Öykü

Gök Sahanlığı Savaşı

Not:Bu ay yeni bir şey denemek istiyorum. Aşağıda, bu ayki konu için yazdığım hikayeyi bulabilirsiniz. Bu hikaye benim ilk versiyonum yani son nokta konduktan sonra hiçbir düzeltme yapılmamış hali. İçinde, mantık hatalarından yazım hatalarına, karakter hatalarından olay akış sorunlarına kadar her şey var. Üstelik tüm bunların yanı sıra 1 karakter fazla, 1 karakter amaçsız ve mantık hatası dolayısıyla aslında ölü doğmuş bir öykü. Bu ay seçkideki okuyucu ve yazarlara hatalarımı, daha çok öğrenelim diye açıyorum. Lütfen gördüğünüz herşeyi yazın. Belki bu hikayeyi kurtarmanın bir yolunu beraber buluruz.

* * *

Uzun ve sıkıntılı bekleyişin ardından kontrol noktasına ulaşan her bir kafile haberi, kampın geneline hızla yayılıyor, büyüklüğüne bakılmaksızın büyük bir coşkuyla karşılanıyor ve kafilelere kılavuzluk eden Çobanlar da en az kafileler kadar ilgi görüyordu. Bununla beraber, Çobanların gergin ve tetikte halleri coşkudan etkilenmiyor aksine, yolcuların kamp alanı boyunca geçişine nezaret ederken ellerini kılıçlarının üzerinden çekmeye niyetleri yokmuş gibi görünüyorlardı. Ancak bu ruh halleri büyük bir anlayışla karşılanıyordu. Ne de olsa  kıymetli yolcularını yeni yerleşim alanlarına ulaştırabilmek için Düzen’e yayılmış dokuz katı geçmek zorunda kalmışlardı. Üstelik, dokuz katı geçmek yetmemiş onu bir kubbe gibi örtmesine rağmen henüz keşfedilmemiş olan göğe çıkarak kendi patikalarını açmış, henüz isim koyulmamış kötülükleri aydınlığın kılıçları ile yakmış ve onlara emanet edilenleri yerlerine yerleştirmeden de kimseye “hoşbulduk” demeye niyetleri yoktu. Bütün bir kamp alanı bunu biliyordu, çünkü yeraltındaki mağralarında yaşayan yıldızları göğe çıkarmak için her biri Yıldız Çobanları ile aynı uzun, yorucu ve tehlikeli yolculuğu yapmışlardı.

Gökçe saçlarını örmeyi bitirdiğinde, yolculuktan yorgun düşmüş yıldızlardan oluşan son kafile de kamp alanının derinliklerine doğru gözden kayboluyordu.

Geriye, sadece bir Yıldız Çobanı kalmıştı.

“Bir adın var mı?”diye sordu Gökçe yaslandığı yerden. yola adımını atarken.

Yıldız Çobanı, koyu renk bir pelerinin derinliklerinde kaybolmuş gibiydi ve o karanlıktan sadece iki mavi kristalden yayılan ışık görünüyordu. Ona bakmaya tenezzül dahi etmemişti ancak Gökçe, onu duyduğunu biliyordu.

“Üzerine bindiğin şey bir tür at mı? Siyah bir dumana benziyor?”dedi ve tam önüne gelip yola geçişini kapattı. Gökçe yine cevap alamadı. Bu sefer, mavi kristallerin baktığı yöne döndü ve kafilenin artık kampın merkezine ulaştığını gördü.

“Onları bir daha göremeyeceğin için üzülmüş olmalısın.”dedi Gökçe, “Düzen’in dokuz katının her birinde toprağın altına girmek, mağaralarda yıldız aramak, ararken karanlığın tüm yaratıkları ile savaşmak ve yıldızları bulup onları göğe çıkarmak için büyük bir savaşçı olmak gerekiyor.”.

Yıldız Çobanı uzun zamandır ilk defa hareket etti ve sarındığı pelerinin içinden konuştu. Konuştuğunda sesi sanki kalın bir camın öte yanından geliyormuşçasına boğuk ve derindi.

“Adın ne çocuk?”diye sordu.

“Adım Gökçe ve ben bir çocuk değilim! Dünya yılıyla 752 yaşındayım.”diye cevapladı bariz bir kızgınlıkla.

“Adın Gökçe ise Düzen’in 4.Katında yaşayan Gök Han’ın mavi tenli kuzenlerinden biri olmalısın. Dünya yılları ise senin katındaki yıllara göre tatlı bir akşam meltemi gibi hızla eser geçer. Dünya da 752 isen kendi insanların arasında ergenliğe yeni girmiş sayılırsın. Seni Göğün Sahanlığına getirmelerine bile şaşırdım.”dedi Yıldız Çobanı. “Burası henüz yıldızlarla aydınlanmadığından ışıksız bir bölgedir ve karanlık burada çok güçlü olabilir!”

Gökçe, çevresine hızla baktı. “Getirmediler zaten.”dedi ve ekledi “Yıldız Çobanı olmak için bir arkadaşımla evden kaçtım.”

Yıldız Çobanı hiç bir tepki vermedi. Ancak konuşurken sesinde belli bir ilgi vardı. “Düzen’in 4.katı, göğe en yakın giriş noktasına sahip olsa da gökyüzünün tamamı henüz keşfedilmedi. Düzen ve gök arasında kaç sefer yaparsam yapayım sanki her defasında yeni yollar açmak zorunda kalıyorum. Kampın güvenliğini sağlamak için alınan önlemleri saymaya gerek bile yok. Yine de evden kaçıp kampa ulaştığını iddia eden bir çocuk var burada.”

Gökçe’nin yola çıktığı taraftan gelen bir gürüldeme aniden çevrelerini doldurdu. “Olamaz!”dedi Gökçe “Uyandı ve ben yanında değilim.”sonra hızla yola girdiği yere dönüp karanlıkta kayboldu.

Yıldız Çobanı mavi gözleri ile karanlığı taradı. Gökçe’nin yaslandığı şeyin ne olduğunu görünce düşünmeden atını küçük kızın arkasından karanlığa sürdü. Çok geçmeden Gökçe’yi koşarken buldu, uzanıp ensesinden yakalayıp eyerine oturttu.

“Yaslandığın yerin devasa boyutlarda bir kristal kayası olduğunu zannetmiştim. Demir bir kazık olabileceği aklıma gelmemişti.”dedi “Buraya kadar nasıl geldiğin belli oldu.”

Gürüldeme sesi artık kampın tamamında duyuluyordu. Çadırlar titriyor, yıldızlar oldukları yere korkuyla siniyor ve diğer çobanlar neler olduğunu anlayabilmek için karanlığı tarıyorlardı.

Gökçe, Yıldız Çobanına sıkıca tutundu. “Az ilerideki iskelenin orada!”diye haykırdı.

Çoban atını seri ama dikkatle sürüyor, aniden önüne çıkan diğer kazıklara çarpmadan ustaca ilerliyordu. “Kaç tane kazık çaktın!” diye sordu. Sesi ilk defa gergin çıkmıştı.

“Düzen’in her bir katı için dokuz tane demir kazık çaktım!”diye cevapladı Gökçe. “Umarım yeterli olur!”

