Öykü

Kabal

Okan hafif göbekli olmasına rağmen yine de atletik bir vücuda sahipti. Doğuştan yapılı vücudu, ona çok kötü bakmasına rağmen formunu sürekli korumayı başarıyordu. Yine de bu durum, başında dikilen uzman çavuşun şınav çek komutu karşısında kendine yeterli faydayı pek sağlayamıyordu. Kısa dönem askerliğinin birinci ayıydı. Şimdiden berbat bir hata yapmış olduğu gerçeğiyle yüzleşmiş ve kendisine her gün kızar olmuştu. Ne halt vardı da bedelli yapmak yerine buraya gelmeyi seçmişti. Bile bile cehenneme adım atmak gibi bir şeydi bu.

Tıknaz ve kırmızı suratlı çavuş, edindiği rütbenin havasıyla düdüğünü üfledi ve “Devam et asker!” komutunu verdi. Botunu uyarı maksadıyla yere vurmuştu. “Hızlan!”

Okan; Ocak soğuğunda İç Anadolu’nun taş gibi sert havasında nefesleri buhar şeklinde çıkarken düşüncelerinden sıyrılarak bir kez daha kollarına kuvvet verdi. Ikınırcasına oflayarak vücudunu yukarı kaldırdı. Suratı birkaç şınav daha sonrasında kıpkırmızı olmuştu. Sanki patlamak üzere olan bir domates gibiydi. En sonunda kendini yere bıraktığında çavuşun aşağılayıcı sözlerini duydu. Kısa dönem bir asker için bu kadar zorlanmasının gereği yoktu ama hayat böyle bir şeydi.

O gün cumaydı ve akşamları sahada erler maç yapardı. Pek adeti olmasa da Okan da maça katılmıştı. Tahmin ettiği gibi onu kaleci yapmışlardı. Korkularıyla bir başka acılı yüzleşme seansı olmuştu. Kaleye giren çoğu şutu içeri almış ve bir kere de bacak arasından yemişti. Kendisiyle alay edenlere rağmen hiç bozuntuya vermemiş ve gülerek karşılık vermişti. Hiç etkilenmiyor gözükmesi üst devrelerin ona rahatça sataşmalarını sağlıyordu. Ancak bunun karşılığında onun etkisiz eleman olduklarını bildiğinden kibirli acıma duygularıyla ona daha fazla – fiziksel – şiddet uygulamıyordu. Cehennemdeydi ve beş ay sonra defolup gidecekti.

O gün hem şınav seremonisi hem de maçtan dolayı yorulduğundan erkenden uyudu. Şansına gece ona nöbet yazmamışlardı.

Rüyası sıradan saçma sapan gündelik olayları görerek başlamıştı. Sanki olağanüstüne geçmeden önceki ısınma girizgahı gibiydi. Ardından birden, sanki dünya dışı bir müdahale olmuşçasına her şey kararak sadece kırmızı bir halka belirdi. Halkanın etrafında kırmızı alevler yanıyordu. Halkanın içinde önce dünyanın , ileriye yönelik durumunu gösteren görüntüler gördü. Tek kelimeyle korkunçtu. Elitler ve diğer insanlar iki ayrı sınıftı artık. Sadece yöneticiler ve köleler vardı. Eski Babil kölelik sistemi yeniden tamamlanmıştı. Yeni düzen kurulmuştu. Köleler 7/24 izleniyor takip ediliyordu. Herkes için belirli çalışma , uyuma, dinlenme vs süreleri vardı. Her şey; devasa bir kulede oturan yönetici zümresinin kontrolü altındaydı. Tüm kaynaklar , teknoloji ve kolluk kuvvetleri onların emrindeydi. Uluslar ve çeşitlilik yok olmuştu. Dünya tam anlamıyla bir fabrikaya, sonsuz kopya klonların çalıştığı bir üretim alanına dönmüştü. Karşı gelenler anında öldürülüyor, uydu dalgalarıyla herkes kontrol ediliyordu. Kendilerine örülen yolun dışına çıkmaları imkansızdı. Bilinçli ama bilinçleri bir dijital kafese sıkışmış sonsuz cehennemi yaşayan kitleler yığınıydılar artık.

