Hayat kimisi suratımıza çarpılmış, kimisi de açmaya hiç cesaret edemediğimiz kapılardan ibarettir…
Şehrin en eski kütüphanelerinden birinde bakımsızlıktan gıcırdayan sandalyeme oturduğumda saat öğleye yaklaşıyordu. Aradığım kitabı bulmak bütün bir sabahımı almıştı. Arşivdeki görevliler kendilerine göre önemsiz bilgiler içeren kitapları düzenli bir sıraya koymuyorlardı maalesef. Her neyse, kütüphane yönetimine daha sonra sitem ederim. Sonunda aradığımı, bu kitabı son okuyan kişi yakın bir dostum olduğu için bulmuştum. Neredeyse beş parmak kalınlığında, siyah, sert cildi toz tabakasıyla kaplanmış, sayfaları rutubetten sararmış bir kitaptı bu. Üzerinde ne kitabın ismi, ne de yazarı vardı. Sadece arka kapağında bir zarf ve bu zarfın içinde de kitabı son okuyanların bir listesi vardı. En sonda görünen isim de bu kitabı üç gün önce sırra kadem basmadan saatler önce okumuş olan arkadaşım John’dan başkası değildi. O da benim yaptığım gibi kitabı sabırsızlıkla açıp okumuş olmalıydı, zira kitabın üzerindeki toz tabakası birkaç parmak izi hariç yerli yerinde duruyordu.
Heyecanla parmaklarımı üzerinde gezdirdim ve üzerindeki tozları silmeye tenezzül bile etmeden ilk sayfasını açtım.
Hayat kimisi suratımıza çarpılmış, kimisi de açmaya hiç cesaret edemediğimiz kapılardan ibarettir…
Yazıyordu normalde yazarların teşekkürlerini sundukları veya önsöz yazdıkları kısımda. Bir sayfa daha çevirdim.
Bölüm I
Gerçeklere Dair
Gerçek nedir? Öncelikle bu soruyu kendimize sormamız gerekir. Gerçek, birden fazla kişinin kabul ettiği ve karşıt düşüncelerin minimumda olduğu kavramdır. Örneğin ben tüm ördekler yüzebilir dediğim zaman, buna karşı çıkacak kişi sayısı bir elin parmağını geçmez. Karşı çıkanlar da önemsenmez. Fakat şu bilinmelidir ki her ördek yüzemeyebilir. Aynı şekilde dünyanın her yerinde yerçekimi olmayabilir ve dünyamız aslında dönmüyor olabilir! Şaşırtıcı ama bunlar hep olasılık dâhilindedir. Ya galaksi ve diğer yıldızlar dünya etrafında dönüyorsa ve evrenin sabit olan tek gezegeni Dünya ise? Ya da sabit kabul ettiğimiz Güneş sürekli hareket halindeyse ve dünya aslında onun etrafında dönüyor gibi görünse de asıl hareket eden güneş ve diğer gezegenler ise? Bütün bunlardan, sırf bilim adamlarının %99’u söylüyor diye emin olabilir miyiz sizce? Bana hemen fizik kuralları ile bunları kanıtlayabiliriz diyenleriniz olacaktır. Peki size daha ilginç bir argüman sunayım o zaman. Fizik kurallarının hepsinin gerçek olduğuna nasıl emin olabilirsiniz ki?
Kafanız mı karıştı? Daha durun bu bir başlangıç ve anlatacaklarım gerçeklerle ilgili. Ama bu bahsi geçecek gerçekler, yüz kişiden sadece birinin inandığı ve gördüğü gerçekler. İşte böyle gerçekleri bilip de söylemek insana ister istemez ‘deli’ sıfatının yapıştırılmasıyla son bulur. Farklıysanız bedelini ödersiniz. Bu yüzdendir ki kitabımda bir başlık veya yazar ismi bulamayacaksınız. Ama şuna emin olun safsata değil gerçekleri okuyacaksınız.
