Duygu o sabah kahvaltıda krem peynir sürülmüş ekmeğini yerken bir yandan da şarkı söylüyordu.
“I-sır, çiğ-ne; çiğne, çiğne, çiğ-ne! Sal-la, sal-la; bacaklarını sal-la!”
“Duygu, sallanmayı kesip, yemeğini bitirir misin lütfen!”
“Sallanmıyorum ki ben, şarkı söylüyorum!”
“Şarkı söyleyecek zaman mı şimdi!”
“Ama anne…”
“Akşama kadar seni bekleyemem; yapacak tonla işim var!”
Annesinden azarı işitince lokması ağzında büyüdü. Kenarlarını dişleye dişleye yediği ekmeği tabağa bıraktı, omuzları çökmüş bir halde arkasına yaslandı. Gözleri sulandığı için artık iyi göremiyordu, bacaklarını sallamayı da unuttu.
Babası bir tıp kongresine katılmak için yurt dışına gitmişti, bir haftadır evde yoktu. Olsaydı, ona hak verirdi. Annesine bir türlü anlatamamıştı ama krem peynir sürülmüş ekmeğin bir şarkısı vardı, yenirken o şarkının söylenmesi gerekiyordu. Annesi ağzına kadar sütlü kakao dolu bardağı eline tutuşturarak; “Hepsi bitecek!” dedi ve hazırlanmak üzere mutfaktan çıktı.
Duygu gözlerinde biriken yaşları geriye itti. Burun deliklerini kocaman açarak gürültülü bir nefes alıp bardağı kafasına dikti. Boş bardağı tabağının yanına koydu, dudağının üstünde beliren köpükten bıyığı elinin tersiyle sildi. Pencereye doğru başını çevirince gördü, gökyüzü kara bulutlarla kaplıydı. Dışarı çıkamazdı. Annesi havaların soğuduğunu iddia ederek sitenin bahçesinde oynamasına izin vermiyordu artık. Bak bakalım pencereden diyordu, dışarıda hiç başka çocuk var mı, hepsi evlerinde uslu uslu oynuyor, annelerinin sözünden de çıkmıyorlar. Bahçede oynayamadığı için o da sık sık Sümbül’ü çağırıyordu odasına. Varlığından kimsenin haberi yoktu Sümbül’ün ve ondan başka da gören olmamıştı henüz. Kimse onun Duygu gibi kıvırcık saçlı, yuvarlak yüzlü, çipil çipil gözleri olan altı yaşında bir kız çocuğu olduğunu da bilmiyordu. Dün sabah-o sütten bıyık hâlâ dudağının üstündeyken-Sümbül’le birlikte Aratba gezegenine-bırakın oraya seyahat etmeyi, oranın adını bile duyan yoktu-Doktor Doolitle’ı görmeye gitmişler, pıkıba ve dıgıdakların partisine katılmışlardı.
(Pıkıba ve dıgıdaklar Aratba gezegeninde yaşayan hikâye anlatıcısı hayvanlardı.)
Duygu, Sümbül gibi hayvanların söylediği her şeyi anlayabiliyor, onlarla konuşabiliyordu.
Hayvanlarla konuşmayı Doktor Doolittle öğretmişti ona. Ara sıra Duygu’yu görmeye gelirdi. İlk geldiğinde Duygu onu pencerenin perdesinin arkasına saklanmış bir hayalet sanıp çok korkmuştu. Çığlıklar atarak annesinin yanına koşmuştu. Annesi perdenin arkasında bir hayalet olduğuna inanmamış; hatta gelip bakmamıştı bile. Duygu odasına dönmek zorunda kalmıştı kös kös, hem de tek başına. Yatağına girip yorganı kafasına çekmiş, gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Uyuyamamıştı ama. Perdenin arkasında biri olduğundan adı gibi emindi. Sonra bütün cesaretini toplayarak dönmüştü yatakta. Yorgandan başını çıkarıp pencereye doğru bakmıştı. Perdenin arkasında saklanan gölge yana doğru kayıp, başındaki şapkayı çıkarmıştı. Yere doğru eğilerek, Duygu’dan kendisini tanıtmasına izin vermesini rica etmişti.