“Bunu şimdi mi düşünüyorsun?”diye homurdandı Yıldız Çobanı. “Ona durmasını söyle yoksa karanlık bizi bulacak. Kamp yıldız dolu ama yeteri kadar çoban yok! Herkesi koruyamayız.”

“Bu imkansız!”dedi Gökçe “Ona hiç bir şey söyleyemem.”

“Yıldız Çobanı olmak istemiyor muydun? Cesaretini göster ve ona durmasını söyle!”dedi, kızın korkutuğunu düşünerek.

“Hayır öyle değil!”diye cevapladı Gökçe “Söyleyemem çünkü o sağır!”

Yıldız Çobanı büyük bir hayret ve inanamazlıkla duyduklarını anlamaya çalışıyordu ancak Gökçe’nin haykırışı ile düşünceleri bölündü.

Küçük kız kampın girişini gösteriyordu “Şimşek çakıyor!”dedi korkuyla, “Karanlık bizi buldu.”

* * *

“Hepsi kampa girdi!”dedi Deles usulca.

Afaret gülümsedi. Yıldızları öldürmek için beklediği fırsat sonunda ayağına kadar gelmişti. Elini cebine atıp kara kristali çıkardı ve yüzeyinin altında saklanan karanlığın dışarı çıkmak için hissettiği sabırsızlıkla titredi. “Gökyüzünde tek bir parlak nokta kalmayana kadar hepsini tek tek söndüreceğiz.”diye fısıldadı karanlığa, “Ya onlar sönecek ya biz yanacağız!”.

Geles “Kamp boyunca sıralanmış takım yıldızları, gök sularının iyeleri ve onlara eşlik eden bulutsular var. Kalabalık olan biziz, baskın avantajımız var yine de kaç Yıldız Çobanı olduğunu buradan söylemek zor. Bırakın içeri gizlice gireyim. Sayılarını ve yerleştikleri yönleri size söyleyeyim. Böylece bir süprizle karşılaşmayız.”diye sordu.

Afaret, uzun çirkin elleri ile avucunda tuttuğu karanlık taşına baktı. “Tek yapmam gereken kara kristalin kilidini açmak ve sonra, kristalden dalga dalga yayılacak karanlığın Gökyüzü Sahanlığını ele geçirmesini izlemek. Eğer, kıyımlarıyla ünlü bir Gulyabani tarafından önerilmemiş olsaydın bir hain olduğunu söyler ve karanlık kalbini şuracıkta sökerdim. Yine de herkes isminden ibaret, gizliliğe düşkünlüğün bundan geliyor olabilir.”

“Gulyabaniyle tanıştığım akşam oynadığımız oyun yüzünden tüm ailemi katlettiğinde, bana olan şefkatinden tüm ailemi kendi suretinde tekrar yarattı. Her şeyden çok sevdiğim babam bana geri dönmüştü. Bir Dipsiz gelip onu öldürene kadar yıllarımı babamın suretindeki Gulyabaniden korkarak ve onun geçemediği son eşiğin arkasında saklanarak geçirdim. O zaman anlamamıştım ama onunla gerçek bir baba-oğul olmuştuk. Beni karanlık neferi olarak önerdiğini bilmiyordum. Eğer o zamandan şimdiyi görebilseydim, Dipsiz’i asasında yaşayan kurda yedirirdim!”dedi Deles.

“Peki öyleyse, adı gibi karanlık ve bir şeyleri saklı gizli yapmayı seven Deles, senin yönteminle gidelim. Eğer kara güneş saatine göre yarım dönüşte gelmezsen…”Afaret’in sözü kamptan kulaklarına ulaşan bir gürüldeme yüzünden yarım kaldı.

Deles, Kampı keskin gözleri ile taradı “Gök Sahanlığı ışıksız bölgede, insan gözlerim için çok karanlık. Ne görüyorsun?” diye sordu.

“Yeraltına dönüşte işe yaramaz gözlerini oyup her birinin içine kara kristal bir parça yerleştireceğim. Böylece Kara Güneş Komutanlığına yakışır bir nefer olmayı umabilirsin.”diye cevapladı Arafet.

Deles “İfritlerin en yücesi, kötücül niyetlerin iyesi nasıl buyurursa!”dedi. Yüzünde en ufak bir hareket yoktu.

Afaret, tüm dikkatini çeşitli gizlilik büyüleri ile korunan kampa kaydırdı. Bu gürüldemeye neden olan şeyi anlamak için tüm gücünü kullanıyordu. İnsandan olma Deles’in görebilmesi mümkün değildi. “Yine de”diye düşündü, “Dönüşte gözlerini oyacağım! Ne de olsa köyü niyetlerin iyesiyim ve bir kere niyetine girdim”.

Yüzünde iğrenç bir gülümseme belirdiğinde kampın güney tarafına bakıyordu. “Kim bir yerleşim kampına böyle bir yaratık getirir ki!”dedi, “İşte, kampın güney tarafındaki iskeleye yanaşmış, güzelce gizlenmiş ama onu tutmak için sahanlığa çaktıkları kazıkları saklamak akıllarına bile gelmemiş.”

“Ne tür bir yaratık?”diye sordu Deles.

“En zapt edilemez türden.”diye cevapladı Afaret.

Bu sefer daha güçlü bir gürüldeme duyuldu. Kampta belirgin bir panik doğmaya başlamıştı.

“Bu herşeyi değiştirir; senin değil, benim planımla devam edeceğiz.”dedi Afaret ve kara kristali çarpık dudakları arasına yaklaştırıp fısıldadı:

Karanlığın insafsız dişleri için vakit geldi; parçala, kır ve kopar etleri.

Bul, karart, söndür ve Kara Güneşin göğüne as yıldızların herbirini!

Öldürmek bir sanatsa kopkoyu kalpliler için,

Çobanların kellelerinden diz bir sınır taşı;

Arasına, Aydınlığın gözyaşı ve Karanlığın zaferinin!

Kristalin içinden kopan yoğun dumanımsı bir karanlık kampa doğru aç gözlü bir zevkle akmaya başladı. Her hangi bir biçime ihtiyaç duymayan karanlığın askerleri, aydınlığın ahalisine karşı duyduğu nefret ve bitmek bilmez bir haset ile çekiliyordu. Herhangi bir taktiğe ihtiyaçları yoktu. Doğrudan giriş kapısına yöneldiler. Nöbetçiler, üzerlerine doğru haris bir coşkuyla gelen karanlığı gördüklerinde kuvartz kristalinden yapılma kılıçlarını çektiler ve ileri atıldılar. Kılıçların birbirine çarpma sesleri Rüzgar yaratığın yarattığı gürüldemeyi bastırıyor, aydınlığın kılıçlarından çıkan ışık demetleri şimşeklere dönüşüp çevrelerini saran karanlığın askerlerini yakıyordu. Ancak sayıları çok azdı ve kamp, korku ve dehşete teslim olmak üzereydi.

“Hem yaratığı durdurup hem de karanlığın askerlerine karşı savaşamazlar. Bu bir ziyafet!”diyen Afaret,  kampa doğru ilerlerken Deles  kılıcını kınından çıkardı ve fısıldadı:

Daha doyamadan benden alınanlar için intikamımı alacağım bu gece, ihanet edenin kefaretini tahsil edeceğim, dökülen kanım için kan akıtacağım, öcümün şiddeti ile kara güneş ağlayacak çünkü tüm karanlık evlatlarını aydınlığım ile yakacağım!

