Geçmiş zamanın karanlığında göklerin bilgeliğine ulaşmış bir keşiş yaşıyordu. Evren ona yaratılıştan yok oluşa kadar pek çok hikâye anlatmıştı. Sonsuz bilginin sahibi olması karşılığında omuzlarına ağır bir yük üstlenmeyi kabul etmişti. Bu onun varoluşsal egosunun cezasıydı. Bir ödülden çok bir lanetti. İnsanlar yok oluşu alevler içinde, sarsıntılı ve gürültülü acı verici bir katliam olarak görür. Ancak evrenin başka planları vardı. Keşişin laneti insanlığa verilmiş ikinci bir şans, acısız bir sondu.
Üç sıradan insan bulmalıydı. Bilgi sıradanlıktan, sadelikten geliyordu. Keşiş yolculuğuna başlamıştı. Evren her adımında onunla birlikteydi. Yolculuğunun sonuna kadar zaman ondan uzak duracaktı.
Yıllar süren arayışının sonunda ilk öğrencisiyle tanışacağı şehir olan Damnum’a ulaşmayı başarmıştı. Kumdan tepelerin arasında yükselen surlar şehrin içindeki kötülükleri dış dünyadan ayırıyordu. Keşiş şehre ayak basar basmaz büyük bir kargaşaya sebep olmuştu. Soylu aileler iyi eğitim almış çocuklarını ona sunmak için adeta yarışıyorlardı. İnsanlar her zaman sahip olduklarından fazlasını istiyordu. Onu bu yolculuğa başlatan şeyde tam olarak buydu. Şehri izledi keşiş. Saatlerce gözlemledi zamanın insanları eritip bitirmesini. Altın ipliklerle işlenmiş kıyafetler, göz alıcı safirlerle bezeli mücevherler, açgözlü ve kibirli insanlardan başka bir şey yok diye düşündü keşiş. Sokağın sonundaki evden bir oğlanın yalın ayak koşarak çıktığını gördü. Çocuğun üstündeki yıpranmış kıyafetlerinin arkasında bacağından akan kanın bıraktığı izler vardı. Keşiş çocuğun yüreğindeki saf korkuyu hissetti. Çocuk kaçacak saklanacak bir yer arıyordu. Şehrin çamurlarının arasında saf kalbi elmas gibi parlıyordu. Keşiş zamana durmasını emretti. Çocuğa yaklaştı yavaşça. Donup kalmış toz bulutunu elleriyle dağıtarak çocuğa elini uzattı. Çocuk tedirgin ve ürkek bir şekilde keşişe bakıyor ve olanlara anlam vermeye çalışıyordu. Keşiş çocuğun morluklar ve ısırık izleriyle kaplı bedenini bir kumaş parçasıyla örttü. Toz zerrecikleri yere düşmeden şehri gören yüksek bir tepede buldu çocuk kendini. Keşiş şehri izliyor ve gülümsüyordu. Gülümsemesi huzur verdi çocuğun kalbine. Küçük adımlarla uçuruma doğru ilerledi çocuk. Şehirden yükselen alevler bulutlarla yarışıyordu. İnsanların çığlıkları korkutmuyordu artık onu. Seçildiğini biliyordu. Keşiş ilk öğrencisini bulmanın sevinciyle tekrar yola koyuldu.
Günler birbiri ardına geçti. Yoana keşişin yanında geçirdiği yıllarda kendini geliştirmiş ve içsel yolculuğuna başlamıştı. Doğayı görmeyi, Dünyayı okumayı öğrenmişti. Topraktan beslenen ağaçların yapraklarını toprağa sunuşunu izlemişti. Birlikte geçirdikleri her gün onu henüz bilmediği bir amaca adım adım yaklaştırıyordu. Yoana’nın bu yolculuktaki hediyesi ateşe hükmedebiliyor olmasıydı. Hayatı boyunca en soğuk ve en karanlık köşelerde yaşamış bir çocuktu belki ama ruhundaki alev bir an için bile sönmemiş aksine büyüdükçe büyümüştü.