Bunun ne kadar sürdüğünü bilmiyordu. Belki yıllarca , belki asırlarca… Ama bu tablo henüz gerçeklememiş olsa da yakın gelecekte olduğu açıktı. Derken Siyahi ve kızıl dumanlarla dolu cehennemi gökyüzünde ışıltılı, cinsiyetsiz bir yüz belirdi. Okan’a sesleniyordu.

“Sen.” Dedi. “Senin bir görevin var Okan. Sadece bunun için dünyadasın. Kalan her şey bir araç. Amacın bu gördüklerini gerçek kılacak olanlardan birini hiçliğe göndermek. O kişi senin çok yakınında.”

“Sen kimsin , tüm bunlar ne…” diye sayıklayacak oldu Okan. Işıltılı yüz tüm sorularını önceden biliyormuş gibiydi.

“Ben senin unuttuklarını sana hatırlatacak olanım. Biz kehaneti ileten mesajcılarız. ”

Dedi ve Okan’ın bir şey söylemesine fırsat vermeden bir yüz imgesi yarattı. Sert bakışlı, kavruk tenli ,kara gözlerinden kin akan , haki desenlerle dolu kıyafetinde omzunda çeşitli simgeler olan birisi. Orta yaşlı, kısa kesilmiş saçlı biriydi. Yüzü tanıdık geliyordu Okan’a ama çıkaramıyordu.

Okan şaşıracak kadar bile zamanı olmadığını anlamıştı.

“Kim bu ? “

“ Uyanınca anlayacaksın. Onu bize geri göndereceksin. Biz onu özel tedavimize alacağız. Bunu sen yapmalısın. Bu senin görevin.”

Bunun bir rüya olduğunu varlığın açık sözüyle anlamıştı Okan. Bu bir rüyaydı. Öyleyse hemen uyanabilirdi. Gözlerini açmayı denedi. Ama olmuyordu. Bilincini uyanıklığa getirmeye çalıştı. Bir şeyler engelliyordu. Paniğe kapıldı ve bağırmaya başladı.

“Benden birini öldürmemi mi istiyorsunuz? Delirdiniz mi be? Kimsiniz siz ? Bu rüyadan çıkmak istiyorum. Bunların hepsi yalan. Saçmalık. Hem neden ben yapacakmışım, daha elime silah alıp birini vurmuşluğum bile yok. Kavga etmekten korkarım. Yanlış adamı seçtiniz.”

Işıltı, sadece son dediğini dikkate almış gibiydi.

“İşte tam da bu yüzden Okan, tam da bu yüzden.” Okan bu cümlenin üstüne ışıltının yüzünde neredeyse bir gülümseme bile gördüğüne yemin edebilirdi.

* * *

Yataktan çığlık atarak uyanmış ve koğuştaki diğer erlerden küfür yemişti. Ama hiçbirini umursamıyordu. Gördüğü rüyanın etkisindeydi ve her detayını hatırlıyordu. Sadece bir rüya deyip geçiştirmeye çalışıyordu. Badisi Mehmet kendine uykusunda sayıkladığını söyledi. Okan geçiştirdi ve günlük sıkıcı askeriye işlerine koyuldu. Bulaşıkçıydı o. Okuduğu eğitimden bağımsız olarak gergin biri olduğu için performansını yerine getiremiyordu. Bölük komutanı da onu bulaşık yıkamak gibi ulvi bir göreve vermişti.

Komutan yemekhanesine giderek iğrenç bir güne daha başladı. Sonra başka bir gün ve bir gün daha… Günler böylece geçip gidiyordu ve Okan şafak saymaktan başka bir beklenti taşımadan zamanı geçiriyordu.

Aradan iki ay geçti. Artık son üç ay kalmıştı. Dişini sıkıyordu Okan. Bir gün sabah içtimasında Bölük komutanı ; geçici hizmetle bir ay süreliğine karargaha gelecek yüksek bir rütbeliden söz ettiğinde şaşırdı çünkü gelecek olan koca bir korgeneraldi.