Deles’in kılıcı ani bir ışıkla göz alabildiğine parlamaya başladı. Öyle yakıcı bir ışık çıkıyordu ki bir an kapının önünde savaşan hem aydınlık hem de karanlığın askerleri sadece bir anlığına bile olsa nerede olduklarını unutup biri büyük bir umut ve coşkuyla, diğer büyük bir nefret ve korkuyla o kutsal ışığa baktı.

Afaret korkunç bir çığlıkla büyükçe bir kristal kayanın arkasına attı kendini. Diğer yandan da haykırıyordu “Hain! Senin hain olduğunu biliyordum. Seni lime lime edip öyle küçük parçalara ayıracağım ki Gulyabani ile Kara güneşin altında seni yiyerek piknik yapacağız. Ancak bu kadar çabuk kurtulamayacaksın çünkü ne kadar küçük parçalara ayrılırsan ayrıl ruhlarının üçünü de bir serçe kafesiyle yanımda gezdirecek ve ölmene izin vermeyeceğim. Gözbebeklerini bile yediğimde midemin seni nasıl öğüttüğünü hissedecek ve bu acıyla, ölmek için yalvaracaksın!”

“Öncelikle bazı şeyleri netleştirelim. Adım Deles değil Galva, henüz yeni bir aydınlık yiğidiyim ama öyle hızlı ve atiğim ki seni o kayanın arkasından bile yakabilirim.”dedi Galva.

Bu sırada Afaret’in çirkin kahkahası duyuldu. “Yeni bir yiğitsin, öyle mi? Sürekli aydınlık ve karanlık arasında mekik dokuyan bir hainden başka bir şey değilsin. Baba yerine koyduğun Gulyabani’ye de ihanet ettin.”

Galva sakince cevapladı “Gulyabani öldü ve aydınlığın neferlerinden biri olarak tekrar doğdu. Ancak senin böyle bir şansın olmayacak çünkü etrafta seni bir aydınlık askerine çevirecek bir Dipsiz göremiyorum.”

“Hepsi yalan mıydı?”diye sordu Afaret, sesi kısılmıştı.”Yıllardır aramızda yaşayan bir casus muydun?”

Galva cevap vermedi. Afaret onun cevap vermesini beklemiyordu. İstediği zamanı kazanmıştı. Avucunda tuttuğu kara kristalden dışarı karanlığın askerleri akarken, kayanın arkasından çıktı ancak Galva’yı göremedi. Bunun yerine onu ortadan ikiye biçen aydınlığın yakıcı ateşi ile kavrulmadan önce son kez iğrenç kahkahalarından birini attı.

Galva, karanlığın, kampın giriş kapısından içeri girdiğini görüğünde acele etmesi gerektiğini biliyordu. Bulunduğu yerden gördüğü kadarıyla kampın içinde çok az sayıda çoban vardı. Üstelik ne olduğunu hala anlayamadığı bir yaratığa karşı da savaşması gerekecekti.  Ne yazık ki, Arafet’in ne yaptığını anlaması kısacık bir an sürmüş olsa da kampa yardıma gidebilmesini engelleyecek kadar çok karanlık yaratığın kristalden çıkmasına engel olamamıştı. Karanlığın yaratıkları her zaman aldatma, hile ve kandırma üzerine yedek planları olurdu. Onu kandıran da Afaret’in kristaldeki bütün yaratıkları çıkardığını düşünmek olmuştu. Şimdi sayısız, diş, pence ve aydınlığa karşı nefret duyan göz arasında yalnızdı.  Karanlık yaratıklar habis bir öfke ile üzerine saldırdılar. Kuvartz kristali ile kara kristal birbirine vurduğunda şimşekler çıkıyor ve kıvılcımlar yaratıyordu. Sayıları çok fazlaydı.

Aniden yer sarsıldı ve şiddetli bir gürleme duyuldu. Arkasındaki kaya büyük bir gürültü ile tuzla buz oldu. Bununla da bitmedi ve biraz daha ötesindeki iki kayanın da aynı şekilde gürültüyle parçalara ayrıldığını gördü. Üstelik gökten düşen parçalar sayesinde etrafını çeviren karanlığın askerleri yanarak yok olmuştu.

Galva, şimdi bir toz yığınından başka bir şey olmayan kayanın olduğu yere yatan büyük kütleye baktı ve gökten düşen şeyin ne olduğunu anlar anlamaz hemen geri dönüp kampa doğru koşmaya başladı.

* * *

“Karanlık bizi buldu, diyorum!”dedi Gökçe. “Kamp’ta yeteri kadar Yıldız Çobanı olmadığını söylemiştin.”

“Hiç bir zaman yeteri kadar olmaz.”diye cevap verdi Çoban “Ancak biz her defasında bir sorunla ilgileneceğiz. Önce senin sağır arkadaşını kontrol altına alalım da Gök Sahanlığındaki herkesi öldürmesin.”

“Buna söz veremem.”dedi Gökçe, “O kontrol edilemez.”

“Yıldız Çobanı olmak için evden kaçıp Gök Sahanlığına gelmedin mi? Eğer arkadaş değilseniz seni buraya kadar nasıl getirdi?”. diye sordu Çoban.

“Aslında o gelmek istemiyordu. Onu buraya zorla ben getirdim.”diye cevapladı Gökçe.

Bu sırada kampın kapısının öte yanında parlayan güçlü bir ışık kampı aydınlattı

“Aydınlığın Neferi!”diye mutlulukla ellerini çırptı Gökçe, “Yıldız Çobanları yalnız değil.”

Limana ulaşan çoban atını durdurdu, Gökçe’yi kolundan tutup yere indirdi. Bu sırada tüm Yıldız Çobanlarını ön kapıya çağıran boru şiddetle çalıyordu. Gönlü, yıldızları korumak için savaşa girmekten yanaydı ancak karanlığı durdurabilecek olsalar bile şuan yeri göğü inleterek gürüldeyen varlığı dizginleyemezlerse ne gök ne de yeryüzü kalacaktı.

“Kapıdan geçtiler, kampa sızıyorlar!”dedi Gökçe korkuyla.

“Her defasında bir sorun!”diye tekrarladı Yıldız Çobanı, pelerine altındaki mavi kristal gözleri sabrının tükendiğini gösteriyordu. “Böyle bir varlığı seni buraya getirmesi için nasıl zorlayabilirsin?”

Gökçe ona yardımcı olabilecek bir şeyler bulmak umuduyla çevresine baktı. Ancak ne kaçabileceği bir yer ne de ona mazeret sunabilecek biri vardı.

“Tamam, anlatacağım!”dedi ve az önce ördüğü saçlarını hızla açmaya başladı. Açtıkça, saçlarının arasına dolanmış rüzgar bukleleri saçları ile oynuyordu. “Dışarı çıkabilirsin, korkacak bir şey yok. Sonunda sana bahsettiğim Yıldız Çobanlarından birini buldum. Seninle tanışmak istiyor.”

Gökçe’nin saçlarında dolanan rüzgar bukleleri havaya yöneldi ve Yıldız Çobanı’nın çevresinde dönmeye başladı.