Gri bir sonbahar sabahı ulaşmışlardı Dorlak’a. Yeşil uzun bir göle kıyısı olan küçük bir balıkçı kasabasıydı burası. Eski ahşap evlerin aralarında iplerle birbirine bağlanmış kuru balıklar ve çeşitli yosunlar vardı. Dar sokakları tümseklerle doluydu. Kasabanın sokakları bomboştu. Rüzgârın uğultusu dışında bir ses bile duymamışlardı. Uzaklardan gelen çan sesleri bu sessizliği bozmuştu. Yoana ve keşiş çan seslerine yaklaştıkça etraflarındaki meraklı kalabalık bir o kadar artmıştı. Kalabalığın uğultusu içinden acı dolu bir kadın çığlığı yükseldi. Paslı büyük bir çanın son yankısı altındaki eski kilisenin önünde ellerinden bir kazığa bağlanmış bir kadın çaresizce bağırıyordu. Orta yaşlı, siyah cübbeli ve kısa saçlı bir grup kadın ellerindeki odunlarla kızın bulunduğu yere doğru yürüyor ve kendi dillerindeki kutsal metinleri okuyorlardı. Yaşlı bir kadın kızın soğuktan morarmış beyaz tenine elindeki gümüş kâseden parmaklarıyla aldığı kırmızı sıvıyla semboller çiziyordu.
“Dünya ve Güneşin tanrıçası bu günahkâr bedeni ışığınla aydınlat. Bu laneti yok etmemize yardım et “dedi ve eline aldığı bir meşaleyi odun yığınının üstüne bıraktı yaşlı kadın. Kalabalık gözü dönmüş bir şekilde bağırıyordu. Yükselen alevlerin arasında bağırmaktan bitkin düşmüş kadın çaresizce ölümünü bekliyordu. Alevlerin arasında çocukluğunu gördü Yoana. Onun da çığlıklarını kimse duymak istememişti. Yoana ellerini kadına doğru uzattı. Alevler Yoana’nın ellerine doğru çekiliyordu. Tek bir kıvılcım dahi kalmayana kadar içine çekti tüm ateşi Yoana. Yoana’nın gözlerindeki kızıllığı gördü Keşiş.
“Şeytan!” diye bağırdı yaşlı kadın. Gözlerindeki kan arzusu yerini korkuya bırakmıştı. Kalabalık ölümünü izlemek için toplandıkları kadının hislerini yaşıyordu. İnsanlar çığlık çığlığa kaçışmaya başladı. Birkaç dakika içinde meydandaki uğultu evlere hapsoldu ve yerini cılız yakarışlara bıraktı. Yoana dumanların arasından kadına ulaştı. Ellerini ve ayaklarını çözdü. Kadının bitkin bedeni kendini Yoana’nın kollarına bıraktı. Bir kâbusun sonuna gelmiş gibi huzurlu bir uykuya daldı.
Kasabayı arkalarında bırakıp tekrar yola koyulmuşlardı. Keşişin arayışının sonlanmasına yalnızca bir adım kalmıştı. Karanlık ormanlardan, ıssız tepelerden ve vadilerden geçtikten sonra kızıl kumların hâkim olduğu topraklara ayak basmışlardı. Hiçbir bulutun gölgesinin düşmediği bu topraklarda insanlar su ve yemek için savaşıyorlardı. Açlık hissiyle gözleri körelmiş insanlar kimsesiz kalmış küçük çocukların etleriyle besleniyorlardı. İra duydukları karşısında donakalmıştı. Çocukların içindeki korkuyu kalbinde hissetti. İçindeki nehirlerden taşan bir damla, kızgın kumların üzerinde buharlaşıp havaya karıştı.
