Onu ilk ben görmüştüm, denizin üzerinde yüzen kabarıklığı. Aytepesinin kayalıklarında ufku seyrediyordum. Fırtına yüzünden kökünden sökülmüş bir ağaç sandım önceleri. Kıyıya vurmak üzere olan bir ölü balina diye ümit ettim sonra. Nereden bilebilirdim ki, ruhumuzu kurutacak bir zehir damlası olduğunu.
Babam, Miyagi adasının kayalıklarına doğru balık avına çıkmıştı. Eve inip ablama haber vermeliyim diye düşündüm. Ablamın adı Yuki’ydi. Büyükler onun bedenine eski ruhların uğradığını söylüyordu. Bakışlarında gizemli bir ağırlık taşıyordu ablam. Acı bir sırrı paylaşan iki dostun, selamlaşırken gözlerinden akan hüznü taşıyordu.
Verandaya çıktığımda ablamı yerleri silerken buldum. Tahta bezini elinden attı, terini silip doğruldu. “Aytepesi mi?” diye sordu. Elbette orasıydı, sabahları okyanusu seyretmek için en sevdiğim noktaydı. Bir de batı yakasında Yıldırım Yarığı vardı, ama orası günbatımı içindi. Ablam yukatasını baldırına kadar çekti, esmer pirinç teni ortaya çıktı. Gettalarını ayağına geçirdiği gibi patikaya yöneldi. Bedeni o kadar narindi ki, sanki üst üste istiflenmiş bardaklar zelzelede gibi sarsılıyor, ama bir o kadar da inatla birbirine tutunuyordu.
Ablamın adı Yuki’ydi. Büyükler onun bedenine eski ruhların uğradığını söylüyordu. Doğruluk payı taşıyordu bu. Bazen ablam uzaklara dalıp gidiyor, hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. Gözlerinden yansıyan o ışıltı olmasa yeryüzüne ait bir kaya parçası olduğunu düşünebilirdiniz. Hele pirinç tatlısı yoğururken görmeliydiniz onu, sanki tüm karanlığını hamura akıtıyordu. Büyükannem ve arkadaşları ne zaman tabaklarından ısırık koparsa gözlerinden birkaç yaş boşalıyordu. Bakışları ufka kayıyor, “Yuki-chan, nasıl da şeref verdin bizim adamıza uğramakla.” diyorlardı.
“Oni-san Oni-san!” diyerek ablamın peşine takıldım. Tepeye vardığımda ablamı kabarıklığa dikkatini vermiş ve düşüncelere dalmış bir halde buldum. Bana doğru döndü: “Ben sahile iniyorum.” dedi ve hemen yanımdan geçip çalıların arasına daldı. Öylece kalakaldım. Kaybolduğu noktayı aralayınca saklı bir domuz patikasıyla karşılaştım. Oni-san hep sürprizlerle doluydu.
Benim adım Koji. Okinawa’da yaşıyorum. Dedeme göre, adamızla ana kara Japonya arasında, tekneyle iki haftalık bir yolculuk vardı. Babama göre ise Ekvator çizgisine doğru 400 km uzaklıktaydı adamız. Burada tropikal iklim hayat sürüyordu. Asla kar yağmazdı. Fakat arada güçlü fırtınalarla karşılaşıyorduk. Bu nedenle dedem şeker kamışı dikiyordu tarlasına.
Ablamın peşinden gidemedim. Dik yamaçtan bir teke kıvraklığıyla akıyordu o, ben ise geri eve inip anayoldan sahile indim. Kumsala vardığımda ablamın yukatasını ve gettasını sahilde buldum. Ketenli kumaşı elime aldım, hala ablamın sıcaklığını taşıyordu. Başımı kaldırdığımda onu mercan resiflerini aşarken buldum.
Ablamın adı Yuki’ydi. Büyükler onun bedenine eski ruhların uğradığını söylüyordu. Bedeninin bir görüntü, gerçeği gizlemek için bir perde olduğunu anlatıyorlardı. Ablam karanlıktan korkmazdı. Adanın batı yakasına kadar hiç durmadan koşabilirdi; yani yaklaşık beş saat. Ama iş yüzmeye geldi mi işler daha karmaşık bir hal alırdı. Yeryüzünde ablamı geçecek hiçbir insan yoktu. Hızlı olduğu nu söylemiyorum, demek istediğim ablam asla pes etmezdi, asla yorulmazdı. Büyükler, onun bedenine yunus ruhlarının da uğradığını söylüyordu. Ablamı Mercan resiflerini aşarken görünce içime bir heyecan doldu.