“Bu inanılmaz!”dedi Çoban, “Bu gördüğüm bir Rüzgar İyesi!”

“Herhangi bir rüzgar iyesi de değil!”diye cevapladı Gökçe

“Öyle olmalı aksi halde kampın kendisi kadar büyük bir Rüzgar Bulutunu Gök Sahanlığının hemen yanına getiremezdi.”diye cevapladı Yıldız Çobanı.

Gökçe “Hala anlamadın. Korkman gereken rüzgar bulutu değil, yani kendisi oldukça tehlikeli ve vahşi ama benim arkadaşım tüm rüzgarları kontrol edebilir!”dedi.

Yıldız Çobanı anlamaya çalışıyordu.“Arkadaşın kim?” diye sordu.

“Kuzey rüzgarı!”diye cevapladı Gökçe.

Yıldız Çobanı, kendisini büyük bir dehşet içine düşmüş halde buldu. “Bildiğimiz Kuzey Rüzgarı mı?”diye sordu.

“Düzen’in dokuz katında sadece tek bir kuzey rüzgarı var!”dedi Gökçe, “O da şuan pelerininle oynuyor.”

“Burada ne işiniz var?”diye sordu Yıldız Çobanı.

“Kuzey Rüzgarı da ben de Yıldız Çobanı olmak istiyoruz. Böylece karanlığa karşı birlikte savaşabiliriz. Benim kılıcı kullanacak ellerim onunda bizi istediğimiz yere götürme yeteneği var. Üstelik ben bir Rüzgar Bulutuna biniyorum.”diye cevapladı.

“Bu dediklerinin hepsi çok tehlikeli!”diye cevapladı Çoban.

“Tehlikede olan ben değilim ama kampın dışında savaşan aydınlığın neferini biri kurtarmazsa karanlığa yem olacak.”dedi ve hızla limana yöneldi. Kuzey Rüzgarı da onu izledi. Liman, Gök Sahanlığı ile göğün arasında uzanıyor ve aşağı bakınca Düzen’e yayılmış katlarda yaşayan aydınlık ve karanlık nice ahali görülüyordu.

Gökçe onu izleyen Yıldız Çoban’ına döndü “Rüzgar Bulutunu tutan dokuz kazık ve onlara geçirilmiş demirden sicimler, büyük ve vahşi bulutu kontrol altında tutmak için en iyi seçim olmamakla birlikte aklımıza gelen tek çözümdü. Rüzgar Bulutları dengesiz ve zaptedilemezlerdir, büyük yıkımları beraberinde getiren birer felakettirler. Aslında felakettiler, ta ki ben ve Kuzey Rüzgarı sonunda onları sürebilmek için gerekli aksamı bulana kadar.”

Bu sırada Rüzgar Bulutu huzursuzca kıvrandı, büküldü ve devasa cüssesinde içinde hortumlar yaratarak onu yere bağlayan kazıkları tek tek yerinden etmeye başladı.

“Yere yat!”diye bağırdı Yıldız Çobanı, Gökçe’nin onu duymadığını anladığında limana koştu. Ancak Rüzgar Bulutunun her söktüğü kazıkla güçlenirken içinde sarmal hortumlar yaratan gücü de serbest bırakıyordu. Zeminden kurtulan üç tane kazık kampın giriş kapısının üzerinden uçarak az önce karanlıkla savaşan aydınlık iyesinin bulunduğu alana düştü.

Gökçe, “Kuzey Rüzgarıyla beraber Rüzgar Bulutunu kontrol edebiliriz. Bunun için ona binmem gerek!”dedi Çoban’a, “Onu buraya zorla getirdim, sağır olduğu için iletişim kuramıyor ve onun ne kadar korkmuş olabileceğini düşünemedim. Onu uygun bir yükseklikte salıvereceğim.”

Yıldız Çobanı “Onu asla salıvermemelisin, Rüzgar Bulutunun içindeki hortum ve fırtınalara bak böylesi bir güç Düzen’i dümdüz edebilir ve dengeyi bir daha tamir olmayacak şekilde bozabilir. Onu sakinleştirmeye çalışmalısın!”

Gökçe bir an durakladı. Kuzey Rüzgarının bukleleri tekrar saçları arasında geziniyor, sanki ona bir şeyler fısıldıyordu.

Yıldız Çobanı artık karanlığın kontrolüne geçmiş kampın kapısına doğru baktı. Bazı aydınlık neferlerinin hala savaştığını görebiliyordu. Kampta bulunan bütün Yıldız Çobanları da yardıma gitmişler ve yıldızlar ile karanlık arasında seyrek bir hat kurabilmişlerdi. Liman, kampın güney tarafındaydı ve giriş kapısı ile aralarında hiç bir koruma yoktu. İşte bu yüzden şuan onlara doğru gelen karanlık askerleri önlerinde çıkan yıldızları karartıyor, bulutsuları dağıtıyor ve gök sularını kirletiyorlardı.

Yıldız Çobanı Atına bindi. “Rüzgar Bulutunu kontrol etmenin bir yolunu bul, ben sana zaman kazandıracağım!”diye seslendi.

Gökçe korku dolu gözlerle onlara doğru habis bir zevkle ileleyen karanlık askerlerine baktı ve yüreği sıkıştı. “Hepsini durduramazsın çok fazlalar, asla kurtulamazsın!”diye haykırdı.

Yıldız Çobanı ona döndü, Gökçe pelerinin içinde ona gülümsediğini görebiliyordu. “Yıldız Çobanları kurtulmayı düşünmeden tek başına savaşır ve tek başına ölürler!”dedi ve atını onlara doğru son sürat ilerleyen karanlığın askerlerine sürdü. Sürerken de kemerine astığı kılıcı çıkarıp kılıcından yayılan ışıkla karanlığın yaratıklarını yakmaya başladı.

Gökçe, bir an nefessiz kaldı. Onu kurtarmak için karanlığın ortasına korkusuzca atılan Çoban’ın yarısı kadar cesareti olmadığını düşündü. “Hayır!”dedi kendine ve ekledi “Her defasında bir sorunla ilgileneceğim.”.

Ne yazık ki büyük bir gürültü ile iki kazık daha yerinden çıktı ve giriş kapısına doğru havada uçarken güçlerini kaybedip yere düştüler.

“Dört kazık kaldı!”dedi Gökçe, “Onu zapt etmenin bir yolunu bulmalıyım!” Çaresizce etrafına bakındı. Kazıkların hepsi ulaşamayacağı bir yerdeydi. Demir halatlar kopmuştu ve Rüzgar Bulutunun içinde çıkan fırtına her şeyi yutmaya hazırdı. Bulut artık zaptedilemez bir şekilde güçlenmişti. Bir kazığı daha yerden söktü ve Gökçenin az önce Yıldız Çobanı ile karşılaştığı yolun üzerine fırlattı.

Gökçe, yukarı fırlayıp sonra yolun üzerine düşen kazığı gördüğünde Rüzgar Bulutunu kontrol edebilme umudunu çoktan yitimişti. Bu yüzden ona doğru koşan karanlığın askerlerini gördüğünde kaçabileceği hiç bir yer kalmamıştı. Kendisini savunabileceği bir kılıcı ya da oku yoktu. Göksel büyülerde hiç bir zaman iyi olmamıştı. Hava iyeleri ile öyle iyi anlaşıyorduki bu konudaki yeteneği diğer herşeyin ötesine geçmişti. Oysa şimdi en azından kendini koruyabilecek bir bıçağı olması için neler vermezdi.