Saçma sapan siyasi bir seremoni ve obüs atışlarını izlemek amaçlı geliyordu. Politikayla işi yoktu Okan’ın. Sadece komutan yemekhanesinde hazırlanacak yemekler ve çıkacak bulaşıkları düşünerek iç geçirdi. Lanet yerden bir an önce kurtulmalıydı.

* * *

O gün geldi çattı ve adı çok duyulan korgeneral askeriyeye geldi. Öğle içtimasında kendini gösterecekti. Sabahtan bölük komutanı onu özel olarak görevlendirmiş ve komutan yemekhanesini baştan aşağı düzenleme görevi vermişti. Gerilimden çıldıracak gibiydi Okan.

Öğlen geldi ve içtimada hazır beklerken söz konusu şahıs karşılarında belirdi. Klasik bir selamlama ve boğazları yırtarcasına “Sağol!” diye bağırılan gülünç ritüelden sonra ayakta beklerken Okan birden beyninden vurulmuşa döndü.

Adam kavruk tenli , kara gözlü kısacık kesilmiş saçlı ve en önemlisi o gördüğü korkunç kin ve kibirle kaplı bakışlara sahipti. Aylar öncesinde aklından çıkmış olan rüyasını hatırladı. Bu o adamdı işte. Yaydığı kötülük enerjisi mide bulandırıcıydı. Okan düşüncelere dalmışken bölük komutanının kendisine seslenmesiyle irkildi. Yine doğruca yemekhane hazırlıklarına başlama zamanıydı.

Okan işlerini çabucak bitirip konu üzerinde hızlı düşüncelere girdi. Saçmalama diyordu kendi kendine bu sadece bir rüya. Ama içinde karşı konulmaz bir his adamın varlığının yarattığı rahatsızlığı inkar edemiyordu.

Yemekhane salonu mutfağın hemen yanında olduğu için ve bakımsızlıktan duvarlar inceldiği için oradaki konuşmaları duyabiliyordu. Adamın her cümlesi güç, başkalarını aşağılama, lobicilik, iktidar, hiyerarşi, para, silah , ezerek kuvvet kazanma, devlet içindeki yüksek kademelere şantaj ve baskıyla erişme üzerineydi. Tabi bunu herkesin yanında söylemiyor, karargahtaki birkaç yakın dostuyla konuşuyordu. Şansına en özel konuşmalarını yemekte konuşuyordu.

Okan anladı. Bu adam yüksek kademelere kötülükle yayılan o sürüngen hastalığının yüksek rütbeli bir virüsüydü. O hastalık; güce, domine etmeye, şiddet ve hegemonyaya duyulan ihtirastı. Askeriyenin genelinde zaten ritüelistik travmanın getirdiği bir psikolojik bozulma söz konusu vardı ama korgeneralde durum farklı, çok daha üst seviyede; sözde vatan için gibi içi boş laflarla bile saklanamayacak seviyedeydi. Kendine organize bir çete kurarak geleceğin eli kanlı genelkurmayı olabilmek için uğraşıyordu. Ardından o rüyasında gördüğü dehşetli bir yeni çağ düzenini kurmak için üzerine düşen uluslararası rolünü oynayacaktı. O mutlak kölelik sisteminin oluşmasında parmağı olacak olanlardandı bu yaratık.

Okan fırsat bulduğu bir zamanda internetten kendisiyle ilgili söylentileri de okuyunca hiç şaşırmamıştı. Kontrgerilla faaliyetlerine karıştığı da söyleniyordu.

Gece uyuyakalmışken yine siyah zemine üzerinde oluşan kırmızı halkayı gördüğünde artık şaşırmamıştı. Işıltılı yüz ona sadece izlemesi gerektiğini söyledi. Yeni görüntüler geldi. Korgeneral aynı zamanda yurtdışı süper güçlerle de bağlantılıydı. Uyuşturucu alım satımından kar elde ediyor ve… Okan buradaki görüntülerden kriz geçirecek gibi oldu. Bodrumlarda zindanlarda zincirlenip tecavüz edilen, adrenalin salgılarıyla kanları toplanıp ölümsüzlük iksiri yapılan cehennem evlerine insan kurban sağlamakla ilgili büyük ve korkunç bir ağın da üyesiydi. Bu kadarı çok fazlaydı. Dünyadaki negatifliği yüksek seviyede arttıran bir karanlık unsurdu. Kabal’ın Türkiye’deki önde gelen temsilcisiydi!