—o—
Etkileyici diye düşünmeden edemedim. Kitaba bir beyin fırtınası ile başlamış ve öncelikle okurun körü körüne inandığı en temel ve en sağlam olgulara saldırmıştı yazar. İşte bunu yapmasının bir tek nedeni olabilirdi. Kimsenin inanmayacağı daha başka şeylere zemin hazırlamak için. Sunduğu argüman kimsenin kesinlikle karşı koyamayacağı bir şeydi. Sonuçta fizik formüllerini bu kitabı okuyanlar keşfetmemişti ve doğruluğuna emin olsalar da yine de yüzde yüz emin olmaları imkansızdı. En nihayetinde bütün işlemleri baz alarak yaptığımız matematikteki sıfır sayısının sıfırı temsil ettiği bile tartışma yaratmamış mıydı? Merakım giderek artarak ikinci bölüme geçtim. Çünkü bu kitap arkadaşımın kaybolmadan hemen önce okuduğu son kitaptı. Hatta bu kütüphaneden çıkarken bile onu gören olmamıştı. Bütün gizem ve çözülmesi gereken bilinmezliğin anahtarı önümde duran kitaptaydı. Arkadaşımı bulma ya da onun başına ne geldiğini anlama dürtüsü ile sistematik bir biçimde kitabı okumaya niyetlenmiştim fakat kitap gerçekten de başlangıcı ile ilgimi çekmeyi başarmıştı.
II. Bölüm
İnsanlık ve Arayışlar
Bu iki kelimeyi birbirinden ayrı başlıklarda incelemek neredeyse imkansızdır. Çünkü insanlık var olduğundan beri çeşitli arayışlar içine girmiştir. Milattan önceki yıllarda daha korunaklı ve daha yaşanabilir yerlerin arayışları bile bu başlık altında toplanabilir. İnsan varoluşundan itibaren geçen hemen hemen bütün yıllar boyunca kendini daha da geliştirmiş ve hep daha fazlasını istemiştir. Öncelikle kendini vahşi hayvanlardan korumak için basit mızraklar geliştirmiş, sivri pençelerin vücutlarında bırakacağı hasarı aza indirmek için kalın deriden kıyafetler giymiş, soğuktan kaçınmak için mağaralara sığınmışlardır. Daha sonra dünyadaki madenleri işlemeyi öğrenmiş ve hızla gelişmeye devam etmiştir. Toplayıcılık yetmediğinde kendi tarlalarını sürmüş, ekinlerini hasat etmişlerdir. İlerleyen yıllarla beraber gereksinimleri daha da artmıştır, çünkü artık zekaları sınırlı olan vahşi hayvanlar yerine kendileri ile mücadele etmeye başlamışlardır. Sürekli çeşitli nedenler dolayısıyla çıkan savaşlar yüzünden hep daha iyi silahlar ve daha iyi orduya sahip olmak için demirciler çalışırken, bir yandan da savaşanları ve savaş araç gereçleri üretenleri beslemek için tarımla meşgul olan alt tabaka gelişmiştir. Bu hikaye günümüze kadar devam etmiştir ve ben detaylı bir tarih özeti yapmaktan kaçınmak niyetindeyim. Söylemek istediğim asıl nokta şudur; İnsanlık hep bir arayış içinde olmuştur ve bu arayış her zaman yaptığı işleri daha da kolaylaştırmak adına yapılmıştır. Uzaktan besin toplamak uzun sürdüğü için mağara ya da evlerinin hemen önüne tarlalar kurulmuştur. Dağınık halkı korumak zor olduğu için kentleşme başlamıştır. Teke tek savaşlar uzun süreceği için toplu meydan muharebeleri keşfedilmiştir. Diğer tarafa üstünlük sağlamak adına sürekli arayışta olan insanlık önce mancınıkları, sonra barutu ve topları, en sonunda da atom bombasını keşfetmiştir. Yani insanlık en çok ihtiyaç duyduğu şeyleri araştırmış ve eninde sonunda bu konuda başarılı olmuştur. Günümüzde kullandığımız en basit teknolojilerden biri olan el feneri bile milattan sonra yüz yılında dünya üzerinde görülseydi ne kadar büyük bir değişikliğe yol açardı bir düşünsenize! En azından pili bitene kadar…
—o—
İşte başlıyoruz diye geçirdim içimden. Eski ve bilindik zaman yolculuğu kuramı gelmek üzereydi neredeyse. Bu kitapta gerçekten daha fazlası olacağını ummuştum fakat ilk bölümdeki zekice edilmiş lafları zaman yolculuğunun olabilirliğine bağlayacağı bariz belliydi. İşte bu yüzden temel fizik kuramlarını zayıflatmaya yönelik giriş bölümünü yazmıştı yazar. İlgimi biraz da olsa kaybetmiş bir şekilde üçüncü bölüme başladım ve ilk cümlesi ile birlikte kaybettiğim bütün ilgiyi tekrar geri kazandım. Takdir edilesi bir yazardı gerçekten. Her ne anlatmak istiyorsa okuyucuyu avucunun içine almasını iyi biliyordu.
III. Bölüm
Ya Arayışlarımız Farklı Olsaydı?