“İyi geceler küçük! Ben Doktor Doolittle” demişti sonra.
Uzun zamandır uğramıyordu Doktor Doolittle, artık yaşlandığı için eskisi gibi sık sık seyahat edemiyordu çünkü. Duygu onu görmeyi çok isterdi ama canı bugün uzayda seyahat etmek istemiyordu. Sandalyesinden kalkıp mutfaktan çıktı, odasına gidip eşyalarını toplamaya başladı.
Babasının Endonezya’dan getirdiği batik kumaştan yelpazesini, tarot kartlarının olduğu kutuyu, resimli kitaplarını; saçsız ve çıplak bebeğini, deniz kıyısından topladığı kabukları sakladığı yuvarlak metal kutusunu, fotoğraflarını koyduğu ahşap sandığını ve diğer eşyalarını bir sepete koyup salona taşıdı.
Annesi yarım saat sonra fondötenli yüzü, kırmızı dudakları ve kızını sabah sabah azarlamaktan ötürü duyduğu suçluluğu gözlerine hapsederek, salona girdi. Uzaktan kumandanın tuşlarına basıp televizyonu açtı, belgeseller, bilim teknik ve uzayla ilgili programları yayınlayan bir kanalı seçti. Bu kanalı annesi Duygu’nun bebekliğinden beri susturucu, sakinleştirici, dikkat dağıtıcı olarak kullanırdı hep. Mama yedirmeye uğraştığı bir gün-tesadüfen o sırada malum kanal seçilmişti ve sunucu yeni keşfedilen bir gezegenle ilgili bir haberi okuyordu-Duygu bakışlarını birden televizyona doğru çevirmiş ve ipnotize olmuş gibi ekrana kilitlenmişti. Televizyon ekranına bakarken, annesinin, ağzına mama kaşığını sokması hiç zor olmamıştı böylece, ne arkasından koşmak gerekmişti artık onun ne de dişlerini sıkarak “yut ağzındakileri; tükürme geri!” diye bağırmak.
Kanalda Duygu’nun daha önce seyrettiği bir anatomi programının tekrarı vardı. Birkaç saniye ekrana bakması yetti Duygu’ya görüntüleri tanıması için. Program sunucusunun sesi
Mırıldanırken kafasını çevirdi, odasından getirdiği eşyalarla dolu sepeti halının üstüne koydu, yanına oturdu.
Annesi yanına çömeldi, yanaklarını kokladı, öptü; uslu uslu oynamasını, Gülşen teyzeyi üzmemesini tembihledi. Gülşen’e günlük talimatlarını verdikten sonra-Duygu’ya biraz sonra bir tabak meyve versindi, Duygu öğleyin yemeğini mutlaka bitirsindi; akşama bamya çorbası yapılacaktı, Gülşen eti buzluktan çıkarmayı unutmasın, iyice çözülmesini beklesindi-adını taşıyan Dilek eczanesine gitmek üzere evden çıktı.
Gülşen teyze annesini uğurladı, tülbendinin uçlarını başının üstünde düğümledi, kahvaltı sofrasını toplamaya girişti. Duygu, odasından getirdiklerini halının ortasına saçarken, birdenbire durup;
“Aaaa!” diye bağırdı.
Gülşen, ellerini önlüğüne kurulayarak salona daldı.
“Ne oldu guzum?”
“Kollarımı sıvamadım!” Kollarımı sıvamadım ki!”
Gülşen, “Derdin bu muydu?” der gibi baktı. Duygu’nun boyu dizlerine kadar inen patlıcan moru elbisesinin kollarını dirseklerine kadar çekti.
“Kollarımı sıvamadan olmaz Gülşen teyze! Oyun kurallarına aykırı!”
