Öykü

Resim Falı

Neşe, her buluşmalarında şu cümleyi mutlaka kurardı: “Sürücü kursunda tanışıp da bu kadar uzun süre arkadaş kalan tek insanlar biz olabiliriz.” Bu sefer biraz geç kalmıştı ama ritüeli bozmamıştı.

Kafenin yamuk yumuk ahşap masasında karşısında oturan Sedef gülümsemeye çalıştı. Bugün pek çok şeyi yapamıyor, yalnızca yapmaya çalışıyordu. Buluşmayı neden kabul ettiğinden emin değildi. En yakın yanıt evde sıkılmış olmasıydı. Kafasını dağıtabileceğini düşünmüştü. Ama şimdi Neşe’yi dinlemeye çalışmak bile zor geliyordu. Odaklanamıyordu. Eylemsizlik kuvvetinin etkisine girmiş, sadece zamanda sürükleniyordu. Kahve güzeldi ama o da bitmişti.

“Bugün bir durgunluk var sende,” dedi Neşe. “Bir renksizlik.”

Bu tasvir Sedef’in hoşuna gitti. Renksizlik. Neşe’nin arkasındaki duvara çizilmiş soluk grafiti gibi. Güneşin -yani zamanın- yıpratıcı etkisine dayanamamış, canlılığını kaybetmiş.

Bunu düşünürken ilk kez dikkatli baktı duvara. Aşağıdan yukarı okudu resmi. Dali’nin bir eserinin taklidiydi. Aslında hiç de fena durmuyordu. Neydi adı? Yanan Zürafa’ydı galiba. Resimde alev almış bir zürafa gerçekten vardı ama epey geri plandaydı. Ön planda ise bacaklarından ve göğsünden çekmeceler çıkmış yüzü olmayan bir kadın figürü yer alıyordu. Onun bir benzeri de daha sağda biraz daha uzakta olmalıydı. Ama üzerinde gerçek bir sarmaşık türemiş, görünmesini engelliyordu.

Deli dahi ressam ne anlatmaya çalışmıştı acaba bu eserinde? Bir saniye kadar düşündü, bilemedi veya hatırlayamadı.

Diğer üç duvardaki çizimlere de üstünkörü göz gezdirdi. Tanımadığı şeylerdi.

Kafenin lokasyonunu ilk anda tuhaf bulmuştu. Kadıköy’de, yanındaki sokağın seviyesinden üç dört metre aşağıda kalan, üstü açık ama dört tarafı duvarlarla -ve grafitilerle- çevrili, ağaçlar ve sarmaşıkların birbirine karıştığı enteresan bir mekândı. Sigara içenler vardı ama kül tablası yoktu masalarda. Legal miydi acaba burada içmek? Yasak tabelası görmemişti. Yine de şimdilik yakmaya yeltenmeyecekti.

“Evet ya, modum biraz düşük bugün, kusura bakma. Ama iyi ki gelmişim. Hava almış oldum. Biraz ilgisiz falan gözüktüysem senle hiç alakası yok valla.”

Neşe’nin düşündüğü kadar yakın değillerdi aslında. Yılda bir kez kahve veya bira eşliğinde durum güncellemesi yapıyorlardı, o kadar.

Yedi yıl önce Ataşehir’deki bir sürücü kursunda tanışmışlardı. O kısacık eğitimde birbirlerine ısınmış, arkadaş olmuşlardı. Elbette kurs bitince onları bir araya getiren sebep de ortadan kalkmıştı ama Neşe’nin çabaları, en azından ara sıra birbirlerinden haberdar olmalarını ve kopmamalarını sağlıyordu. Buluşmaları teklif eden hep Neşe, kırmayıp kabul eden Sedef oluyordu. Davet ettiği için hesabı ödemek isteyen Neşe, Alman hesabına bağlayan Sedef oluyordu.

“Ciddi bir şey yok değil mi?”

“Yani… İşten ayrıldım iki gün önce. Ayrılmak zorunda kaldım daha doğrusu.”

“Geçen buluştuğumuzda yeni başlamıştın, o iş mi?”

“Evet, şu büyük reklam ajansında art direktörlük.”

“Çok mutluydun?”