Böyle bir girişten ve böyle bir devam bölümünden sonra eminim siz değerli okurlar zaman yolculuğundan bahsedeceğimi sanmışsınızdır. İçiniz rahat olsun. Bu kitap zamanda yolculuktan ve benzeri argümanlardan bahsetmiyor. Bahsedeceğim şeyler insanlığın yönelimleri ile ilgili unutulmuş gerçeklere dayanmaktadır ve eğer dünya üzerinde son birkaç bin yıl içerisinde gerçekleşmiş senaryo birazcık farklı olsaydı, benim dediğim şeylere inanıyor ve fiziği deli saçması olarak görüyor olacaktık.
Bu kısa açıklamadan sonra konumuza dönelim…
—o—
Kitabı okurken birden kendimi kurtarmak adına ayaklarımı yere sağlam basmak zorunda hissettim. Çünkü ani bir boşluk hissine kapılmıştım. Zaten kendi kendine gıcırdayan sandalyenin ayaklarına fazla yüklenmiş olmalıyım kitabı okurken. Yerde tek ayağı kırılmış ve üç ayağı üzerinde asimetrik bir şekilde duran sandalyeye doğru onu düzeltmek adına bir hamle yaptım fakat o sırada siyah kaplı kitap koluma takıldı ve yere büyük bir gürültü ile düştü. Boğuk bir şangırtı sesi ve toz tabakası ile birlikte kitabın arka sayfalarının bulunduğu bir kısımdan küçük dikdörtgen şeklinde bir metal parçası yerde sekmeye başladı. Hemen reflekslerimi harekete geçirip metal parçasını yakaladım.
Dikdörtgen metal parçası elimle ilk temas ettiği anda büyük bir sıcaklık hissettim. Bu daha çok kaynayan bir çaydanlığa elinizi dokundurmak gibiydi fakat tek bir farkla… Bir şekilde elinizi çekemiyordunuz. Refleks olarak uzattığım sağ elimi bu sefer acıdan dolayı kaçırmaya çalıştım fakat metal parçası elimle artık bir bütün olmuşcasına onu takip etti. Tıpkı alışveriş çılgınlığına kapılıp kredi kartını tüketmiş bir kadının gülümseyerek sizi el yakan nesneyle baş başa bırakması gibiydi. Eğer hanımefendiyi seviyorsanız işte o dikdörtgen nesneden de kaçışınız yoktu. Tam emin değilim ama birkaç saniye boyunca elimi sallamayı bile denedim sanırım. Şimdi ısı elimden koluma ve oradan da tüm vücuduma yayılırken bu inanılmaz acıyı hissediyor ve hiçbir şey yapamıyordum. Nedendir bilemiyorum ama bütün bu yoğun yanma hissi vücuduma yayılırken tek odaklanabildiğim şey kara kaplı kitaptı. Onda bu sıra dışı durumu açıklayacak bilgiler vardı çünkü. Buna emindim. Acı ile kıvranırken bir an bile odaklanıp kitaba ulaşsam belki de bu sorunu çözebilecektim. Sıcaklık hissi giderek artarken bedenimin kontrolünü yavaş yavaş kaybettiğimi hissediyordum. Vücudum acı içinde kütüphane zemininde kıvranırken bir yandan gözlerim kararmaya başlamıştı.
Takat sınırımın en uç noktasında keskin kaynama hissi bir anda yerini büyük bir serinliğe bırakarak aniden kesildi. Yine de iki büklüm bedenimin kontrolünü tam olarak sağlayamadım. Hatta az önce yaşadığım öyle büyük bir acıydı ki ne olur ne olmaz diye gözlerimi bile açmaya cesaret edememiştim.
Ya kütüphaneye bir anda yüzlerce kişi akın etmişti ya da beynim bana oyunlar oynuyordu. Zira kulaklarıma birçok farklı ağızdan dökülen kalabalık homurtusu gelmeye başladı.
Bir gong sesi duyuldu ve kalabalığın sesi geldiği gibi aniden kesildi. Derinden çınlama havada etkisi azalmış da olsa asılı dururken gür bir ses konuşmaya başladı.
‘Bakalım burada ne varmış. Bu bir insan! Bu tür çok nadirdir ve sadece Dünya adı verilen gezegende yaşarlar.’
‘İnsan mı o da nedir?’ dedi meraklı ve genç bir ses.
Gür sesin sahibi sesine dramatik bir hava verdi ve konuşmaya devam etti: ‘ İnsanlar büyü nedir bilmezler. Vücutları kırılgan ve hassastır.’ kalabalıktan büyük bir hayal kırıklığı sesi yükseldi. ‘Fakat tüm diyarlardaki en iyi teknolojistlerdir!’ işte bu son cümle ile kalabalık çığırından çıkmıştı.