Kavurucu güneşin altında saatlerce yürüdükten sonra ufukta geceyi geçirmeleri için uygun bir yer göründü. Birkaç kuru ağacın gölgesinde çadırlarını kurmaya karar verdiler. Yemek hazırlığı yaparken ağaçların arkasından gelen iniltiler duydu Yoana ve İra. Sesin geldiği yöne doğru yürüdüler yavaşça. Kucağında dili dışarıda derisi iskeletine yapışmış bir köpek tutan çocuk keder içinde ağlıyordu. Biraz daha yaklaşınca çocuğun tek bacağının olmadığını anladı Yoana. Çocuk elindeki kırık çömlekte kalan son birkaç damla suyunu kucağında ölmekte olan köpeğinin ağzına damlatıyordu. İra çocuğa yaklaştı. Elindeki kırık çömlek parçasına uzandı ve eline aldı. İra’nın ellerinin arasındaki kap nehirlerden akıyormuşçasına suyla dolmaya başladı. Gözlerini açana kadar dolup taşmaya devam etti. Kasabalarını düşünüyordu İra. O bütün olanlar için sorumluluğu üstüne almasaydı zavallı yaşlı annesinin başına gelecekti yaşadıkları. Babasını tanımadan büyümüştü. Bütün dünyası annesinden ibaretti. En karanlık günlerine uyandıklarında bile bu değişmedi. Çaresiz küçük bir bebekken kanlı kumaşlara sarılı bir halde göle atılıp ölüme terk edilmişti annesi. Yasak bir ilişkinin meyvesiydi. Ancak su annesini öldürmemiş aksine ona hayat vermişti. İra daha küçük bir çocukken bile zamanı geldiğinde bu ruhun kendi bedenine geçeceğini biliyordu. Annesi öldüğünde mirası kızının bedeninde yaşamaya devam edecekti.
İra duygularının ağırlığıyla kapanan gözlerini açtığında okyanus mavisi gözleri ışık saçıyordu. Çocuk köpeğinin acısını dindirdiği için minnetle bakıyordu gözlerine. Evrende hiçbir şey olmadığı gibi bu karşılaşma da tesadüf değildi. Çocuğun saf yüreği yolculuktaki son kişi olmasıyla ödüllendirilmişti. Kusursuz düzen onun yaşam ve ölüm çemberindeki yerini belirlemişti. Keşiş ve öğrencileri yıllar sonra ilk defa sıradaki duraklarını bilerek yola çıktılar. Yolculuklarındaki son durak Summa dağıydı. Keşişin mabedi bu görkemli dağın tepesinde, bulutların üstünde adeta zamana meydan okumak için inşa edilmiş bir piramitti.
Gezegenin bilgeliğin kaynağına en yakın noktasında geçirdikleri çeyrek asrın ardından Yoana, İra ve Edhellon keşişin sonsuz bilgi havuzundan kendi paylarına düşeni almışlardı. Rüzgârı dinlemeyi, toprakla konuşmayı, evrende hareket halinde olan her şeyin kanununu öğrenmişlerdi. Keşiş ise yıllar sonra zamanın ölümcül etkilerini hissediyordu tekrar yüzünde. Son nefesini vermeden bir sonraki adım için hazırlamalıydı öğrencilerini. Ancak bu şekilde tamamlanabilirdi. Bu onun ışığa yolculuğundaki son evreydi.
Mavi ve yeşil ışıkların gökyüzünde dans ettiği bir gecede keşiş öğrencilerini Piramit’in merkezinde topladı. Yerde büyük bir çember içine kazınmış yüzlerce sembol vardı. Yoana, İra ve Edhellon gözlerini bir saniye bile ayırmadan izliyorlardı. Keşiş hepsine birer hançer uzattı. Daha sonra onlara neden bu yolculuğu yaptıklarından bahsetti. Kimsenin kafasında soru işareti bırakmadan sözlerine devam etti. “Yaşadığımız evrendeki her şey kusursuz bir planın parçasıdır. Birinin hayat bulması için bir başkasının ölmesi gerekir. Ölüm bazen yaşam getirir, bazen de bir dilek…” dedi keşiş. Yoana ve İra’nın ellerine iki harita uzattı. Öğrencilerinin haritada belirtilen yerlere gitmeleri gerekiyordu. Bu iki küçük nokta binlerce yıl sonra gerçekleşecek olan bir kehanetin temellerini atmakla yükümlü oldukları yerleri gösteriyordu. Edhellon ise tek bacağıyla böyle bir yolculuğa yalnız çıkamayacağı için keşişin Piramit’inde kalmayı ve kanlı ayini burada gerçekleştirmeyi seçmişti.