Tehlikeyi gören Kuzey Rüzgarı ileri atıldı ve Gökçe ile karanlık arasına fırtınadan örülmüş bir duvar gibi yükseldi. Ona çarpan her karanlık yaratığı parçalara ayrılıyor, onu dişlemeye çalışanların çeneleri sökülüyor yada pençeleri ile rüzgarı kesmeye çalışanların elleri kopuyordu. Bu sırada duvarın öte yanında aydınlık bir kılıç karanlık yaratıkların ortasına atıldı. Onları tek tek biçerken merhamet göstermiyordu. Gökçe, Yıldız Çobanı’nında ona doğru geldiğini gördü. Aydınlığın neferi ile duvarın öte yanındaki bütün karanlık askerlerini yakarak küle çevirdiler. Kuzey Rüzgarı tekrar birer bukleye dönerken Gökçe, Yıldız Çobanı’na doğru koştu. Çoban atından indi ve ona doğru geldi. “Karanlığın sana doğru geldiğini çok geç fark ettim eğer aydınlığın neferi olmasaydı sana yetişemeyecektim.”dedi özür diler gibi, sesinden ne kadar endişe duyduğu belli oluyordu.

“Adım Galva!”dedi aydınlığın neferi ve ekledi “Eğer gözlerim yanıltmıyorsa bu bir Rüzgar Bulutu.”.

* * *

“Öyle ve kazıklarından kurtulmak üzere. Az önce bir tanesini daha söktü.”diye cevapladı Gökçe.

“Onu üzerimde uçarken gördüm. İlerideki ana yola düştü bu sayede peşimdekilerden kurtuldum ve sana yardıma gelebildim.”dedi Galva.

Yıldız Çobanı “Nasıl?”diye sordu büyük bir merakla.

“Karanlığa dokunduğu an onları yakıp kül eden silahlar iki maddenden yapılır, biri kuvartz kristali diğer ise demir madeni! Kazıklar ise saf demirden yapılmış. Karanlık askerleri o demirlerin etrafına bile yaklaşamayacak, yaklaşırlarsa yanıp küle döneceklerdir. Ancak, bence senin Rüzgar Bulutu bunu zaten biliyordu. Bu yüzden kazıkları yerlerinden etmek için bu kadar çabaya girdi.”diye açıkladı Galva. “Şimdiye kadar kampın kapısının güney ve batısını güvene aldı. Eğer onunla konuşup kalan kazıları kapının kuzey ve doğusuna göndermeye ikna edersen…”dedi Galva ve Yıldız Çobanı onun sözünü tamamladı “Karanlığı çember içe almış oluruz. Onlar bu kıskaçtan kurtulamazlar ve biz onları teker teker yakabiliriz!”

Gökçe sıkıntılı bir şekilde kafasını salladı. “Rüzgar Bulutuna bakın içinde fırtınalar kopuyor, böyle bir gürültüye kulak dayanmaz. O sağır ve beni duyamaz.”

“Yine de seni buraya kadar getirdi. Üstelik böyle akıllı bir varlığın senin zorlamanla buraya kadar geldiğini hiç sanmıyorum. Onunla bir şekilde iletişim kuruyor olmalısn!”dedi Yıldız Çobanı.

“Uzun bir süre önce bir Dipsiz bana Düzen’de tesadüf diye bir şey olmadığını ve tüm olayların bir şekilde birbiri ile bağlantılı olduğunu öğretti. Senin bir Rüzgar Bulutun, Kuzey Rüzgarın ve demirden kazıkların var. Bunlarla neler yapacağını sen bulamazsan kimse bulamaz.”diye ekledi Galva.

Gökçe, Rüzgar Bulutuna döndü. Küçük adımlarla yanına kadar gitti. Sesi özür diler gibi çıkıyordu. “Senin sağır olduğunu ve beni duyamadığını biliyorum. Bu yüzden şimdiye kadar ne hissettiğin ile hiç ilgilenmediğimi fark ettim. Sana yokmuşsun gibi davrandım ama sen tüm bu kudretine rağmen alçak gönüllülükle beni istediğim yere getirdin. Üstelik bunu sana benim yaptırdığıma inanmama izin verecek kadar naziktin. Aynı zamanda beni duyamıyor olsan bile hislerimi anladığını şimdi biliyorum, tıpkı şuan seni anlamak istediğim gibi. Çünkü – dediğim gibi – senin gibi kudretli bir varlığın benim tüm çekilmezliğime rağmen buraya kadar gelmiş olmasının bir sebebi olmalı. Bence sende karanlığa karşı savaşmak istiyorsun.”

Rüzgar Bulutu gürledi ve onu duyan her aydınlık ve karanlık askeri, kulaklarını kapatıp yere kapaklanmak zorunda kaldı.

Gökçe yüzünden kocaman bir gülümseme oluştu. “Bence de onlara günlerini gösterelim.”dedi ve demirden halatı tutup Rüzgar Bulutunun üzerine tırmandı. Yerine yerleştiğinde aşağıdakilere bağırdı. “3 tane kazık kaldı. Birini kuzeye diğerini doğuya bırakacağım. Rüzgar Bulutunu sabit tutabilmek için bir tanesinin hep yere çakılı kalması gerekiyor. Birini bana bırakın diğer ikisini ise  sökün. Kuzey Rüzgarı sizi koruyacak.”

Galva ve Yıldız Çobanı, son iki demir kazığa ulaşmak için Kuzey Rüzgarının ördüğü duvar içinde koşarken karanlığın iğrenç mahlukları etraflarını sarıyor, korkunç haykırışlarla onlara ulaşmaya çalışıyorlardı. Ancak onlar demir kazığa yaklaştıkça etrafları sakinleşti.

“Demirin etkisi!”dedi Galva, çoktan kazığın gövdesini kucaklayıp ve gevşemiş yerinden onu sökmeye çalışırken.

Yıldız Çobanı, pelerininin içinden çıkardığı, tıpkı kendisi gibi siyah dumansı ipin bir tarafını kazığa diğer yanını atına bağlayarak çekmeye başladı. Kazık dayanamayarak yerinden söküldü ve Rüzgar Bulutunun onu serbetsçe kullanmasına izin verecek kadar gevşedi. Gökçe, bulutla bir şekilde konuşabiliyor olmalıydı. Çünkü kazık göğe yükseldi, bağlı olduğu halattan koptu ve kampın kapısının doğu yanına düştü.

Galva ve Yıldız Çobanı vakit kaybetmeden, Kuzey Rüzgarının koruması altında diğer kazığa ulaştılar, onu da yerinden edip kurtardıklarında Gökçe onu da hızla kuzeye yollamanın bir yolunu buldu. Bu sayede karanlığın yaratıkları demirden bir çemberin içinde kalmışlardı. Ancak sayıları azımsanmayacak kadar fazla ve demirle yanarak ölmeye aldırmayacak kadar delirmiştiler.

Gökçe, Rüzgar Bulutunu sürerek yanlarına kadar geldi. Bulut hala tek bir kazık ile bağlıydı. Kuzey Rüzgarı çevrelerine güçlü bir duvar örmüştü. Çünkü, demirlerin arasındaki boşluklardan yanmaya aldırmadan geçen karanlığın yaratıkları yıldızları saklandıkları yerlerde bulup karartıyorlardı.