Gülşen’in dudaklarına yayılmak üzere bekleyen alaycı gülümseyişi kayboldu birden.
Sırtından bir ürperti geçti; yoksa bu kıza iyi sıhhatte olsunlar mı görünüyordu?
Gülşen, henüz altı yaşında olmasına rağmen aklı cin fikirlerle dolu bu kızın tuhaflıklarını buraya geldiği ilk gün fark etmişti. Dilinin ucuna kadar gelenleri söylemekten vaz geçti. Yapacak dünya kadar işi vardı. Terliklerini sürüyerek mutfağa geri döndü.
Duygu, siyah çoraplarını çekiştirerek çiçek desenli bordo halının orta yerine, bacaklarını uzatıp oturdu. Salonu boydan boya kaplayan halı, ortasında eflatun yapraklı pembe çiçekler ekili kırmızı topraklı uçsuz bucaksız bir tarlaya benziyordu. (Duygu bu tarlada aslında, gizlice, uzun saplı çiçek gibi görünen elektronik bir haberleşme cihazı yetiştiriyordu. Cihazı tabii ki kendisi tasarlamıştı.)
Dün geceden beri ortalıkta görünmeyen Sinbad, koşarak salona girdi, kocaman bir yün yumağı gibi tostoparlak olup yanına sokuldu. Diliyle boynunun altını yalayarak sabah temizliğine koyuldu. Duygu, kitaplarından birini açtı, resimlerine baka baka Sinbad’a anlatmaya koyuldu. Gülşen, üç koca erik, iki salkım kara üzümle dolu bir tabakla salona girdi. Tabağı halının üstüne bırakıp, kapıdan çıkarken;
“Büyümüş de küçülmüş sanki okuması varmış gibi nasıl da döktürüyor!” dedi içinden.
Gülşen çıkar çıkmaz, parlak yeşil renkli bir frizbiye benzeyen bir uçan daire, salonun açık penceresinden içeri girdi. Avizenin çevresinde bir tur atıp Duygu’nun elektronik tarlasına indi. Aratba gezegeninden üç Aratbalı haberleşme cihazına bakmaya gelmişlerdi. Duygu bir tanesini yerinden söküp Aratbalılara nasıl çalıştığını gösterdi. (Çiçeğin yapraklarına doğru eğilip; “Alo!” demek yeterliydi.)Uykucu Sinbad, hiç yerinden kıpırdamadan, horul horul uyuyormuş numarası yaptı ama bütün konuşmaları gizlice kaydetti. Aratbalılar ömürlerinde hiç meyve görmemişlerdi; üzümleri de bir çeşit alıcısandılar, hepsini teker teker inceledikten sonra Duygu’ya teşekkür edip, uçan dairelerine binip gezegenlerine döndüler.
Duygu, Aratbalılar gidince Sinbad’ın yanına oturdu. Bir kolunu kırmızı kadife yastığın üzerine yaslayıp, bacaklarını halının çiçeklerine doğru uzattı. Üzüm salkımları, meyveler, sayfaları açık kitaplar; mavi porselen meyve tabağı ve çiçekler halının üstüne yayılmıştı.
Derin bir uykuya dalmış Sinbad, tüyleri okşanırken etrafına rehavet yayan bir motor gibi hırıldıyor, bıyıkları hafif hafif seğiriyordu.
Televizyonun sesi birdenbire arttı. Duygu, boş bulunup zıpladı halının üstünde. Dönüp ekrana baktı. Sunucu, sakin sakin; genetiği değiştirilmiş bir grup farenin, uluslararası bir uzay istasyonuna gönderildiğini anlatıyordu. *Ekranda minicik, uzun, tüysüz kuyruklu-kuyruğu tüylü gövdesinden bile uzundu belki de-minicik bir fare belirdi. Göz alıcı, parlak mavi bir eldiven giymiş birinin işaret parmağına ön iki bacağıyla asılmış, tırmanmaya çalışıyordu. İnsan tenine benzer renkteki kulakları da kuyruğu gibi tüysüzdü ve insanda çıplaklık hissi uyandırıyordu.