Okan uyandığında koşarak tuvalette gitti ve dakikalarca kustu.

O kukuletalı zebanilerle birlikte katıldığı ve yaptığı korkunç eylemlerinin görüntüsü aklından çıkmıyordu. Derin nefeslerle aklına hakim olmaya çalıştı. Buradan sağ çıkarsa iyi bir terapiste gitmesi gerekecekti.

Okan için odaklanma ve düşünme süresi başlamıştı. İçinden sürekli rüyayı ve lanet kehaneti unutması gerektiğini söylese de hassas yanı onu bir şeyler yapmaya sürüklüyordu. Mantığın yerine hassas yanı ağır basıyordu Okan’ın. Ona ne yapabilirdi ki ? Gidip kafasına mı ateş edecekti. Anında tahtalıköye giderdi. Hapislerde kendisine de tecavüz edileceğinden emindi. Yargıda adamları vardı korgeneralin. Torpil ve rüşvetle büyük makamlara atanan şeytanın avukatları kol geziyordu adliyelerde.

Ama ya nasıl olduğu fark edilmeyen bir yolla elimine edilirse? Ya da ışıltılı yüzün dediği gibi “hiçliğe” gönderilirse? Peki ama nasıl olacaktı?

* * *

Önümüzdeki bir hafta sürekli düşündü Okan. Aklına paçayı kurtaracağı bir yol gelmiyordu. Olsa olsa zehir olabilirdi. Ama hem zehri nereden bulacaktı hem de otopside anında yakalanırdı. Bir gün yine yan odadaki konuşmaları dinlerken bir cümle duydu ve gözleri kocaman oldu. Aklında bir ışık yandı. Korgeneral şeker hastasıydı ve insülin kullanıyordu!

Aklında bir plan anında belirmeye başlıyordu. Babası da aynı sorundan mağdurdu ve insülin kullanımını oradan iyi biliyordu. Bir insülin dozu 5 miligramlık şırıngayla vurulurdu ve korgeneralin tip 2 diyabet olduğunu laf aralarında konuşurken duymuştu. Tip 2 diyabet için günde 2 doz yeterliydi.

Okan’ın babası, son zamanlarda iyice çığırından çıkarak insülin iğnelerini alıp alıp sağa sola fırlatır olmuştu ve kullanmıyordu. Kendi kendine diyetler yaparak sorunu çözmeye çalışıyordu. Ölmesi yakındı ama Okan umursamıyordu. Okan sadece kendini içinde bulunduğu cehennemden çıkarmak istiyordu.

Yapması gerekeni biliyordu. Zihni bir rüzgârla serinlemiş gibi hafifledi. Hemen memleketine bir haftalık izin istedi. Şimdiye kadar sorun çıkarmamıştı ve komutanların götünü mecburen yaladığı için izin almasında bir sorun çıkmadı.

12 saatlik berbat bir yolculuğun ardından evine vardı. Bir hafta içinde hem biraz dinlendi hem de babasının hiç umursamadığı ecza dolabından insülin iğnelerini birer ikişer yürüttü. Hem sıcak dolapta saklıyordu hem de tarihi geçmek üzere bayatlamıştı materyal. Tam da Okan’ın istediği gibiydi. Şeker hastası olan birinin insülin kullanması niye şüphe yaratsındı ki ?

* * *

Olabilecek bir başka sorun valizinde iğneleri içeriye sokabilmekti. Ama daha nizamiyeye ilk günkü gelişinde bile, nizamiye komutanı absürt bir şekilde içinde uyuşturucu var mı diye sormuştu. Okan da tabi yok deyince komutan biraz yüzüne bakmış ve temiz birine benzediği için arama yaptırmadan geçmesine izin vermişti. Okan şanslıydı ki izinden dönerken yine aynı komutan vardı. Komutan şaka yollu aynı soruyu sordu ve Okan da yok deyince aramadan geçmesine izin verdi. Askeriye ilginç bir yerdi doğrusu.