Güneşin ilk ışıkları Piramit’in tepesine düştüğü vakitte Yoana ve İra çoktan yola çıkmışlardı. Keşiş öğrencilerini sonunda evrene sunduğu için huzur bulmuştu. Yollarının ayrıldığı noktada yosun tutmuş bir kayanın üstüne oturdu ve yorgun gözleri ufka daldı. Zamanının dolduğunu biliyordu. Ruhu bedenini yırtıp kaçmak istiyordu artık. Keşiş oturduğu kayada bırakmıştı bedenini. Bedeni kayayla bütünleşmiş, usta bir heykeltıraşın eseriymişçesine hareketsiz bir şekilde duruyordu. Yosunlar kollarını sarmış ve onu doğayla bütünleştirmişti.
Çantalarındaki birkaç parça ekmek, mataralarındaki az miktarda su hikmet arayışındaki iki bilgeye de yolculuklarının sonuna kadar yetmişti. Fırtınalı denizlerden, terk edilmiş kasabalardan geçmiş ve yolculuklarını tamamlamışlardı. Hiçliğin ortasında daha önce görmedikleri farklı yerlerde yapayalnız kalmışlardı.
İra altın sarısı kumlarla örtülü topraklarda büyük bir nehrin yanında yapacaktı Piramit’ini. Üzerindeki beyaz elbisesini kumların ütüne bıraktı ve güneşi çıplak vücudunun her noktasında hissetti. Kızgın kumların yaktığı ayaklarını nehrin soğuk suyuna daldırdı ve ilerlemeye başladı. Nehrin içinde kaybolmuş, ruhunu elementiyle bütünleştirmişti. Nehir altında patlamalar oluyormuşçasına çalkalanıyordu. Yükselen dalgaların içinden kopan büyük su kütleleri içlerine aldıkları tonlarca ağırlıktaki kayaları nehrin yanındaki boşluğa bir planı takip ediyormuş gibi taşıyorlardı. Taşlar birleşip Piramit’i ortaya çıkardığında İra ıslak saçlarını bir kumaşla bağlamış, eserini bitirmiş olmanın gururuyla izliyordu. Artık bekleme zamanıydı. Evren bütün koşulları sağladığında gerçekleştireceği ayinin hazırlıklarını tamamlamak zorundaydı.
Yoana simsiyah tozlarla kaplanmış seyrek bitkilerle örtülü bir adada buldu kendini. Adanın tepesinde ortasından siyah dumanların yükseldiği bir volkan gördü. Piramit’i inşa edeceği boşluğun ortasına oturdu, ayaklarıyla toprağı hissetti Toprağın sıcaklığını, altındaki alevleri, yok edici gücü hissetti. Yaşadığı tüm o kötü şeyleri düşündü. Ruhundaki sarsıntılar toprakla karıştı ve zemin Yoana’yı merkezde bırakacak şekilde birbirinden ayrıldı. Yarıkların içinden kızgın lavlar taşmaya başladı. Lavlar üst üste geldikçe soğudu tıpkı zamanında gördüğü işkencelere karşı kalbinin soğuduğu gibi. Sonunda tepesini bitkilerin üstündeki tozlar kadar siyah, yansımalı bir kubbe çevrelemişti.
