Karnımda kocaman bir leke var. Karanlık ve yuvarlak. Onu orada istemiyorum. Huysuzca kıpırdıyor. Yerini beğenmiyor. Onu duyabiliyorum. Ara sıra adını fısıldadığını düşünüyorum. Ne giyersem giyeyim üstünde yavaşça bir karaltı oluşmaya başlıyor. Siyah giyindiğimde bile belli oluyor. Siyah giyinmiyorum. İşim gereği. Çocuklar sevmiyor. Aynı çocuklar karnımdaki siyah lekeye yumruklarıyla selam veriyorlar.
Kırmızı burnum ara sıra yere düşüyor. Eğilip aldığımda rengârenk, kıvırcık saçlarım da burnumun üstüne düşüyor. Ama leke hep karnımda duruyor.
Doktora sordum. Bana daha önce Ay’ın patlayarak önüme düşüp düşmediğini sordu. Bu rüyamda oldu. Uyandığımda kendime daha önce Ay’ın patlayarak önüme düşüp düşmediğini sordum. Cevabımı sevmedim. Hatırlamak nemli bir şeydi. Yapış yapış, bulaşan, ıslak bir karışım gibi insanın beklenmedik yerlerinden çıkar, aklına sıçrardı. Lekemi oraya sen koymuştun. Sönmüş Ay’ı yerden kaldırmıştın. Yeniden şişirdikten sonra onu olmaması gereken yere gömmüştün.
O gün burnum kırmızı değildi. Çocuklarla karşılaşmamıştım. Üstümde rengârenk şeyler yoktu ama sen bana dünyanın en eğlenceli oyuncağına bakar gibi bakmaya devam ettin. “Bu gece Dolunay var,” demiştin, “en yüksek çatıya…” Başımı salladım. Sen sorunu bitirmeden yürümeye başlamıştım. En yüksek çatıyı bulmak için o gün çocukların yanına gitmemiştim.
At arabalarından daha yüksek boyun vardı. Zehirli bir otorite gibi üzerimize çöken karanlık en ufak gülümsemeye izin vermeyen bir eşlikçiydi o gece. Ayakların hızlıydı. Ellerin birbirine dolanıyordu. Gecenin büyüme süreci tam anlamıyla berbattı. Karanlık birbirine dolanan kollardı. Gittikçe büyüse de basit ama acılıydı. Etrafımızı sarıyordu. Dolunay vardı ama senin sesindeki kadar eğlenceli gelmiyordu artık.
Aradığım çatıyı buldum. Bir binanın kapısından, o kapının ardındaki yuvalardan birine aitmişiz gibi güvenle girdik. Merdivenleri acelesizce tırmandık. Bize rastlayacak herhangi birinin yüzümüze bakmadan geçip gitmesi için. En az on iki kat. Kısa sürede bulabildiğim en yüksek çatı. Dolunay’a en yakın olabilecek yer. Dudak kıvrımların gökyüzünü gösteriyordu. Bulutlar sarı yuvarlağın önünden geçerken titriyorlardı.
Omuzlarının altındaki kemikler oval kâseler gibi derin çukurlar yaratmışlardı. Ay’ın ışığıyla vücudunda oluşan gölgeler seni değiştirmişti. Saçların üç parça halinde ayrılmıştı. Bir parçası sivri şekilde alnının ortasından burnunu işaret ediyordu. Karşıma geçtin. Ben Ay’a bakmaya başladım. Gözlerin büyüdü. Uzaklaştın. Suçlu hissettiriyordun. Çatının burada olmasının müsebbibi benmişim gibi, kapısı ağzına kadar açık gökyüzündeki Ay’ın tüm ışığını yutmak üzereymişim gibi bakıyordun. Ben burada olmaktan memnundum. Bir evin çatısında yusyuvarlak Ay’ın parlak, sarı ışığı altında aydınlanan kirpiklerini sayarken siyah birer iğneye dönüştüklerinde korkmuştum. Bana bir adım attığında ışık yeniden yandı. Durduğunda söndü. Ay yanıp sönerken seni izliyordum.
Sanki tehlike koşar adım yaklaşıyordu.
“Bakar mısınız?” diye seslendin. Bana bakıyordun. Ben kime seslendiğini arkamda, sağımda ve solumda arıyordum.
“Yanlış yerde duruyorsunuz,” dedin. Geldiğimiz yolun tam olarak neresinde çoğaldığımı düşünürken durduğum yere baktım.
“Birkaç adım geriye,” komutunu ellerinle verdin. Parmaklarının tümünü öne doğru iterek beni geriye doğru kovdun. Ben de gittim. Yüzün buradan oldukça sivriydi. Dolunay ortamızda kalmıştı. Senin için tekil olmak istiyordum. Birinci tekilleşmek. Yüzündeki sarı ışık kaybolup belirmeye başladı. Sana doğru bir adım attım. Korkuyordum. Kollarını istiyordum. Onlar kalkan olabilirdi. Başımızı göğe kaldırdık. Dolunay’ın sarı ışığı yanıp sönüyordu. Oralarda dat dat dat dat diye beyin zonklatan bir alarm ötüyor olmalıydı. Dikkat kesildik. Dolunay titremeye başladı. Ay nöbet geçiriyordu. Sonunda patladı. Gökyüzünde sağa sola çarpıyordu. İçinden kırmızı, mavi ışıklar çıkan Dolunay sonunda önüme düştü.