“Görevleri bilim insanlarının, sıfır yerçekiminde, astronotların sağlığının nasıl korunacağını öğrenmesine yardımcı olmak” diye haberi okumaya devam etti sunucu. “Özellikle…”
“Görevleri mi!” diye bağırdı birden incecik bir ses.
Duygu duyduğunun gaipten gelen bir ses olduğunu düşünecekti ki, incecik ses, bıcır bıcır söylenmeye devam etti.
“Görevleri! Görevleri! Duydunuz mu ne diyor? Görevleriymiş!”
Duygu iyice kulak kesildi, gözlerini kırpmadan akrandaki fareye baktı.
“Bana soran oldu mu acaba!” dedi fare. Şimdi daha tiz bir sesle bıcırdıyordu.
“İstiyor muyum acaba böyle bir görevi?”
“Uzun süre uzayda kalan astronotlar pek çok kas ve sağlık problemi yaşıyor” dedi sunucu.
“Bana ne bundan?” diye cırladı küçük, simsiyah tüylü fare. Duygu’nun annesinin yüzüne allık sürerken kullandığı siyah tüylü fırça kadardı neredeyse.
Ekranda beyaz bir önlük giymiş çekik gözlü bir bilim insanı belirdi. Kendi dilinde konuşmaya başladığında-üstüne de çeviriyi yapanın sesi binmişti- farenin sesi duyulmaz oldu.
“Güçlü fareler genetik mühendislik yoluyla ürettiğimiz bir fare ırkı” dedi bilim insanı. “Bu fareler tek bir genin eksik olması dışında tamamen normaller.”
“Sabahtan akşama kadar lâbirentte koşturduğum yetmiyormuş gibi!” diye bağırdı minik fare arkadan. Bilim insanının sesini bastırmak için yüksek perdeden cırlıyordu. “Zaten boğaz tokluğuna çalışıyorum, teşekkür edeceklerine genlerimle oynuyorlar bir de! Kim bilir uzayda başıma neler gelecek!” Sanki ağzına bir parça bez tıkılmış gibi sesi bir anda boğuldu sonra ve tamamen duyulmaz oldu.
Duygu kaşlarını çattı. Artık haberi dinlemiyordu. Dudaklarını büzerek sessizce oturdu bir süre. Minicik tatlı fareyi ne duyan vardı ne de anlayan. Duysalar da anlamayacaklar, anlasalar da kulak asmayacaklardı besbelli. Her şeyi bilen bilim insanları, bir farelerin dilinden anlamıyordu. Yapacak çok işleri vardı; hep meşgullerdi, bir o kadar da telaşlı. Fareleri bile duyamayacak kadar hem de. Bu dünyada fare olmak da zordu. Onlara bile rahat yoktu hiç. Onlar bile çalışmak zorundaydılar, hem de hiç istemedikleri bir işte. Duygu bir de kendini düşündü. Ne para kazanmak derdi vardı onun ne içinden çıkılmaz dertleri ne de bir türlü bitmek bilmeyen işleri yetiştirme telaşı. Yaptığı tek şey, sadece ve sadece oyun oynamaktı. Etrafına baktı. Halının ortasında, bacaklarını çiçeklere doğru uzatmış otururken- işte tam o anda-içi köpük köpük sevinçle doldu. Onun hayatı ne kadar güzeldi.
Pencereleri sarsan gök gürültüsünün ardından, akşama doğru yağmur şiddetlenmişti dışarıda. Annesi saçlarından süzülen yağmurla birlikte girdi salona. Apartmana doğru koşarken sırılsıklam olmuştu. Duygu annesinin bakışlarından, sevincini söndürecek bir şeyler olacağını sezdi.
“Yarın sabah erkenden hazırlanman gerek” dedi annesi.