Başını salladı Sedef. O esnada garson küçük bir tepsiyle yaklaştı. Uzun at kuyruklu saçlı, hafif çekik gözlü, enteresan bakışları olan bir gençti. Batman sembollü siyah bir tişört giymişti. “Kusura bakmayın, bölüyorum ama,” dedi, “yeni özel içeceğimizi denemek ister misiniz? İkramımız.”

“Aa neymiş?” dedi Neşe, adamın önlerine doğru uzattığı ama henüz masalarına koymadığı espresso bardaklarının içini görmeye çalışarak.

“Adını ‘tuvalde olmayan renk’ koydum. Şimdilik,” dedi adam. Muzip bir şekilde gülümsedi.

“Alkollü mü?” dedi Sedef.

“Biraz. Kullanmıyor musunuz?”

Sedef tam tersi olduğunu belli eden bir ifadeyle masanın üzerini işaret etti. Garson bıraktı, gülümsedi ve gitti. Sedef, adamın arkasından alıcı gözle şöyle bir baktı. Sırtına, kalçasına, ayaklarına. İçgüdüsel bir hareketti. Sonra önündeki beyaz minik kupanın içindeki parlak mavi içeceğe döndü. Başka masalara aynı ikramı yapmadığını fark etmesi çok sürmeyecekti.

Neşe kafasına diktiği bardağı indirirken yüzünü buruşturdu. Henüz bitirmediği Americano’sunun yanında aldığı 330 mililitrelik minyatür suyu üzerine aldı. “Uuu değişikmiş,” dedi. “Yutarken gözlerimin önünde renk patlaması oldu.”

Renk, resim, grafiti, Dali…

“Ee anlatmayacak mısın? Oturduğumuzdan beri hep ben konuştum ama Sedef. Sıra sende. Nasıl ayrıldın işten? Ne oldu?”

“Çok büyük bir hata yaptım ve bir senemi çöpe attım. Olan bu. Saçma sapan bir şeye güvenip kabul etmiştim bu işi aslında.” Neşe’nin omzunun üzerinden Yanan Zürafa’ya baktı tekrar. Tüm hikâyeyi anlatmaya karar verdi.

* * *

Biliyorsun, İç Anadolu kökenliyim ben. Üniversiteye kadar köyde yaşadım. Bizimkiler ezelden beri batıl inançlara, fallara, mistik şeylere inanır. Öyle görmüşler, öyle gelmiş. Benim de çocukluğum öyle geçti haliyle. Dedem çoktan ölmüştü, babaannemle birlikte yaşıyorduk. Kadın şaman gibi bir şeydi. Onun tuhaf halleri beni hep irkiltirdi, köylülerse el pençe divan dururdu önünde.

Kendimi o ortamda garip hissederdim ama bunun anormalliğini de göremezdim başka türlüsünü bilmediğimden. Mucizelerle sarılı gibi. Oysa olan bir şey yok. Ne bir mucize var ortada ne de bilime aykırı bir şey. Babaannem güya görünmeyen alemle alakalı bir şeyler yapardı, insanlar da üç beş bir şey bırakır giderlerdi. Tipik Anadolu mistisizmi yani. Kurşun dökmeler, muska yapmalar, kurban kesmeler, dualar, büyüler, cinler, periler…

Neyse üniversiteden sonra artık o ortamla işim kalmadı. Ankara’yı kazandım. Okurken bir yandan da çalıştım. Okul bitince de işe güce daldım. İstanbul’a göçtüm o ara. Klasik.

Benim gibi bir çocukluk geçirdiysen istemeden de olsa geleneklerini şehir hayatına taşıyorsun. Arkadaşlarımda gördüğüm buydu ve öyle olmamaya bilhassa gayret gösteriyordum. Nazara inanmadım, fal baktırmadım, dua etmedim, oruç tutmadım. Tanrı’yı falan da hiç düşünmedim. Her türlü mucize saçma geliyor, rasyonel olmayan her şey birilerinin uydurmasıymış gibi görünüyordu artık gözüme. Hani nasıl desem, umursamıyordum. Benle tamamen alakasız şeylermiş gibi. Ateist değildim ama apateisttim. Hâlâ da öyleyim.

Geçen sene Kurban Bayramı’nda her zamanki gibi memlekete ziyarete gitmiştim. Babaannem hâlâ aynı evde, aynı tekli koltuğunda duruyordu öyle. Çocukluğumdan beri hep aynıydı, gözümde hiç yaşlanmıyordu. Tahtından sonsuza kadar inmeyecek bir hükümdar ya da süpürgesindeki bir cadı gibiydi.