Açık arttırma olduğunu anlamak için, dahi olmayı gerektirmeyecek kadar fazla kişiden farklı rakamlar yükseliyordu. Acının etkisi yavaş yavaş azalırken gözlerimi aralamaya cesaret ettim ve gözlerimi açtığımda bunu yapmamış olmayı diledim.
Taştan geniş bir çıkıntının üzerinde duruyordum. Kıvrılmış vaziyette yattığım düzlüğün hemen yanında altından yapılmış büyük bir gong bulunuyordu. Hemen arkamda yaklaşık beş metre boyunda, kenarları mavi ve sarı ışıklarla aydınlatılmış, sağlam bir metalden yapılmış ilginç bir kapı duruyordu. İlginçti çünkü kapı çerçevesinin ortası sonsuz bir boşluktu ve bu boşluktan yanılmıyorsam Samanyolu Galaksi’si görünüyordu. Gördüğüm bu görüntü karşısında kafamı yoklamadan edemedim. Kesin bir darbe almış olmalıydım fakat küçük bir kontrolden sonra bu ihtimalin de ortadan kalktığını hüzünle fark ettim.
Arkamda duran kapıdan gözlerimi aldım ve önümdeki kalabalığa doğru çekinerek başımı çevirdim. İşte bu görülmeye değer bir görüntüydü. Yüzlerce irili ufaklı varlık karşımda durmuş heyecanla benim fiyatım konusunda anlaşmaya varmaya çalışıyordu. Varlık diyorum çünkü onları tanımlamak için başka bir sıfat düşünemiyorum. Baştan başlamak gerekirse öncelikle ayakları yoktu bu varlıkların. Hepsi sanki havada süzülür gibi hareket ediyordu. Küçük bir hortum, denizin o güzelim sularını çekmiş almış ve bu varlıklara can vermiş gibiydi. Renkleri lacivert, turkuaz, mavi ve yeşil tonlarındaydı. Vücutları bellerine ve kollarına geçirdikleri metal bilezikler dışında çıplaktı. Sürekli akan ve dalgalar halinde yayılan sıvı kütlelerine bakıyordum sanki ama bir şekilde onların sıvı değil havadan oluşmuş olduğunun farkındaydım. Yüzleri insanınkine çok benzese de vücutlarının renginden nasibini almıştı. Göz çukurları ve hatta gözleri vardı fakat onların neye benzediğini anlatmam bile mümkün değil sanırım.
‘Beş yüz veriyorum ve bu son teklifim!’ dedi en sonunda koyu lacivert teni olan bilezikleri ve kemeri gümüşe benzeyen bir metalden yapılmış varlık.
Kendi kendime gülümsedim. Az önce vücudumu parçalara ayırmakla tehdit eden acı spazmından kaynaklı mı, bilmiyordum ama gördüğüm şeyler konusunda olması gerektiği kadar derin bir tepki vermeyi başaramadığımı hissediyordum. Ben bir fizik profesörüydüm sonuçta. Her türlü problemin ve durumun biraz düşünerek çözülebileceğine inanırdım. Kitap! Diye düşündüm. O lanet olasıca kitap bunu anlatıyor olmalıydı. Sayfalarında belki de buradan çıkış yolunu da barındırıyordu. Lanet olasıca sandalye! Biraz daha dayansaydı ve ben kitabı bitirmeye yakın kırılsaydı ne vardı sanki. En azından o metali kullanıp kullanmama konusunda bir seçimim olurdu. Metal…
Gözlerim, hızla beni şimdiye kadar yaşadığım tüm acıların toplamından daha büyük bir acıya mahkum eden ve aynı zamanda beni buraya getiren dikdörtgen metal parçasını aradı ve…
‘Lanet olasıcalar!’ ağzımdan kaçıvermişti işte. O dikdörtgen metali gongu çalan ve açık arttırmayı yöneten adamın elinde salladığını ve beş yüz teklif eden lacivert gümüş bileklikli varlığa fırlattığını görseniz siz eminim ki daha kibar bir tepki verirdiniz…
Kalabalık, bir anda bana döndü ve yeni tuttuğu metal kartı bana doğru sallayan varlık yanıma doğru süzülmeye başladı. Bana yakından bir göz attı ve beni tartarcasına temkinli ve yavaş bir şekilde adımı sordu. Eh anlaşılan ya komadaydım ve ucubeler sirkiyle alakalı bir rüya görüyordum ya da bütün bu olanlar kitapta da bahsedilen inanmayı seçmediğimiz gerçeklerdendi. Her iki durumda da karşımdakine gerçek ismimi vermem gerekmiyordu ve aslına bakarsanız biraz eğlenmenin kime zararı dokunurdu ki!