“Yaptığımızın çok az etkisi oldu. Onları daha sinirlendirmekle kalmadık aynı zamanda daha da gözü kara oldular.”dedi Gökçe.

“Bizi, diğer aydınlık neferlerini yada Yıldız Çobanlarını umursamadan doğrudan yıldızları karartıyorlar. Aldıkları emri biliyorum. Her bir yıldız kararana kadar durmayacaklar ve kararan her yıldız Erlik Hanım’ın göğüne asılarak Kara Güneş Ordularını güçlendirecek.”dedi Galva.

“Tek bir çaremiz kaldı!”dedi Yıldız Çobanı, “Henüz buna daha vakit vardı ve tüm yıldızlar henüz toplanmadı, üstelik göksel seyir defetrleinin yazımı bile bitmedi.”

“Nasıl bir çare?”diye sordu Gökçe.

Yıldız Çobanı pelerininin içinde parlayan mavi gözleri neredeyse umutsuzlukla sönmüştü. “Yıldızları Gök Sahanlığından çıkarıp onları ait oldukları yere yani göğe yerleştirmeliyiz.”dedi.

“Bu söylediğin imkansız!” dedi şaşkınlıkla Galva. “Bunu yapmak için ya yıldız sayısının on katı kadar Yıldız Çobanına ya da çok güçlü bir göksel varlığa ihtiyacımız var!”

Yıldız Çobanı “Kamptaki Yıldız Çobanlarının sayısı toplam yıldızların en iyi ihtimalle onda biri eder. Ancak..”dedi ve sustu.

“Ancak kampta çok güçlü bir göksel varlık var.”diye tamamladı Gökçe.

“Sen daha bir çocuksun.”dedi Galva duyduklarına inanamayarak.

“Dipsizin sana dediği gibi, tesadüf diye bir şey yoktur! Bunu şimdi anlıyorum. Kuzey Rüzgarım, Rüzgar Bulutum ve adım var. Herhalde bunlar da yıldızları göğe dizemezse başka ne dizebilir, bilmiyorum.”dedi Gökçe ve Rüzgar Bulutuna tırmandı. “Son demir kazığıda yerinden sökün, onu demirden çemberin ortasına çakacağım ki tüm karanlık yaratıklarını yakabileyim.”

“Bekle”diye seslendi Yıldız Çobanı “Yıldızları göğe dizsen bile onları orada nasıl tutacaksın. Bu neredeyse tüm göğü taşımakla eş değer olacak!”

“Anlaşılan bir Yıldız Çobanı olamayacağım!”dedi Gökçe ve Kuzey Rüzgarını da alarak Rüzgar Bulutunu göğe sürdü. Aşağı baktığında Galva ve Yıldız Çobanının son kazığı yerinden çıkarmak için sırtını yasladığı kazığa doğru ana yol boyunca koştuklarını gördü.

“Yukarısı ne kadar da sessiz, aşağıdaki nefret ve kıyımdan uzak.”dedi. Rüzgar Bulutunun altında kıpırdandığını hissedebiliyordu. “Eğer yıldızları yerlerine yerleştirmeyi başarabilirsek Düzen yıkılana ya da yıldızların her biri düşene kadar burada beraber kalacağımızın farkındasın değil mi?”diye sordu.

Rüzgar Bulutu cevap vermedi ama hiç şikayeti varmış gibi görünmüyordu.

Gökçe, son kazığın da söküldüğünü hisetti. “Nerede gitmen gerektiğini biliyorsun. Demir kazığı çemberin tam ortasına sapla ki ne biz yıldızları göğe yerleştirirken ne de asırlar sonra hala yıldızları taşırken bir santim dahi oynamayalım. Göğe dizeceğimiz yıldızlarımızın ışığı kazığımızın demir bedenine çarpıp parlarken,  seni de beni de bir takım yıldızı zannetsinler. Kimbilir belki sana başının üzerine serpilmiş yıldızlardan dolayı Sağır Sultan derler ve söylenildiği halde duyulmayan ama söylenmediği halde hissedilen düşüncelerin koruyucusu olarak saygı duyarlar belki de bana Gökçe Hatun derler, yıldızların ve gökyüzünün koruyucusu! Şimdi es Kuzey Rüzgarım ve tüm yıldızları serp göğe. Bundan sonra sen, ben ve Rüzgar Bulutu yıldızları gökteki yerlerinden tutacağız.”

Galva ve Yıldız Çobanı, son demir kazığın çemberin tam orta noktasına girip karanlık yaratıkların alev alev yanmasını izlediler. Çok geçmeden etraflarında esen soğuk bir rüzgar yıldızları yerden kaldırıp göğe yerleştirme başladı. Rüzgar öyle güçlü ve karşı konulmazdı ki neredeyse onlar bile göğe birer yıldız olarak yerleşeceklerdi.

“Rüzgar artık aramızda değil ama yukarılarda hala olanca gücüyle esmeye devam ettiğini duyabiliyorum.”dedi Galva.

“Gökçe’yi çok uzaklarda görebiliyorum. Rüzgar Bulutunun çevresinde sultanlara yakışır yıldızlar yerleştiriyor,  gerçek bir taca benziyorlar. O artık göğün sağır sultanı!”diye ekledi Yıldız Çobanı.

“Ve aynı zamanda demir kazığı!”dedi Galva çemberi göstererek.

Gökçe çoğu karanlık yaratığın hakkında gelmiş, geriye kalanları da aydınlık neferleri ve yıldız çobanları yakmıştı. Şimdi herkez çemberin etrafında toplanıyordu.

“Çemberin merkezindeki demir kazık sağlam olduğu sürece gökyüzündeki yıldızlar düşmeyecek.”dedi Yıldız Çobanı.

“Karanlık yine deneyecek ve başarana kadar asla durmayacaklar. Erlik Han burada olanları duyduğunda Kara iskelet Sarayında boynunu vurmadığı kimse kalmayacak.”diye cevapladı Galva büyük bir endişeyle.

“Denesinler ancak ben burada olduğum sürece hepsi yanıp küle dönecek.”dedi ve etrafında toplanan diğer Yıldız Çobanlarına döndü. “Haberi yayın! Bundan sonra bu savaş Gök Sahanlığı Savaşı olarak anılacak ve tüm Yıldız Çobanlarının ölüp Gökçe Hatun’un Koruyucuları olarak yeniden doğduğu an olarak tarihe geçecek. Hemen şu andan itibaren, Demir kazık kutbumuz, en parlak yıldızımız ve mavi gözlerimizi kırpmadan nöbete başladığımız varlık sebebimizdir.”

Galva, Yıldız Çobanlarının birer Gök Sahanlığı Koruyucusu olarak yemin etmelerini izlerken aklına geçmişten bir düşünce düştü. Düşünce “Senin tesadüf dediğin yerde ben açık bir hesap bir başlangıç bir bitiş görürüm”diyordu.

Galva gülümsedi, bu seferkinin bir başlangıç olduğu kesindi!