Gök kubbenin altında Dünya’nın üç farklı noktasında üç insan için yankılanıyordu kutsal sözler. Üç bilgenin kanlarıyla çizilmiş üç dairede. Bedenlerini terk etmelerinin zamanı gelmişti. Edhellon, Yoana ve İra Ay’ın yeryüzüne en yakın olduğu o gece ıslatmışlardı toprağı kanlarıyla. Ruhları sonsuz bilgeliğe ulaşmıştı. Topraktan havaya karışan kanları Ay’ı kırmızıya boyamıştı. Aradan yıllar geçti. Piramitlerin etrafında onlarca medeniyet doğdu, yaşadı ve öldü. Ay dünyaya dokunduğunda kehanet gerçek olacaktı. Evren üç insana birer dilek bahşetmişti. İnsanlık başına geleceklerden habersiz bir şekilde kibirle evrene ve doğaya meydan okuyordu.
Gina günün yarısını yatağında geçirmişti. Geceleri gördüğü kâbuslar uykusundan saatler çalıyordu. Henüz sekiz yaşında dünyayı anlamaya çalışan bir çocuktu Gina. Bu küçük yaşında ailesini kaybetmiş ve kimsesiz kalmıştı. Annesi onu yaşatma pahasına kendi hayatından vazgeçmiş; evlerini, arabalarını ve sahip oldukları her şeyi silip süpüren hırçın sele teslim etmişti bedenini. Bu felaketten geriye yakınlarını kaybetmiş onca insan, kalbi kırık çocuklar, Gina ve elinden asla düşürmediği annesinden ona son bir hatıra olarak gördüğü oyuncak dinozoru kalmıştı. Yaşadığı yerde onun gibi onlarca kimsesiz çocuk kalıyordu. Ancak Gina’nın pek sosyal bir çocuk olduğu söylenemezdi. Gününün çoğunu dinozoruyla konuşarak, oyunlar oynayarak arta kalan zamanlarını ise terapistlerle konuşarak geçiriyordu. Kan kırmızısı ay ışığının odasını aydınlattığı bir gece uykuya dalmaya çalışırken elinde tuttuğu pembe, yıpranmış oyuncak dinozoruna baktı içinden “Keşke dinozorlar gerçek olsa, dünya çok eğlenceli bir yer olurdu.” dedi ve küçük dinozoruna bir öpücük kondurup uykuya daldı. İlk defa kâbustan uzak bir gece geçirecekti. Uzaklardan gelen yabancısı olduğu sesler onu bir ninni gibi uykunun derinliğine bırakmıştı.
Soğuk, mavi boyası yer yer dökülmüş hastane odasında oturduğu eski sandalyenin paslı bacağının kırılmasıyla birlikte uyandı Austin. Günlerdir doğru düzgün uyumamıştı. Sonunda odadaki bitmek bilmeyen kalabalığın dağılmasıyla karşısında makinelere bağlanmış, hareketsiz bir şekilde yatan arkadaşını gözlerinin dolmasına engel olamadan izledi. Birkaç gün önce almıştı haberini. “Bayan Felicia yüksek bir binanın çatısından düşmüş. Çatıda ondan başka kimse yokmuş. Ona zarar vermeye çalışabilecek birilerini tanıyor musunuz?” Felicia’nın adını duyması elindeki bütün işi bırakıp kendini pijamalarıyla sokağa atmasına yetmişti. Büyük bir şok içindeydi. Felicia onun bu dünyada değer verdiği tek kişiydi. Bunu nasıl yapardı kendine. İhanete uğramış gibi hissediyordu. Onu bu dünyada yapayalnız bırakıp gitmek istemişti. Hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordu ancak içinde bulunduğu şok boğazının düğümlenmesine sebep oluyordu. Sonunda hastane odasına vardığında onu yatağın içinde hareketsiz bir şekilde yatarken buldu. Hastanede geçirdiği günler boyunca onu bir an bile tek başına bırakmamıştı. Doktorların günlük kontrolleri yapmak için odaya girmesiyle irkildi ve kendine geldi Austin. Hemşirenin yüzündeki şaşkın ifade dikkatini çekmişti. Hararetli bir şekilde doktora bazı haberlerden