Ay tamamen sönmüştü. Buruşuk, patlak bir balon olan dolunay kirli ve griydi. Balon Ay. Dolunay. Ona bakıyordum. Ona bakarken gözlerim ellerine ilişti. Yumruklarını sıkıyordun. Titriyorlardı. Patlamasınlar diye mi sıkıyordun?
Dolunay sönmüştü ve önümdeydi. Dizlerimin üstüne çöktüm. Birkaç emekleme hareketiyle Dolunay’ın tam önüne geldim. Geri geri giden elimi zorla ona değdirip kaçırdım. Sıcak değildi. Sönük Dolunay ılıktı. Yanmış deri gibi ince ve hassas bir yapısı vardı. Artık korkmayan ellerimle onu okşamaya başladım. Ayakların Dolunay’ın diğer yanında belirdi. Sen de yere eğildin. Ellerimden güç alarak korkmadan ellerini Dolunay’ın üzerine koydun.
Dolunay’ın patlayacağını biliyordun. Patlayıp nereye düşeceğini de. Beni kışkışlamasan tam tepeme inecekti. Gece sağlıksızca büyümeye devam etti. Daha karanlıktı ve artık sıra dışıydı. Düşman bölgelerde keşif yapan savaşçılar gibi tedirginlikle Dolunay’ı izliyorduk.
“Son nefesini veriyor,” dedim. Emin olmadığı konularda ahkâm kesen ses tonum da bizimleydi. Önemsememiş gibi görünüp sönmüş balonumuzun patlağının yerini aramaya başladın. Ben de sana katıldım. Dolunay’ı şişirmemiz konusunda sessiz bir anlaşmaya varmıştık. Bir uç buldum. Nefesle doldurulacak bir boşluğa açılan uç. O da ılık ve griydi. Hemen davrandım. Kalçamın üzerine inip Dolunay’ı kucağıma aldım. Yüzlerce nefes verdim. Ciğerim sönmek, Dolunay şişmek üzereydi.
“Bana da bırak-ın,” dedin. Kekelemen yeterliydi. Dolunay’ın ne zaman, nereye düşeceğini biliyordun. Onu benimle birlikte şişirip benim kadar şaşırıyordun. Geceden daha sağlıksız büyüyen belirsizlik senin ceplerinden taşıyordu.
Dolunay’ı tamamladın. Ben de gri balonumuzun ucunu bağladım.
Yeniden ışığı yanmaya başlayan Dolunay’ı kucağımdan indirmiyordum. Karşı çıkıp onu karpuzlamasına gökyüzüne fırlatmanı bekliyordum. Potaya bile değmeden yerde üç kez sekecek bir Dolunay görecektik. Bunun yerine Dolunay’ı kucağıma bastırmaya başladın. Yeni şişirdiğimiz, yorgun balonumuzu karnıma doğru itiyordun. Sen ittikçe Dolunay ellerimin arasında küçülüyordu. Hava kaçırmıyordu. Ay, aynı şişkinlikle içime geçiyordu. Senin gücünle sırt üstü yattım. Dolunay’ın tamamı karnımın ortasına yerleşene kadar devam ettin. İçi tamamen sönmüş, kocaman bir yuvarlak karnımın ortasında kaldı.
Karnımda kara, delik bir leke.
Ağrılığı yoktu. Bir hissi de. Kokmuyordu. Dokununca derimi hissediyordum. Karnım ağrımıyordu. Kalbim acıyordu. O gece yüksek bir çatıda seninle Ay’a tırmanabilirdik. Yıldızları sayabilir, bulutları bir şeylere benzetme yarışı yapabilirdik. Hayal ettiklerimin arasında Dolunay’ın koskoca bir leke olarak benimle yaşaması yoktu. Sivri yüzün ve üç parça saçın benden hiç olmadığı kadar uzaklaşmaya başlamıştı.
Lekeyle yaşamak kolay olmadı. Rengârenk giyinmek zorunda olduğum mesai saatleri içinde açıklaması güç siyahlıkla uğraşıyorum. Burnum gibi kırmızı bir karın istiyorlar. Pabuçlarımın yüksek burunları kadar sevimli bir renkte olmasını, onunla eğlenmeyi bekliyorlar.
- Boşluktur, Yutar, Fıtratında Var - 1 Mayıs 2021
- Öl, Sinek, Tavanım Yalnız Kalsın - 1 Ekim 2020
- Kuşku Dans Ediyor, Hiçbir Şey Gibi - 1 Ağustos 2020
- Ay Büyük ve Turuncuyken - 1 Temmuz 2020
- Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü - 1 Mayıs 2020
Merhaba Elif
Duru ve simgesel bir anlatımın var. Dili kullanımını da oldukça başarılı buldum. Böyle anlatıların bende - kendiminkiler de dahil - yarattığı çağrışımlar ve yorumlar da farklı. Senin öykünü okurken içim burkuldu. Üzüldüm. Tüm kara deliklerin aydınlanması dileğiyle diyorum.
Kolay gelsin
Merhaba,
Çok teşekkür ederim. Yorumun mutlu etti. Vakit ayırdığın için teşekkür ederim.
Sevgiler.
Merhabalar,
Öykünüz anlatılmak isteneni bedavadan vermiyor, üzerinde düşünmek gerekiyor insanı simgesel bir dünyada hüzünlü bir yolculuğa çıkarıyor. Güzel bir öykü elinize sağlık…
Selamlar,
Öykünüz damağımda hüzün bıraktı, güzel düşünülmüş, iyi bağlanmış, emeğinize sağlık.
Sevgiler
Teşekkür ederim ayırdığınız vakit için!