Korgeneralin gitmesine son birkaç hafta kalmıştı. Kendi hastalık için kullandığı insülini zerk ettikten hemen sonra yemekleri götürmeliydi. Bir aylık rutininden bunun akşamları tam yediye beş kala yaptığını tespit etmişti. Ardından yemek hazır olmalıydı. Haydi Okan dedi kendi kendine, elleri ayakları titrese ve sürekli vazgeçmek istese de bunu yapmalıydı. Kızıl alevler ve ışıltılı yüzün çağrısı onu eyleme çekiyordu.

Komutanın yardakçılarının masalara oturduğunu duyunca işe koyuldu. Mutfağın kapısını kilitledi. Bir gece önceden gizlice depoladığı şırıngaları çıkardı. Şırıngaları sökerek baharatlı menemen yemeğinin içine sıvıları dökmeye başladı. Kabal üyesinin ihtiyacı olan insülin öğün öncesi 5 miligramdı. Ancak Okan 6 tane birden şırınganın içini menemen tavasına boşalttı ve iyice karıştırdı. Üzerine türlü türlü baharatlar ve bol soğan koyarak oluşabilecek farklı tadı gizlemeye çalıştı. Boş enjektörleri yine gizli çekmecesine depoladı. Neyse ki bu izbe Obüs merkezinde yemekhanede kamera yoktu.

Yemek zamanı gelmişti. Yemeği götürürken her zamanki tiksintisini bastırmaya çalıştı. Elleri titriyordu ve neredeyse yemeği dökecekti. Neyse ki korgeneral hummalı konuşmalara dalmıştı ve fark etmedi.

Yemeği bıraktı ve çıktı. Dikkat çekmemesi gerekiyordu. Bilerek öğle değil akşam yemeği saatini seçmişti, çünkü Ocak ayındalardı ve hava erkenden kararıyordu. Üstelik, yemekhanenin karşısındaki ormanlık arazide hiç ışık olmadığı için zifiriydi. İnsülinlerin ne zaman etki edeceğini bilmiyordu. Şimdi mecburen riske girmeli ve cinayet delillerini karanlık ormana gömmeliydi. Etrafını iyice gözetleyerek mutfağın arka kapısından çıktı ve koşturarak ormana girdi. Orada, birkaç yıl öncesinden başlanan bir gözcü kulesi inşaatı temellerinin yanında kazma ve kürekler vardı. Her nedense bir ihale sorunu sebebiyle inşaat yarım kalmış ve öylece bırakılmıştı.

Hemen birkaç yüz metre koşturarak küreği buldu. Eldivenlerini giydi ve atkısını iyice yüzüne burnuna sardı. Gömme esnasında tükürük ya da parmak izinin bulaşması sonunu getirirdi. Şırıngaları gömmeden önce iyice toprağa sildi. Sonra olağanüstü bir hızla derince bir çukur açıp şırıngaları gömdü ve çukuru kapattı , küreği aldığı yere koydu.

Yemekhaneye döndüğünde bağırtılar başlamıştı bile. Daha geleli birkaç saniye olmuştu ki mutfak kapısı gümbürtüyle açıldı. Yardakçı komutanlardan biri bağırarak Korgeneralin fenalaştığını ve ambulans erini çağırmamı söyledi. Tam zamanında yetişmişti. Oradan ayrılmak Okan’a zaten gelebilecek en iyi eylemdi.

Yaşadığı adrenalinden soluk soluğaydı. Korgeneral ambulansla hastaneye kaldırıldı ve orada öldü. Ölüm sebebine aşırı insülin inflamasyonu tip 2 diyabet yazılmıştı. Ancak yine de savcılık soruşturma başlatmış ve başta Okan dahil herkesi sorgulamışlardı. Yemekhaneyi didik didik arayana kadar Okan göz altında tutulmuştu. Bu süre boyunca ona çeşitli psikolojik şiddet teknikleri uygulanmıştı. Okan ne zaman kırılacak ve itiraf edecek gibi olsa sürekli ışıltılı yüzü düşünüyordu. Onu düşünmek kendini rahatlatıyordu. Belki de tüm o kehanet bir saçmalıktan ibaretti ama bu ihtimali aklına geldiği anda kovalıyordu.