bahsediyordu. “Dinozorlar diyorum! Canlanmışlar. Her yerdeler. Duymadınız mı gerçekten. Televizyon da mı yok evinizde?” Hemşireden duydukları Austin’in sinirlerinin bozulmasına neden olmuştu. Haftalardır gülmeyen yüzüne küçük bir tebessüm yerleştirdi ve odanın köşesindeki küçük televizyonu açtı. Haberlerde gördüklerini büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. Milyarlarca yıl önce yok olduğunu bildiğimiz bir tür canlanmıştı. İnsanlar korku içerisinde kaçışıyordu. Askeri kuvvetler son teknoloji silahlarını kuşanmış bir şekilde saldırıya hazırlanıyorlardı. Nasıl bir zamana uyandığından haberleri olmayan canlılar binalara çarpıyor, arabaları eziyor ve doğal ortamlarını arıyorlardı. Doktor haberlere odaklanmış Austin’in omzuna dokundu ve “Arkadaşın için çok umutlanmamalısın, durumu kötüye gidiyor. Lütfen kendini her ihtimale hazırla” dedi. Austin’in dünyası başına yıkılmıştı. Çaresizce elini tuttu Felicia’nın ve içten bir şekilde “Lütfen” dedi. “Lütfen beni bırakma. Sağlığına kavuşman için her şeyimi verirdim.”
Hastane koridorlarındaki kalabalığın silindiği saatlerde odanın kapısının açılmasıyla içeri sarı saçlı uzun boylu bir yabancı girmişti. Austin Felicia’nın elini bırakmış kim olduğunu sorarcasına yabancıya bakıyordu. Adamın yüzünde hiçbir ifade yoktu. Robot gibiydi. Felicia’nın sesini duydu Austin ve yatağa çevirdi yüzünü. “Seni son bir kez görmek istedim.” dedi Felicia titreyen sesiyle beyaz tenli ifadesiz yabancıya. “Artık huzur içinde ölebilirim.”
Felicia ölümün karanlık dünyasına çekildiğinde yabancı odadan çoktan ayrılmıştı. Austin ise yaşadıkları karşısında aklını kaybetmiş keskin çığlıkları koridorlarda yankılanırken ağır dozda sakinleştiriciyle kendi karanlığına bırakılmıştı.
Alice soylu bir ailenin hayatta kalan son üyesiydi. Etrafındaki insanlar ona bir çocuktan çok bir varis gibi davranmıştı. Bir insanın isteyebileceği her şeye sahipti. Göz alıcı güzelliği her girdiği ortamda konuşuluyordu. Erkekler onu bir tanrıça olarak görüyorlardı. Çevresindeki en kıskanç kadınların bile kendilerini kıyaslamayacakları bir yüze sahipti. Kendi moda imparatorluğunun başında kariyerinin zirvesindeydi. Seneler süren çalışmalarını sergileyeceği gün geldiğinde heyecandan yerinde duramıyordu. Defileye pek çok ünlü isim katılmıştı. Basın etkinliğin gerçekleşeceği tarihi ahşap binanın önünde adeta birbirini eziyordu. Alice’in hayatının en önemli günü onu yeni bir hayata sürüklemeye hazırlanıyordu. Podyumda her bir kıyafeti ayrı bir hikâyeyi anlatıyordu. Alice’in yüzündeki gurur her bir davetli tarafından okunuyordu. İşte tam o anda her şeyi yok eden ateşin ilk kıvılcımı dokunmuştu binanın eski ahşap yüzeyine. Alarmların çalmasıyla beraber kalabalık korku içinde kaçışmaya başladı. Alice’in en büyük günü en büyük kâbusuna dönüşmüştü. Binanın önü kalabalıkla sarıldığı anda içeriden bir çocuğun yardım çığlığı duyuldu. Alice gözündeki korkuyu bastırarak daldı yükselen alevlerin içine. Amacına ulaşmış, çocuğu kurtarabilmişti ancak ölümün elinden aldığı ruhun bedelini güzelliğiyle ödemişti. İnsanlar çocuğun kurtulması karşısında sesiz kalmıştı. Kalabalığın çığlıkları Alice’in yüzü içindi.
