gayet beğendim. Akıcılığı zedelediğini düşündüğüm bir yer var, onu söyleyeyim:
”Kötüler de öldüler, iyiler de. Kimisi toprağın altına uzandılar sessizce; ağaç oldular kelebekler kondular üzerlerine. Kimisinin küllerini bulutlara savurdu rüzgâr; yağmur oldular ve kelebekler beslendiler özsuları ile.”
”…; ağaç oldular, kelebekler kondu üzerlerine,” daha iyi gibi. İki çokluk eki göze çarpıyor. Aynı şey şurada da var: ”…; yağmur oldular ve kelebekler beslendiler özsuları ile.” ”…;yağmur oldular ve kelebekler beslendi özsuları ile.”
Ellerinize sağlık. Gelecek seçkilerde de görüşebilmek dileğiyle.
Merhaba,
Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim.
Görüşmek üzere…
Merhaba Mert.
Sevhili Osman Eliuz’ un yorumlarına şiddetle katılıyorum. 🙂
Çok güzel bir Öykü/Denemeydi. Öyküden ziyade daha çok deneme havası olduğu için böyle yazdım. 🙂
Osman Eliuz’un belirttiği yüklemdeki çoğul eklerine ben de takıldım. Sonra açıp kontrol ettiğimde şöyle bir yazı ile karşılaştım:
“İnsan dışı varlıklar (cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar, organ adları,) ve soyut kavramlar (zaman ve eylem adları) tekil veya çoğul özne olduklarında yüklem tekil olur.” Aklında bulunsun. 🙂 Yüreğine sağlık. Gelecek seçkilerde görüşmek üzere. 🙂
Merhaba,
Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim.
Görüşmek üzere…