“Ganbatte, ganbatte kudasai!” diye bağırdım ardından. Zor duruma düşen birisine, çözüm bulma çabasını sürdürmesi için yüreklendirme haykırışıydı bu. Ne yazık ki çoğu ben merkezli toplumların dillerinde bu kelimenin karşılığı bulunmuyormuş, dedem anlatmıştı bize bunu. Ve elbette benim bu haykırışımı ablamın duymasının imkanı yoktu, dağın öteki yanından yükselen bir sinek vızıltısıydı sadece, ama biliyordum ki ablamın ruhuna ulaşacaktı bu dileğim.
Oni-san, denizdeki kabartıya yaklaşınca, bir ağaç dalına abanmış üniformalı genç bir asker buldu. Adamı yakasından tutup sarstı. Genç asker gözlerini araladı: “Neredeyim.” diye sordu.
“Okinawa’dasın.” dedi ablam, Kolunu kaldırıp işaret ederek, “Ana kara, Osaka hemen şu tarafta, kuzeyde. Tekneyle sadece iki hafta. Haydi sahile doğru ilerlemeliyiz. Sular yükseliyor, okyanus bize yardım edecek.” dedi. Genç askerin yorgunluktan kolunu zorlukla hareket ettirdiğini görünce: “Ganbatte, ganbatte kudasai!” diye fısıldadı. Sanki fırtınada boynu bükülmüş bir papatyayı incitmeden doğrultmaya çalışıyordu.
Sahile vardıklarında sabırsızlıktan yerinde duramıyordum. Bu sene ablamın kurtardığı üçüncü hayattı bu, çukura düşmüş yavru domuzu saymazsak. Yüzme bilmiyordum ben, bir türlü öğrenememiştim işte. Kafam pek çalışmıyormuş, büyükler diyor ki eğer yanımda ablam olmasa çoktan kuruyup gidermişim. Ama ben bir çiçek değilim ki!
Okyanusa doğru atamadığım kulaçları kumsalda bir yukarı bir aşağı arşınlayarak gideriyordum. Ablamın yaklaştığını görünce yerimde zıpladım. Gariptir, adamıza hiç kar yağmazdı. Peki neden ablama Yuki adını vermişlerdi. Annem rüyasında gördüğünü söylemişti, gökten yüzüne süzülen o narin tanecikleri anlatırdı. Gözlerini kapatır, başını göğe kaldırır, o taneciklerin tenine konmasını yaşardı.
Yaralıyı askeri okyanustan çıkarmakta zorlandık, bir kütük gibi ağırdı. Ablam kumsalda uzanan yutakasına uzandı, o ana kadar çıplak olduğunu fark etmemiştim. Kemerini beline sararken bakışlarımı okumuş olacak ki beni eve yolladı, su ve pirinç ekmeği getirmemi tembih etti. Suyu askerin dudaklarının arasından döktü. Asker gözlerini araladı: “Neredeyim?” diye sordu yeniden. Ablam hiç üşenmeden, hatta hafif bir gülümsemeyle tekrarladı söylediklerini.
Asker, kendisini tanıttı; Yüzbaşı Nakamura. Gizli bir göreve katılmıştı. Adamızın açıklarında demir atmış uçak gemilerini hedef almışlardı. Avucunu bir uçak gibi açtı, havada bir iki manevra çizip kumsalın üzerindeki bir çakıla çarptı. Parmak uçları taşa isabet edince dudaklarına bir tebessüm konmuştu. Fakat uzun sürmedi. Tekrar avucunu açtı, havada yine aynı manevraları çizdi. Tam dalışa geçtiğinde “Tufh!” dedi tok bir sesle. Uçası isabet almıştı, bir mermi çekirdeği saplanmış kanadına. Sanki kendi koluna saplanmışçasına uçağın acısını hissetti. Avcu fırtınada asılı çamaşır gibi sallandı ve çakılın uzağındaki bir noktaya iniş yaptı. Yamamoto-san’ın bakışlarını taşıyordu o anda, oğlunu genç yaşta hastalıktan kaybetmişti adamcağız.
Akşam olduğunda büyükler bizim evde toplandı. Yaralı askerin sabahı göremeyeceğini söylediler. Ablam bir türlü anlamak istemiyordu. Uçağı vuruluyor, denize çakılıyor, beş gün aç ve susuz yaşıyordu. Ve adamın hayatını kurtardığı gün ruhu bedeninden gidiyordu.