Büyük malikânesinin duvarları insan sesiyle yankılanmayalı çok olmuştu. İnsanlar onu tanrıça olarak gördükleri zamanları bir anda unutup onu bir yaratığa çevirmişlerdi. Korkup kaçtıkları, yüzüne tiksintiyle baktıkları ve acıdıkları zavallı bir yaratık olmuştu. Zamanında partiler verdiği bahçesinin ortasındaki büyük çardakta radyosunun başına geçmiş haberleri dinliyordu. Dinozorların gerçek olduğunu duyduğu anda bir anlığına da olsa şaşırmıştı. Dinozorlar insanları korkutmuştu ancak o bundan büyük bir haz duydu. Kayıpların her biri bütün dünyadan tek tek aldığı bir intikam gibiydi. Her yıl gösterişli kalabalık partilerde kutladığı doğum gününü son birkaç yılda tek başına geçirmişti. Eline küçük bir kek aldı ve yarısı erimiş bir mum dikti üstüne. Ağzına kadar dolmuş kristal küllüğünün yanından bir kibrit aldı ve mumu yaktı titreyen elleriyle. O günde diğer yalnız geçirdiği doğum günlerindeki gibi tek bir dilek vardı aklında. “İkiyüzlü insanlar. Hepinizden nefret ediyorum. Umarım kalbinde en ufak bir kötülük olan herkes yok olur!” dedi ve erimekte olan mumu söndürdü zayıf nefesiyle. O an hiçliğe dönüştüğü andı.
Alice’in elindeki kek bahçenin zeminine düşmüştü. Radyodan ufak cızırtılar dışında hiçbir ses gelmiyordu. Dünyada nefes alan tek bir insan bile kalmamıştı. Kötülük ve iyilik bir bütündü insan bedeninde. Doğa insanlığın yok ettiği bütün güzellikleriyle saracaktı tekrar kendini. Doğa yaşamaya devam edecekti.
- Ala Meşe ve Sonsuzluk Meyvesinin Hikmeti - 1 Mayıs 2020
- Arınmış Krallığın Esareti - 1 Nisan 2020
- Açılmamış Mektuplar - 1 Mart 2020
- Her Dilek Bir Ölümden Gelir - 1 Şubat 2020
İşte aradığım betimlemeler tam olarak bunlar. Hikaye beni tamamıyla içine çekti ve bir solukta okudum. Okurken aynı zamanda yaşıyormuşum gibi bir his verdi. Her insanın içinde bulunan kötülüğe yer vermeniz de oldukça güzeldi. Dünya doğayla başladı ve doğayla sonlandı
Ira, Yoana ve Edhellon. İsimler bile başlı başına insanı öykünün içerisine çeken birer yapı taşları haline gelmiş zaten. Öykünün içerisindeki gelişmekte olan dilek olayı ve bunun sonucunda iç içe geçen hayatlar silsilesini çok güzel portre etmişsin kelimelerinle. Öykündeki ilahi ve mistik semboller gayet yerindeydi. Keşiş ve keşişlik hakkında bir kurguyu okumak çok güzel olurdu açıkçası. Kalemini yeni seçkilerde de görmek dileğiyle!
Öykü başlı başına çok sürükleyiciydi. Felicia’nın bölümünde biraz şaşırdım açıkçası. Sadece o bölümden bile bir hikaye çıkar bence. Hiç bitmesin istedim okurken. Sonu şok ediciydi. Devamını merakla bekliyorum. Başarılarınızın devamını dilerim.
Beğenmenize sevindim, teşekkür ederim.
Kısa öykü olması bir parça üzdü açıkçası. Daha sık dokunmuş bir örgü ile nefis bir romana dönme potansiyeline sahip bir hikaye. We need more of this human! Give us some more!