Sabah erken saatleriydi, annem bir yere gitmişti, sadece babamla o vardı ben vardığımda. Henüz misafir gelmemişti ama yakında birer ikişer damlarlardı, her zaman öyle olurdu.

Salona girdim, elini öpmek için yanaştım babaannemin tahtına. Ama çok tuhaf bir şey oldu. Elini uzatmadı. Bir eliyle koltuğun kenarını, diğer eliyle bastonunu tuttu. Hafifçe titriyordu, ama en garibi gözleriydi. Normalde mavi gözlüydü ama bir perde inmiş gibiydi. İri iri tam gözlerimin içine bakıyordu. İlkel korkumu bir iki saniyede atlatıp düşünebilir hale gelince, son gördüğümden bu yana aklıyla ya da gözleriyle ilgili bir şeyler oldu zannettim.

Teorimi babam bozdu. Yandaki ikili koltuğa şimdi oturmuştu ve babaanneme dönmüştü. “Anne iyi misin sen?” diye sordu. O da ürkmüştü. Buz gibi oldum, ter içinde kaldım aniden. Sırf o kilitlenmiş bakıştan kurtulmak ve sahneyi ilerletmek için eline uzandım, öptüm başıma koydum, bayramını kutladım. Sesim kısık çıkmıştı ama duymuştur herhalde. Bastonu bırakıp diğer eliyle beni yakaladı, kendine çekti, sarıldı. Kulağıma şöyle fısıldadı: “Resmini görüyorum.”

O sırada şansıma babamdan başka kimse yoktu, çünkü kendimi epey sarsılmış hissediyordum. Çok zaman geçmişti ama o iki kelime beynimdeki bir çekmecede saklanan anıları yüzeye çıkardı.

Hatırlıyordum. Babaannem bana ‘resim falı’ diye bir şey anlatmıştı. Falların en garibi, en az bilineni ve en güçlüsü. Herkesin resim falını göremezsin. Sadece özel olanlarınkini. Onlar sanki gelecekten bir şeyleri alır ve yayın yapar. Karşısındaki kişi de bunu hemen kağıda dökmek için inanılmaz bir arzu hisseder. Hiçbir yeteneği olmasa dahi gözünün önüne gelen şeyi karalar sağa sola. Sonra belki anlam veremez, belki yırtıp atar ama rahatlar. Çünkü karşısındaki kişiden ona bir enerji akmıştır ve çizerek onu dökme ihtiyacını gidermiştir.

Anlayacağın, bu falda medyum olan kişi fal bakan değil, falı bakılandır. Gören değil, gördürendir.

Böyle şeyler anlatmıştı işte. Muhtemelen ailece oturduğumuz bir sohbet akşamında konu fallara gelmişti de oradan çıkmıştı, tam hatırlamıyorum.

İşte şimdi kulağıma, “Resmini görüyorum,” diye fısıldıyordu.

Yutkunarak geri çekildim. Babam bana eliyle sakin ol işareti yapıyordu. “Ben su getireyim,” deyip kalktı. Bir köşeye oturdum. Babaannem ayağa kalkıp sehpanın üzerinden babamın eve gelen misafirlerle okey oynarken puanları yazdığı not defterini kaptı ve yerine geri oturdu. Dizinin üzerinde hızlı hızlı karalamaya başladı. Korku filmlerinde zihinsel problemi olduğuna inanılan çocuk karakterlerin yaptığı çizimleri anımsadım.

Bu arada babaannemin resim falıyla ilgili anlattıklarından başka parçalar da aklıma gelmeye başlamıştı. Onun kendince anlattığı şeylerden hayal gücümle çıkarımlar da yapmış, zenginleştirmiştim. Sanatın ve hatta medeniyetin çıkış noktalarından birinin resim falı olduğunu iddia ettiğini hatırlıyorum. Gülmemek için kendimi zor tutmuştum o an, ama sonraki cümleleri enteresandı. Eskiden, daha ortada kâğıt yokken bile taşlara, kayalara, ağaçlara, hatta mağaralara çizildiğini söyledi. Meşhur mağara resimleri bile bu fenomenin sonucu olabilirdi yani ona göre. O ilkel sanatçı, karşısındaki kişinin akıbetini görüp eline geçen ilk şeyle bulabildiği ilk yere, yani duvara çizmişti. Belki büyük bir av, belki çatışma, belki savaş, belki de ölüm.