Duygu, dehşetle annesinin yüzüne baktı.
“Alışverişe gideceğiz.”
“Alışveriş mi?”
Bu yetmiyormuş gibi, ertesi hafta okula başlamasın mı?
Kendi uçan dairesini tasarlayıp, buralardan kaçma fikri Duygu’nun aklına işte o gün düştü.
Belki uzaya gönderilen fareleri; evet onları da kurtarırdı bir gün, kim bilir…
*Deutche Welle Türkçe haber.
- Memed’in Hayalde Gördüğü - 1 Ekim 2020
- İki Buçuk Lira - 1 Ağustos 2020
- Dungana’nın Kargışı - 1 Mayıs 2020
- Birinci Gün - 1 Nisan 2020
- Exlibrisin Gizlediği - 1 Mart 2020
Merhaba @Lightsky
İç ısıtan, gülümseten çok güzel bir öykü olmuş. Anneye biraz içerlemedim değil
Hikayenizin kahramanın tatlı bir kız olması da ayrıca beni çeken bir unsur oldu. O yaşta hayal dünyaları o kadar geniş ki, hiç törpülenmesin istiyor insan.
Şu sıralar bu Doktor Doolittle’ın bir de oyuncak tamir eden versiyonu var - Doktor Dottie
Elinize sağlık
Kolay gelsin
Merhaba @Lightsky
Seçkide özellikle başka bir gezegenden bahseden bir öykü olması, bu gezegende yaşayan varlıkların anlatılıyor olması çok değerli. Duygu’nun bir kız çocuğu olması ise daha çok hoşuma gitti. Ayrım yaptığımdan değil ama böyle öykülerde genelde erkek çocuğu olurdu ya hani kahraman. Sanki kızlar hayal edemezmiş gibi. Bal gibi etmiş işte. Hem de 6 yaşında, uzaya yollanan fareleri bile duyabilecek kadar hisli ve zeki Duygu.
Peynirli ekmek yenirken söylenmesi gereken şarkı çok hoşuma gitti.
Küçük bir çocuğun dünyasını sevimli ve naifçe anlamışsınız. Sadece birkaç noktada anlatım yoğunluğu göze çarparken, birkaç noktada da konu hızlıca geçiyor gibi geldi bana. Bu yoğunluk karışıklığı okuyucuyu hayal etmekten alıkoyabilir zaman zaman.
Görüşmek üzere. Kaleminiz daim olsun.
Sevgili @Muge_Kocak,
Yorumunuza çok sevindim, teşekkür ederim. Dottie’yi de merak ettim. Hemen araştıracağım.
Sevgiler.
Merhaba sevgili @merveriii,
Yorumunuz için çok teşekkür ederim.
Siz öykü kahramanlarının çoğunlukla erkek çocuğu olması konusundan bahsedince birkaç yıl önce yaşadığım bir şeyi hatırladım. Sinemada Harry Potter serisinin son filmini izliyordum. Yanımda oturan küçük bir kız çocuğu vardı. Sohbete başladık. Bana;
“Öykü kahramanları neden hep erkekler?” diye sordu. Rowling’in bile kadın olduğunu saklamak için isminin baş harflerini kullandığı geldi aklıma. “İlerde bir gün, büyüdüğünde, umarım sen kahramanı küçük bir kız olan öyküler yazarsın” dedim. Bana gülümseyerek baktı.
Bu öyküyü kurgularken o küçük kızı düşünmemiştim ama hepimizin çok iyi bildiği gibi küçük kız çocukları rengarenk ve sınırları dünyaları aşan kocaman hayaller kurar, başka gezegenlere de ulaşır.
Yoğunluk meselesine de bakacağım.
Sevgilerimle,
Görüşmek üzere.
Not: @merveriii
Öyküye tekrar baktım. Anlatımla ilgili tespitinizde çok haklısınız. Diğer taslaklarda bu sorunu da gidermeye çalışacağım. Katkınız için çok teşekkür ederim.