Öykü

Arınma

Dünya gezegenindeki sıradan mekanik ızdırap günlerinden biriydi. Otomatikleşmiş yaşamlarda benliğini unutmuş bilinçler, içlerinde çözemeyip bastırdıkları manevi huzursuzluklarını kamburlarında görünmez yükler gibi taşıyarak işe gidiyorlardı.

Yüzlerinde cansızlık, gözlerinde donukluk vardı. Taş ustalarının ve kravatlı tiranların yıkılmamak üzere kurdukları saraylarında takım elbiseli ejderhalar, banka hesaplarındaki dijital sıfırları saymakla meşguldüler. Aslında hiç orada olmayan, sanal tatmin aracı olarak banka kasalarında yaratılan illüzyon, para… İnsanlığın görünmeyen zincirleri, hakiki Öz’ünden koparmak için canla başla çalışan ruhsuz uzaylıların ellerinde sıkı sıkıya sarıldıkları son koz, korkuya dayalı borç ekonomisi…

Babillerden kalma kölelik düzeninin post-modern artıkları… Hâlâ hayatta ve görünüşe göre kuvvetlerinin son mertebelerindeydiler. Silahlar satıldı, petroller kazıldı, uyuşturucular damarlara çekildi ve sapkınlaştırılmış cinselliğin virali medyadan zihinlere virüs gibi sızdı. Kötülüğün çarkları sonsuza dek sürecek gibiydi.

Bu korkunç kısır döngü hiç bitmeyecek miydi ?

Hermetik ezoterizmin temel prensibi; zıtlıkların bir arada oluşu, tüm kaba titreşimli dünya hırslarının olanca çabasına rağmen yine de işleyecekti. Tüm etkiler karşılığında tepkisini de doğurmak zorundaydı. Hiçbir kör gözlü nefsani irade bu gerçeği engelleyemez, kozmik tonlarda çamurla kapatmaya çalışsalar da varlığın özündeki o şekilsiz, biçimsiz, sonsuz olanı gizleyemezlerdi.

Yüzyılların sancılı değişiminin artık patlama zamanı gelmişti.

Önce küçük bir yağmurla başladı. Hafif serpintiler, öncü mesajcılar gibi güneşli havayı bloke etti. Bu güneş, tıpkı Tarot’un 13 numaralı Ölüm kartında olduğu gibi iki büyük zindan kulesinin arasından yükselen Kara Şövalye’nin habercisi olan güneşti. Bu, mide bulandıran, zihinleri yoran, üretim –tüketim- kölelik çarkını döndüren sahte ışığın güneşiydi. Rutin mekaniği yaşatan enerjinin dünyaya gelişi, kara bulutlarla kesilmişti.

Hafifçe başlayan yaz ortasındaki serpinti, takip edilemeyecek bir hızla kademe kademe artarak yüksek tesirli bir senfonik bestenin kreşendosu gibi korkunç bir gök gürültüsüyle doruğa ulaşmıştı.

Huzursuzlukla dalgalanan göklerden şiddetle çakan şimşekler, bir anlığına da olsa geceye dönüşmüş günü aydınlatıyor ve tekrar karanlığa gömüyordu. Saatler içinde seller akan sokaklardan araç geçişleri iptal olmuş, vapur ve uçak seferleri durmuştu. Karıncalar gibi koşturan minyonların rutinleri bozulmuş, kafaları karışmış, mekanik aksamlar hata vermişti.

 

Uydu temelli, dünyayı çepeçevre saran dijital takip ağının sinyalleri gönderilemez olmuş, iletişim araçları bağlantıları kopmuştu. Haberleri izleyerek “yetkililerin” iş başında olduğunu bilip rahatlamak isteyen konformist modern şehirli bilinci, televizyonlarının da çalışmadığını ve elektriğin onları terk ettiğini görünce içlerinde bir şeylerin anormal olduğuna dair paniğin titreşimlerini hissetmeye başlamıştı.

Gökyüzündeki öfke dolu kırbaçların aydınlattığı o saniyelik anlarda, karanlıklarda görülen o tarifsiz dehşetlerle ortaya çıkan öyle tuhaf bazı tezahürler vardı ki, belli bir ruhani hassaslığa sahip nadir insanların çığlıklar atarak deliliğin kıyısına sürüklenmesine sebep olmuşlardı.