Pek çok ressamın da daha çocuklukta bununla karşılaşıp o gözünün önündeki sahneyi çizerek resme yönelmiş olabileceğini söylemişti. Köyden çıkmamış yaşlı bir kadının böyle teorileri nasıl geliştirdiğini bilmiyordum tabii. Muhtemelen bir kısmını kendim uydurdum.

Fark etmişsindir, şu arkandaki resme kayıyor sürekli gözlerim. Belki Dali de onlardan biriydi. Hatta o falların tuhaflığını, her resminde aynı üslupla devam ettirdi. Gerçi ona sorabilseydik muhtemelen Freudyen bir şeylerden esinlendiğini söylerdi. Ya da zihninde biriken ve her nedense bir anda ortaya çıkan tortulardan.

Her neyse babaannemin bir dakikadan uzun sürmeyen çizimi mükemmel bir elmas çıkarmıştı ortaya. Babamın bana uzattığı suyu pek de farkında olmadan aldım ama gözüm çizimden başka bir şey görmüyordu.

“Bu,” dedi bana, “bugünlerde hayatını etkileyecek bir şey. Yanında dursun. Belki bir şans, belki uyarı. Karşına çıkarsa görmezden gelme, yeter.”

Yüzüne baktım. Normaldi. Tanıdığım babaannemdi işte. Gözünün önündeki o katarakt gibi perde kalkmıştı.

Birdenbire bütün korkumun boşuna olduğunu düşündüm. Garip bir yanılsamaydı az önce olan şey. Güldüm, dalgaya almaya karar verdim. “Matrix filmindeki tavşan dövmesi gibi mi?” dedim. Anlamadı tabii. Başka misafirler girdi içeri, konu kapandı. Kağıdı alıp çantama attım. Bir daha da üzerine düşünmedim.

En azından üç gün.

İstanbul’a döndüğüm günün akşamında kariyer sitesinden e-posta geldi. Decaf diye bir ajansın iş teklifiydi. Şu geçen sene bahsettiğim yer işte. Adını duyduğum bir firmaydı. Sana büyük bir şirket diye anlatmıştım ama o kadar değil. Abarttım herhalde biraz da kendimi mutlu hissedebilmek için.

E-posta içeriğini görür görmez, ağzım açık çantama koşup kağıdı buldum. Vallahi oydu. Tıpa tıp aynısıydı logosu. Babaannem, elması zemine otuz derecelik bir açıyla yerleştirmişti. Sivri ucu yere değiyordu ve topaç gibi görünüyordu. Logo da öyleydi.

Görmezden gelemedim. Mistik bir şey vardı ortada. Bir şans vermeye karar verdim. Hali hazırda işim vardı ama memnun olup olmadığımdan emin değildim. Karşıma büyük bir fırsat çıksa elbette ayrılırdım ama bu elmaslı reklam şirketinin teklifi o kadar da cazip değildi. Yani babaannemin falı olmasa dikkatimi çekmezdi.

Görüşmelere başladık. Beni çok uygun buldular. Önceki maaşımın biraz üstüne anlaştık. Çok büyük bir hata yaptığımı sonra anladım tabii. Hiç araştırmamış, durumu tartmamıştım. Hipnotize olmuş gibi, o işi almaya mecburmuşum gibi davranmıştım.

Sonrası… Çok ayrıntıya girmek istemiyorum. Önce müthiş bir mobbinge maruz kaldım. İş arkadaşlarım benden nefret etti, nedeni hakkında hiçbir fikrim yok. Öyle kıskanılacak bir tarafım da yok bence. Burada kalsa iyi. Birkaç ay sonra yeni gelen müdür beni taciz etmeye başladı. Üstüne büyük patron da bana zam yapmayacağını, performansımdan memnun olmadığını söyleyince artık orada yerim olmadığını anladım. Tazminat da vermediler doğru dürüst. İki gün önce son darbeyi yedim. Benimle ilgili suç duyurusunda bulunmuşlar. Uzun uzun düşündüğümüz ve hazırlanmakta olan bir fikri rakip şirkete taşımışım güya. Bizden önce kullanmışlar ve büyük sükse yapmışlar.