Elimi resmi bir şekilde uzattım ve duruşumu dikleştirip, boğazımı temizledim.
‘Bond… James Bond.’
- Bir Delinin Benzetmeler Diyarı - 6 Ekim 2012
- Hayal İmparatorluğu - 6 Kasım 2011
- Anahtar - 8 Ekim 2011
- Kayıp Rıhtım’ın Çağrısı - 15 Temmuz 2011
- Başlangıç ve Son - 5 Aralık 2009
Öncelikle eline ve aklına sağlık, Buğra.
Şahsen 1. ağızdan anlatılan hikayelerden bazen çok sıkılıyorum. Ama o, beni sıkan hikayelere nazaran daha sürükleyici bir kurgusu var. En baştaki cümlen ise gayet derin ve yerinde olmuş.
Güzel hikayen için teşekkür ederim.
Mert Bitmez…
Ben de nadiren birinci tekilden yazarım zaten hikayelerimi. Bir de kahramanın gözünden anlatılan hikayelerde fazla betimleme paragraflarına vs gerek kalmadığından dolayı hikayeyi daha hızlı anlatabiliyorsunuz. Sanırım o yüzden tercih ettim bu sefer. Baştaki cümleyi beğenmene de sevindim çok fazla olmasa da o kısma biraz kafa patlarmıştım. Okuyup yorumladığın için teşekkür ederim.
Nedense bu gün okuduğum hikayeler bana hep bir şeyleri çağrıştırıyor. Daniel Quinn’in kitaplarını çağrıştırdı bu da ve ben onu bir başka severim. ellerinize sağlık. Gerçekten güzel olmuş…
Üzerinde pek düşünmeden oluşturduğum bir hikayede anlatım tarzımın Daniel Quinn’ e benzetilmesi koltuklarımı kabarttı. Yorumunuz için teşekkür ederim.
Selamlar;
Uzun bir aradan sonra seni yeniden seçkide görmek güzel. Kül ve Kayıp Rıhtım Özel Seçkisi dışında pek görememiştik seni buralarda. Her neyse, laf salatasını bırakıp yorumuma geçeyim. Güzel başlayan, akıcı bir şekilde devam eden ama sonu da pat diye geliveren bir öykü sunmuşsun bizlere. Keyifle okudum, çabuk bitince de üzüldüm. Birinci tekil şahıs anlatımının altından da başarıyla kalkmışsın. Beni en çok üzen şey kitabın devamında ne yazdığını öğrenememek oldu. O kadar meraklıydı işte hikayen 🙂 Sonundaki küçük esprine ise ayrı güldüm. Kısacası güzel ama kısaydı. Yetmedi, tadı damağımda kaldı. Seni daha fazla görmek istiyorum buralarda.
Kalemine sağlık…
Bazen yazdıklarım hiçbirşeye benzemiyor ama bazen de birinci tekil şahıstan yazdıklarım gerçekten fena olmuyor hani. Bu da o fena olmayanlardan sanırım yorumlara bakacak olursam. Ha bu arada benim ne zaman böyle pat diye hikaye bitirdiğimi gördün daha dur bakalım kitapta yazanlar ile fizikçimizin maceraları sürecek ve umarım öykü seçkilerinde sürer 🙂
Merhabalar! Sanırım bu, Angela & Michael’den sonra okuduğum ilk hikayeniz 🙂
Çok etkileyici bir tarzınız var bence , genel olarak hep “I. bölüm, II. bölüm..” olarak yazıyorsunuz; daha önce okuduğum yazıların hiçbirinde buna rastlamamıştım 🙂
Öyküye gelirse, çok güzeldi!
İyi seçkiler…
Angela & Michael’dan sonra baya bir hikaye yazdım sanırım ama genelde öykü seçkisi yerine forumda yayınladığımdan kaçırdınız galiba. Genelde farklı perspektiflerden aynı gibi görünen olayları incelemeyi seviyorum. Bunu yapmak için de iki farklı kişinin gözünden olayı anlatmak gerekiyor ve bunun için de bölümler oluşuyor. Ama sonradan bu bölümleme olayı alışkanlığa dönüştü. yazım tarzıma yaptığınız iltifatlar ve yorumunuz için teşekkür ederim. Ben de en kısa zamanda seçki hikayelerini okuyacağım.