Ah o lâtif bilinçli bedenlenmiş yaşlı ruhlar… En çok ızdıraba, görebilmenin ızdırabına sessizce katlanan, sonsuz mutluluk olan cahilliğin kırmızı çizgilerini aşarak geri dönülemeyecek arınma yoluna giden felsefe taşının iflah olmaz romantikleri.. Onlar herkesten önce anlamıştı gelen “Şey” in ne olduğunu. Kimseye anlatmaya çalışmalarına gerek yoktu. Histerik coşkulu bir ağlamayla izliyorlardı. Sevinç gözyaşları arınmanın yağmurlarına karışıyordu.

Tam da bu yüzden, geleni gördükleri için tüm denizler kabarıp şehirlerin üzerine dalga dalga yükseldiğinde artık şaşkınlık göstermediler. Devasa dalgalar; tüm o gökdelenleri, bankaları, iş ve eziyet merkezlerini, erkek egosu şeklinde dizayn edilmiş iğrenç füze başlıkları ve askeri tesislerini yerle bir edip geçerken, yaşama güdüsüyle kırbaçlananlar çığlık çığlığa koştular.

Öylesine büyük bir korku sarıyordu ki yaşama sıkı sıkıya tutunan homo sapiensi, saklanabilecek bir delik ararken, gazabın dalgalarının üstünde süzüle süzüle gelen güzeller güzeli deniz kızlarını göremediler bile.

Parlak kuyruklarıyla kolaylıkla dalgaların üstünden geliyor, güzel bakışlarıyla önlerindeki felakete esrarengiz bir huzurla bakıyorlardı. Ellerinde Poseidon’un üç çatallı mızrağıyla dalgaların üstünden atlıyor, yıkıma giden yolda tüm insan yapımı şer dolu acıyla beslenen beton mezbahaların üstünden geçiyorlardı. Geçtikleri tüm çürümüş yapılar, dökülme zamanı gelmiş kabuklar gibi buruşup eriyerek kabaran okyanusa karışıyordu.

Ruhlarıyla bağlantılarını yitirmiş eril enerjinin şeytani yansımaları olan “akıllı” materyalist insanlar, bütün negatifliklerini öfkeli bağırışlarla, egolarının tonlaması olan emir veren cümlelerle kusuyordu. Göklere meydan okumaya cüret eden küstah Babil Kulelerinin yıkılışı karşısında çaresizlikle dövünüyorlardı. Dünyayı boğup kalp körlüğünün içinde kötülüğe gömen Eril enerjinin sapkınlığını arıtmaya gelen Dişil enerjinin temsilcisiydi güzel deniz kızları. Uzak cennetlerden her şeyi gören hakiki Göz’ün, dünyevi örgütlerle ilişkili olanın değil, ancak ve ancak mutlak olan Göz’ün sizi izliyorum dediği kutlu bir mesajıydı bu felaket.

Devasa dalgalar tüm dünyayı sararken toprak kimyasallardan arındı. Modern kölelik çağının temsilcisi olan doğanın eritemediği plastikler; plastik yaşamlar ve plastik bilinçlerin travmatik eziyetleri, deniz kızlarının dudaklarından çıkan büyüleyici şarkılarla eriyip evrenin sonsuzluğunda kayboldu.

Sancılı kabuk sökümü, nemli bir Antik Çağ arınmasıyla tamamlanıp eski nefsani kalıplar birer birer doğal değişimin çöplük mezarlıklarına gömülürken, yeni bir bilinç eskinin küllerinden doğmuştu. Deniz kızlarında olduğu gibi; dünyaya çakılı kalmalarını gerektirecek nefsani “ayak” bağlarından yoksun, göksel olanla uyum içinde süptil okyanuslarda süzülecek dişil Öz’ün sarmaladığı yeni insanlık devri başlamıştı.

O eski, tarih öncesi saklı cennetlerin, Aden’in, varoluşa layık türü yeniden doğmuştu. Bilinçleri nefsin kirinden arınmış ve okyanus elçileri deniz kızlarının getirdiği o sonsuz olanın kutsamasıyla sarılmıştı.

Evrensel okyanusun formsuz özgürlüğüne doğru adım adım yükselişin ilk basamakları, ruhani ışıltıyla parlayarak insanlığın önünde belirmişti. Kozmik tohumun şarkıları dirilen Atlantis’in dört bir yanında duyuluyordu.