Haftalarca nezarette kaldıktan sonra hiçbir yerde delil bulunamayınca salındı. Kalan sürelerini rahatça bitirdi. Çünkü artık koğuştaki hiçbir er ona fazla sataşmıyor hatta ondan çekiniyorlardı. Evet eylemin faili kanıtlanmamıştı ama herkesin içine bir şüphe düşmüştü artık.

Okan yeni durumdan memnundu. Kafası rahatlamıştı. Ömründe kavga bile doğru düzgün etmemiş biriyken bunları nasıl başardığına şaşıyordu. Hepsi o rüyalarla başlamıştı. Eylem hakkında hiçbir şey düşünmeden rahatça kafasını yastığa koyup uyuyordu. Müthiş şansı sayesinde kodese girmekten kurtulmuştu. Artık sadece normal bir yaşam sürecekti.

* * *

Askeriyede son gecesine gelmişti. Öyle mutlu ve rahattı ki. Nihayet bu cehennem ocağından kurtulacak ve medeni yaşama geri dönecekti. Rüyayı ve alevli çemberi de düşünmeyi bırakmıştı. Böyle bir olaylar zinciri hiç yaşanmamış gibi her şeye yeniden başlayacaktı.

Ancak son gecesinde uykuya yeni dalmışken; dehşete kapılarak o kırmızı alevlerle kaplı çemberin yeniden siyah zemin üzerine belirdiğini gördü. Hayır dedi rüyasında. Hayır hayır hayır!

O artık tanıdığı ışıltılı yüz yeniden belirdi.

“Merhaba genç savaşçı. Tebrik ediyorum. Çok zor bir görevi başardın. Karanlığın önemli bir kalesini yıktın. Sen bir ruhani savaşçısın. “

Bunu demesiyle birlikte etrafında ilk defa yeni suretler belirdi. Yeni yüzler , hepsi cinsiyetsiz ve ışıl ışıl parlayan gözleriyle birlikte yoğun bir sevgi içerisinde Okan’a bakıyorlardı. Okan tüm korkusunun çözüldüğünü ve içini daha önce hiç hissetmediği rahatlatıcı bir sıcaklığın kapladığını hisseti.

“Bizden korkma, savaşçı biz aynı taraftayız.”

“Siz kimsiniz yahu tanımıyorum bile!”

“Sorularının hepsini cevaplayacağız. Şimdi bir dinlenme dönemine çıkıyorsun. Ardından, yeni görevle birlikte soruların aydınlığa kavuşacak. Bizi tanıyacak ve tüm bu olanların ne olduğunu öğreneceksin.”

Okan şaşkınlıkla bağırdı.

“YENİ GÖREV Mİ !?”

Işıltılar karşılık verdi.

“Sen karanlık tarafın Türkiye’deki önemli bir kalesini yıktın. Ancak bu daha başlangıç, değerli savaşçımız. Bu karanlık ağ sadece bir ülkeyle sınırlı değil, dünya çapında. Seninle devam etmek istiyoruz. Ancak sen olduğun sürece bu dünyanın zulmüne bir son verebiliriz.”

Okan itiraz etmek istedi. Bağırdı ve daha fazla gerilimi kaldıramayacağını haykırdı.

Yine de yüzlerin ona bakışındaki sıcaklık ve güven hissiyle gevşedi.

Işıltılardan kendisiyle ilk önce konuşanı tekrar söze girdi.

“Önce dinlen. Vücudunu geliştir. Kaslarına ihtiyacın olacak. Sonra kötüleri avlamaya çıkacaksın.”

Okan çaresizce olan biteni izliyor ve o parlak yüzlere bakıyordu.

Birden yüzler yavaş yavaş soluklanmaya başladı. İlk sözcü halen oradaydı ve parlaktı. Son sözünü söyledi ve gülümsedi.

“Tekrar görüşeceğiz.”

Can Çelikel

12.03.1992 Alanya doğumluyum. Kimya mühendisliği mezunuyum. İzmir’de yaşıyorum.