Dipsiz

Aklı, fikri ve kalbi dokuz katlı Düzen’e yayılmış hikayeleri bulup çıkarmak ve onların koruyuculuğunu yapmak olan bir Dipsiz’im. Plazada çalışan bir beyaz yaka, öğrencilerine ilham fısıldayan bir resim öğretmeni ya da kendi işinin peşinde bir küçük esnaf olabilirim. Hangi kimliği giyersem giyeyim değişmeyecek olan şey bir gün Yüzüklerin Efendisi’ni okuduğum ve hayatımın bir daha asla eskisi gibi olmadığıdır. Üniversitede ya da yüksek lisansta öğrendiklerimin hepsini unuttuğumun, çeşitli işlerde çalıştığımın, yabancı dil bildiğimin hiç bir önemi olmadığını bu platformda tek istediğim; 2000 yıla yayılmış mitolojik mirasımızın çok boyutlu ve katmanlı yapısı ile hikayeler anlatmaktır.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba,

    Öykünün başında mütevazi davranmışsınız. Bence gayet başarılı, daha önceki bazı öykülerinizle bağlantılı bir öykü yazmışsınız.

    Bazen takip etmesi zor oluyor açıkçası, bildiğimiz fizik kanunları dışındaki mekaniği beynen çözmek zor olabiliyor. Ama bu tabi hayal gücünüzün de çok iyi çalıştığına bir kanıt.

    Elinize sağlık…

  2. Merhaba @Dipsiz Kalemine sağlık. Ä°lk kez bir öykünü okuduğumu ve okuduğum şeyi çoğunlukla beğendiğimi söyleyebilirim. Bana hiç hitap etmeyen bir tür olmasına rağmen akıcı bir üslubun ve merak hissi uyandıran bir tarzın var. Çok görkemli, gerçeküstü bir hayal gücün var. Hak ettiğini düşündüğüm için öyküyü okuyup bitirdim. Ben bitirdim ama öykünün kendisi bitmemiş. :sweat_smile: Ben ikinci taslağa kadar öykünün tam olarak bitmediğine, yazım aşamasının sürdüğüne inanıyorum.

    Kişisel bir durum olarak ben fantastik türün hardcore kısmını okuyamıyorum. Fırtınaışığı Arşivi’nin ilk kitabını üç yüz sayfa okuyup bu nedenle bırakmak zorunda kaldım. Çünkü tutunamadım, gerçekle herhangi bir bağlantı yakalayamadım. Bana çok sürreal geldi. Beğendiğim kısımlar olmasına rağmen ilgim kayboldu. Ama Buz ve Ateşin Şarkısı’nı soluksuz okudum. Çünkü ejderhalar, buz örümcekleri ve ortaçağ zombilerinin varlığına rağmen, bu kurmaca evren bana olabildiğince gerçek gelmişti. Günümüzde geçen kurgu romanlardan daha gerçekti. Belki de bu kadar tutulup sevilmesinin nedeni de budur, bilemiyorum. Bu nedenle öykünü okurken zorlandım. Ä°lgim kayboldu. Senin öykünü Fırtınaışığı’na daha çok benzettim.

    Hata olarak gördüğüm yerleri işaret ederken katkıda bulunmak isteğiyle bazı yerlerde önerilerde de bulunmak istiyorum. Ben yazım tarzım gereği karakterlere ve diyaloglara eğilmek istiyorum. Yazım hatalarını tek tek göstermeye gerek yok, ikinci bir okunuşta çözülecek şeyler. Ama önemli olan iki şeyi söylemeden edemedim: Kuvartz değil kuvars. Herkez değil herkes.

    Öneriler, Eleştiriler

    Öncelikle senin başka öykülerini okumadığım için lore hakkında hiçbir bilgim yok. O nedenle ilk paragrafa benim için gerek yoktu. Pek bir anlam ifade etmedi. O paragrafı okumasam da pek bir şey değişmeyecekti.

    Burada neden böyle yazdığını bilmiyorum. Senin çeviri dilden etkilendiğini sanmıyorum. Ama çok suni bir kalıp. Türkçe’de böyle bir kalıp yok. Aynı şey bütün diyaloglarda devam ediyor. Tek tek göstermek istemedim. Teatral bir hava katmak için ya da sadece öyle istediğin için yapmış olabilirsin. Yerli bir metin okuyunca okur kendi kültürünün etkilerini arıyor. Benim özellikle diyaloglarda çok gözüme batıyor. Mesela bu cümleler nasıl değiştirilebilir?

    Ben olsam şöyle yazardım;

    Ata mı biniyorsun sen -şimdi-? Kara dumana benziyor.

    Adım Gökçe, çocuk değilim ben. Eğer hem sitemli hem sevimli bir etki bırakmak istiyorsak; Adım Gökçe ama çocuk değilim ben yani!

    “Olamaz!” dedi Gökçe. “Uyandı. Yanında olamadım.”

    Bu çok öznel bir durum. Ama beni okurken sürekli duraksatan ve hikâyenin içine girmemi engelleyen bir durumdu bu.

    Bunlar dışında bazı çok güzel cümleler de var.

    Aşağıdaki kısımda da uzun bir paragrafın ardından “dedi” gelmiş. Bence burada gereksizdi, gerekli görülüyorsa da yanlış yerdeydi. Deles olduğunu belirtmek istiyorsan illa onun konuştuğunu söylememize gerek yok. Sığır derisi kemer kayışıyla oynadı Deles, diyerek onun konuştuğunu belirtebilirdik mesela. Tabii tercih de olabilir çünkü birkaç yerde daha gördüm bunu.

    Tuhaf, akışı bozan ve okuması zor birkaç sözcük tespit ettim. Belki de bana tuhaf geldi ama daha güzel sözcükler bulacağına eminim.

    Dünyan hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığım için karakterlerin devamlı olup olmadıklarını bilmiyorum. Ama herhangi bir karakterle empati kurmakta zorlandım. Bana herhangi bir duygu hissettiren bir karakter olmadı. Bu öykü bir şeylerin devamıysa şayet, bazı olaylar daha çok anlam kazanabilir tabii. Ama mesela Deles’in bir casus olduğunu öğrendiğimde şaşırmadım. Şaşıramadım çünkü tanımıyoruz karakteri. Bir altyapı yok. En önemli karakter Gökçe’ye bile empati duyamadım. Çünkü sıradan bir kızdan çok önemli bir şeye, bir kısa öykülük sürede dönüşüyor. Tanışmamızla tanrılaşması bir oluyor. Sonuçta bu bir kısa öykü, ben de Seçki’ye birbirini tamamlayan kısa öyküler yazdım ancak kendi içlerinde de anlam kazanmalarına, karakterleri tanıtıp motivasyonlarını okurun anlamasına özen gösterdim. Karakterler çok kağıt üstü geldi bana.