Eskinin zincirleri erimişti. Artık yeni bir macera gelmişti insanlık için. Ruhsuz beton zombilerinden spiritüel savaşçılığın ışıldamalarına giden hakikatin yolu önlerinde sonsuzluğa uzanıyordu.

Ruhani yükseliş bitmiyor, ola ki daha yeni başlıyordu.

Can Çelikel

12.03.1992 Alanya doğumluyum. Kimya mühendisliği mezunuyum. İzmir’de yaşıyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Öyküde belgesel havası vardı, sanki bir olayın kesiti canlandırıyor gibiydi, okuru bir anda bu olayın içine atmak pek olmamış, ayrıca çok fazla arka arkaya söz cambazlığı vardı, yani insanın yozlaşması çok uzun ve arka arkaya gelen cümlelerle öyküye sıkıcılık, daha doğrusu biraz boğukluk katmış, anlatım güzel akıcıydı fakat dediğim gibi okuyucuyu tam manasıyla içine çekmiyor, daha doğrusu bende böyle oldu. eleştiri yapma amacım yazarın kendini geliştirmesinin en iyi yolu kaliteli eleştiridir, bu yüzden direkt eleştiri ile girdim yorumuma, daha iyi öykülerle gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle selametle…

  2. Avatar for seth seth says:

    Bu saatte can sıkıntısından çıldırmak üzereyken öykünüzü okumak, plastik dünya cehenneminin sular altında kalışını düşlemek iyi geldi. Deniz kızından böyle bir öykü çıkarabilmenizin etkileyici. :slight_smile:

  3. teşekkürlerrrrrrrrrrrrrrrr

  4. Merhaba, öykünüzü okudum.

    Öncelikle elinize sağlık, konuya ilginç bir yaklaşım olmuş. Üstelik üzerinde çalışıldığını hissettiren bir öykü yazmışsınız. Ancak bazı noktalarda eksiklikler olduğunu düşünüyorum.

    Hikayenin kurgu yönünü son derece minimal tutmuşsunuz. Bakış açınızın genişliği anlattığınız büyük değişimi uzaktan izlememize neden oluyor. Bu da duygu noktasında öyküyü zayıflatıyor. Daha önceki yorumlarda bir belgesel benzetmesi yapılmış, çok doğru olduğunu düşünüyorum. Anlatıcı eşliğinde birtakım olayların aktarılması şeklinde kurduğunuz için okur ile metin arasındaki belirli dinamikler, normal şartlarda kurulacağı gibi kurulmuyor. Bunun bir sebebi de anlatıcı ve kurduğu cümleler.

    Anlatıcının yazar, yani siz olarak öyküde bulunması yerine metne bir katman daha ekleyerek bütün bu metnin bu olayları yaşamış bir karakterin ağzından anlatıldığının okura verilmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum. Böylelikle metindeki şiirselliğe bir anlam katmış oluyoruz. Sizin yazdığınız haliyle metinde hem tempo problemi yaşanıyor hem de bazı ifadeler iğreti duruyor. Birkaç örnek vereyim:

    Bu alıntılardaki ifadeler ve onların yer aldıkları kısımlar genel olarak tempoda aksaklığa neden oluyor. Metinde Hermetik ezoterizm ile kurduğumuz ilişki, bir anda gelen yoğun betimlemeler ile karmaşıklaşıyor. Okur olarak bunu takip etmekte zorlanıyoruz. Bu zorluğu aşmak için bir kurgu katmanı yerleştirmek ve anlatıcıya bir kimlik vererek onun jest ve mimiklerini bize aktarmak iyi olabilirdi. Böylece hem yaşanan arınmayı daha iyi hissederiz, hem de yoğun anlatımın içinde kaybolmamak için sağlam bir korunak elde etmiş oluruz.

    Umarım yanlış anlamazsınız. Ä°yi günler dilerim.

  5. güzel eleştiri. teşekkürler. ve katılıyorum öykülerimdeki en büyük eksik bu. kurgu-diyalog-karakter yaratamıyorum. onun yerine beynimde zonklayan hayalleri bir an önce kağıda döküp rahatlayayım diye aceleyle tüm çağrışımları yazıyorum. ondan oluyor böyle… :slight_smile:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

2 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for can.celikel Avatar for merveriii Avatar for Muhammeddogan Avatar for DentArthurDent Avatar for seth