Büyükannem ablamı karşısında aldı. Adamın ruhunun bedenine hapsolduğunu ve ablamın sayesinde huzura kavuştuğunu söyledi. Ablam başını iki yana salladı, bunlara inanmak istemiyordu. “Ama benim istediğim onun hayatta kalması.” dedi sadece. İzin isteyip ayağa kalktı, yaralının başına oturdu. Adamın terini silerken kulağına eğildi: “Ganbatte, ganbatte kudasai!” diye fısıldadı. Tekrar doğruldu ablam, başını öne eğdi. Düz, karanlık saçları yüzünü örttü. Omuzları bir iki titredi, nefes alışı hızlandı. Tekrar adamın kulağına eğildi, elini adamın göğsüne bıraktı: “Ganbatte, ganbatte kudasai!” diye yalvardı.
Büyükler yine haklı çıktı. Yaralı asker gecenin ilerleyen saatlerinde son nefesini verdi. Ablam kaldıramadı bunu. Omuzlarındaki siyah eşarbı başına örttü ve evden dışarı çıktı, gölgeler arasında kayboldu. Büyükler onun gidişine engel olmadı. Rüzgarı hapsetmektir bu, dediler.
Ablamın haberi hala gelir kulağımıza. Adayı turlayan siyah eşarplı kadın diye. Adadakiler her akşam bir pirinç ekmeği asar kapının önüne. Bu kutsal varlık verandalarına adım atsın diye.
- Ganbatte, Ganbatte Kudasai! - 15 Aralık 2017
- İskelet Prenses ve Zehirli Şapka - 15 Kasım 2017
- Göle Yansıyan Dolunay - 15 Ekim 2017
- Kutsal Hastalık - 15 Eylül 2017
- Kişi ve Aksak - 15 Ağustos 2017
Merhabalar.
Yine çok çok güzeldi öykünüz.
Öykü Kamikazeye uygunluk bakımından Japonyada geçmesi hasebiyle seçkideki en yetkin öykü olabilir. Kullandığınız kelimeler, isimler ve adetler o coğrafyayı ve yaşamı tanıdığınıza işaret ediyor.
”Ablamın adı Yuki’ydi. Büyükler onun bedenine eski ruhların uğradığını söylüyordu.” Art arda üç kez tekrarlanan bu satırlar farklı ve çok hoş bir hava vermiş.
”Bedeni o kadar narindi ki, sanki üst üste istiflenmiş bardaklar zelzelede gibi sarsılıyor, ama bir o kadar da inatla birbirine tutunuyordu.” Harika.
”Düz, karanlık saçları yüzünü örttü.”
Sanırım öykü için yine zaman sizi köşeye sıkıştırdı; metinde epeyce kusur vardı bu kez. Ama hepsi de önemsiz şeylerdi. Birkaç da zamansal sorun olabilir emin olamadığım; göz atarsınız.
”Zor duruma düşen birisine, çözüm bulma çabasını sürdürmesi için yüreklendirme haykırışıydı bu.” ”Ganbatte,” kelimesine bayıldım.
Öykü anlam yoğunluğu olan ve genel atmosferiyle ilginç bir yapıya sahipti.
Mucize eseri öyle bir kazadan kurtulan adamın ölmesi ilginçti doğrusu; trajik 🙂
Ve bu sefer ikimiz de birinci şahsı kullanmışız anlatmak için.
Gelecek seçkilerde de görüşebilme umuduyla kendinize iyi bakın.
Imm. Yine unutmuşum. Şuna da bayıldım:
”Kafam pek çalışmıyormuş, büyükler diyor ki eğer yanımda ablam olmasa çoktan kuruyup gidermişim. Ama ben bir çiçek değilim ki!”
Öykünüzde hiç olay olmasa dahi bu gibi cümleler için tekrar tekrar okurdum ben.
Merhaba Deniz,
Öykün çok güzeldi. O atmosferi çok başarılı bir şekilde vermişsin. Temayı da Osman Eliuz’un dediği gibi dolandırmadan kullanmışsın. Benzetmelerin, ifadelerin her zamanki gibi çok hoştu.
Kalemine kuvvet.
Merhaba Deniz Eksilen,
Çok güzel hüzünlü bir öykü. Ganbatte kelimesini 6 sigma eğitiminde duymuştum sen yazınca tekrar baktım “do your best and go for it” demekmiş. Çok isabetli bir seçim olmuş. Teşekkürler bu güzel öykü için.
Merhaba Deniz 🙂
Ellerine sağlık. Güzel ve hüzünlü bir öyküydü.
“Ablamın adı Yuki’ydi. Büyükler onun bedenine eski ruhların uğradığını söylüyordu” ile başlayan ve her defasında ayrı lezzet katan kısımlar ayrıca güzeldi. Kalemine sağlık. 🙂