    Sonsöz olarak bir öneride bulunmak istiyorum. Ben bu öyküyü hayvanat bahçesindeki bir köpekbalığına ya da file benzettim. Hayvanın görkemini ve güzelliğini o kadar ufak ve bakımsız alanda anlayamıyoruz. Ama akvaryumdaki daha ufak ve renkli balıkları ya da renkli ve ilginç papağanları daha çok beğenebiliyoruz. Filler ve köpekbalıkları en kötü halleriyle bize görünüyorlar çünkü bünyeleri kaldırmıyor. O nedenle önerim şudur: Nasıl GRRM Dunk & Egg Hikâyeleri ile daha ufak, eğlenceli, ilginç ve dünyayı yavaş yavaş anlatan hikâyeler yazdıysa, sen de daha ufak şeylerden başlayıp görkemli ve altyapı isteyen olayları romanlara bırakabilirsin. :+1:

    Yazdıklarımın %95’i bir okur olarak yaptığım geri dönüşlerdi. Emeğine ve kalemine sağlık. Bu incelemeyi hak ettiğini düşündüğüm için özen gösterdim. Görüşmek üzere. :pray:

  3. Merhaba,

    Öncelikle öykünüzü, incelenmek üzere ham haliyle herkese açtığınız için teşekkür etmek istiyorum. Hem size hem de kendi adıma bana çok şey katabilecek deneysel bir okuma yaptım.
    Öykünüz - yanlış saymadıysam - 4120 kelimelik bir öykü. Stephen King Yazma Sanatı adlı kitabından şöyle bir formülden bahseder: 2. Taslak = l.Taslak - %10.

    Şöyle de devam eder:

    “Formül’den önce, ilk müsveddede dört bin kelimelik bir öykü yazmışsam, ikinci yazışta beş bin kelimeye çıkıyordu (bazı yazarlar atıcıdır, korkarım ki ben her zaman ekleyici oldum). Formül’den sonra durum değişti. Bugün bile, birinci müsvedde dört bin kelimeyse, ikincisini üç bin altı yüz kelimeye indirmeyi hedefleri…”

    Ben olsam ilk olarak bu öyküyü gereksiz kelimelerden, fazla paragraflardan, yinelenmiş anlatımlardan temizlerdim. Zaten ikinci, üçüncü okumayı yaparken yazım, noktalama gibi hatalar da ortadan kalkacaktır.

    Karakterlere gelince, siz hangisini fazla buldunuz merak ediyorum. En kısa görünenler Afaret ve Erlik Han. Her ikisine de bir rol vermişsiniz. Eğer ille de biri çıkacaksa belki Erlik han olmalı, çünkü zaten öykü ondan sonra hemen sonlanıyor. Ama eğer devamı gelecekse - ya da bu bir devam öyküsüyse- kalmalı elbette.

    çeşitli gizlilik büyüleri … Her hangi bir biçime ihtiyaç duymayan karanlığın … Herhangi bir taktiğe

    Metninizde geçen koyu renkle belirttiğim sıfatlar, bence yazının zayıf noktaları. Betimlemelerde elimden geldiğince uzak durmaya çalıştığım kelimeler bunlar.

    seni yiyerek piknik yapacağız… gökten düşen şeyin

    Yine bu kelimeler, anlatımlar metnin tümüne bakıldığında zayıf kalmış.

    …geçmişten bir düşünce düştü. Düşünce “ Senin tesadüf dediğin yerde ben açık bir hesap bir başlangıç bir bitiş görürüm” diyordu .

    Bu son cümle birleştirilmeli. Bu yapısal bir düzenleme. Tesadüfle ilgili bakış açısı, metinde “tesadüf diye bir şey yoktur” olarak geçiyor. Geçmişe yapılan atıf yanlış anlamadıysam, bu bakış açısını aklımıza getirmek istiyor. Ama bu bağlantı çok iyi vurgulanmamış. Bu cümleyi geçmişten biri söylese ya da buna benzer bir olay yaşansa daha mı açıklayıcı olurdu acaba. yalnızca düşünüyorum.

    Bu metnin bence kalbi olan aşağıdaki paragraf daha dikkatle tekrar gözden geçirilmeli.

    " …ne biz yıldızları göğe yerleştirirken ne de asırlar sonra hala yıldızları taşırken bir santim dahi oynamayalım. Göğe dizeceğimiz yıldızlarımızın ışığı kazığımızın demir bedenine çarpıp parlarken, seni de beni de bir takım yıldızı zannetsinler…"

    Ben sadece bir okuyucuyum, dolayısıyla bunlar tamamen kişisel gözlemlerim. Ama metniniz, düş gücünüz, yaratmaya çalıştığınız düşsel varlıklar ve hayatlar bence çok başarılı.

    Hatta maden ölü doğan bir metin olduğunu düşündünüz - ki bence değil - ve deneysel olarak bizlere açtınız, belki siz dahil ilgilenen kişilerle paragraf paragraf tekrar baştan yazılabilir. Böylece, ameliyat masasından güzelleşmiş olarak kalkabilir öykünüz. Böylece farklı bir şey de denenmiş olur.

    Ne dersiniz?

    Kaleminize sağlık

  4. Avatar for Elif Elif says:

    Merhaba @Dipsiz ,

    Öykünü böyle halka açman çok tatlı. ^^

    Öncelikle ilk cümlenin her türden metin için, bilimsel, biyografi, şiir ya da öykü, ne kadar önemli olduğu apaçık. Öykünün ilk cümlesi bence üç cümleye bölünebilecek kadar uzun ve yoğun. Ben ilk cümlelere öykünün vermek istediği havayı sezdiren nitelik yüklemekten yana oluyorum.

    Yazım ve noktalama yanlışları konusunda epey yanlışlıklar var. Bu konudaki eksikliklerini giderirsen yazdığın şey sana da daha anlamlı gelir. Bence yazıma ve noktalamaya önem vermek yazdığın şeye karşı disiplinli bir duruştur ve bu metnin de toparlanmaya açık hale gelmesine olanak tanır. Bu konu üzerinde durmayı tercih edersen iyi olabilir. Bir metnin en acımasız editörü yazarı olabilir diye düşünüyorum. Aksi durumlar da mümkün ama öykünün hangi kelimeye ya da cümleye/paragrafa ihtiyacının olup olmadığını sen daha iyi bilirsin. Öykünde de yokluğu hissedilmeyecek yerler var. Nereler olduğunu düşündüğümü söylememeliyim. Buna sen karar vermelisin.
    Bunlara rağmen, metnin taslak diyebileceğimiz hali sürükleyici, düzenlendiğinde epey iyi olabilecek bir öykü.
    Tebrik ederim, beğendim ve okuduğuma mutlu oldum. :ghost:

  5. Avatar for Dipsiz Dipsiz says:

    Sevgili Murat,

    Çok nazik bir yorum.Aynı zamanda yorumun -özellikle ikinci kısmı- tam olarak hikayedeki gelişmesi gereken diye düşündüğüm iki hususa dikkat çekiyor. Bazı hikaye firkirlerim 5000 kelime de öyküyü tamamlayabiliyorken bazıları tamamlayamıyor. Daha fazla yere ve daha çok girizgaha ihtiyaç duyuyor. Yazılan dünyanın kendi kural ve imkanlarını anlatmanın çok önemli olduğu tarz yazınlarda sorun olabiliyor.

    Yine de okuduğun, yorumunu esirgemediğin ve bu önemli iki hususa yer verdiğin için çok teşekkürler.

    Hepsinin ötesinde diğer hikayelerime yaptığım göndermeyi görmüş olmandan dolayı çok mutlu olduğumu söylemeliyim.

    Sevgiler
    Dipsiz

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

3 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for MuratBarisSari Avatar for Muge_Kocak Avatar for ulu.kasvet Avatar for Elif Avatar for Dipsiz