Şu an bir işim yok. Nişanlım vardı, çoktan ayrıldım. Onun bu konularla ilgisi yok gerçi ama emin olamıyorum, belki de vardır. Sonuç olarak aşırı yıprandım. Sağlığım bozuldu. Babaannemi suçlamak istedim ama saçma biliyorum. Rasyonel bir şey değildi o fala inanmak. Nasıl kanabilmiştim bilmiyorum. Saçma bir tesadüfe kurban gittim.

* * *

Neşe, arkadaşını adeta transa girmiş gibi dinlemiş, gerekli yerlerde başını sallamıştı, duruma uygun tepkiler vermişti. Enteresan hikâyenin içinde kaybolurken bir yandan da elleri önündeki peçeteyle oyalanmıştı.

“Ağzım açık kaldı valla Sedef,” dedi. “Hiç böyle bir şey duymamıştım. Elmas çizimi çok büyük bir tesadüfmüş gerçekten.”

“Vaay, onu nasıl yaptın?” dedi Sedef hayranlıkla. “Origami biliyor muydun sen?”

Neşe uykudan uyanır gibi silkindi. Elindeki peçeteye tuhaf tuhaf baktı. Ne ara bu kadar nizamlı şekilde katladığını anlayamamıştı.

“Düpedüz yarasa. Çok güzel yapmışsın.”

“Seni dinlerken ellerim boş durmamış,” diye gülümsedi Neşe. Kağıdı evirip çevirdi. “Senin olsun,” deyip uzattı.

Sedef kağıdı mutlulukla alırken tuhaf bakışlı garson belirdi. Boşları aldı. Sedef’i hiç acele etmeden uzun uzun süzdü bu sırada.

Sedef, adamın bu aşırı ilgisi üzerine ne düşünmesi gerektiğine karar veremeden siyah tişörtündeki baskıyı yeniden fark etti. Gözleri şaşkınlıkla açıldı. Kanatlarını iki yana açmış gri bir yarasaydı bu. Neşe’nin peçeteyle yaptığı şeklin aynısı.

“Karışımımı beğendiniz mi?” dedi imalı bir ses tonuyla. Sedef’in dudakları kımıldadı ama bir şey söylemedi. Ağzı fena halde kurumuştu. Zaman donmuş gibi geliyordu. Babaannesinin resim falı hakkında söyledikleri, elindeki yarasa ve karşısındaki adamla ilgili düşünceler kafasında düğüm olmuştu.

Adam son kupaları da aldıktan sonra, “Aslında bir şey itiraf etmek istiyorum. Herkese yaptığımız bir ikram değildi. Sadece siz tadın istedim,” dedi. Sedef’in, sözlerini yanıtsız bırakmasına çok takılmadan gülümseyerek masadan ayrıldı.

Bir tuhaflık vardı bu garsonda. Kasanın yanına gittiğinde bile sürekli ona bakıp duruyordu ve cep telefonunda bir şeyler yapıyordu. Belki şimdiye kadar birkaç fotoğrafını da çekmişti.

Sedef paniklemeye başladığını fark etti. Garson şimdi onu köşeye sıkıştırmış bir yaratıktan farksız geliyordu. Yarasa biçimli peçete, avucunun içinde ıslak ve buruşuk bir hal almıştı.

“Neşe, buradan hemen gitmemiz lazım,” dedi.

Telefonuna gelen bir mesajı okumakla meşgul olan arkadaşı, ne olduğunu anlamadan başını kaldırdı. “Efendim?”

Sedef titreyen elleriyle çantasından bir elli lira çıkarıp masaya koydu. “Kalk, hemen gidiyoruz,” dedi.

Tek çıkış yolu olduğundan mecburen garsonun yanından geçti. Adam sinsi sinsi sırıtarak baktı peşinden. “Tekrar bekleriz Sedef Hanım,” dedi tuhaf bir tonlamayla.

İsmini biliyordu! Babaannesinin, “Birisi senin adını ve yüzünü biliyorsa aranızda göze görünmeyen bir bağ kurulur,” dediğini hatırladı bir zamanlar. “İncecik de olsa sonsuza kadar kalır o bağ. O yüzden her zaman dikkat et bunları kimlerle paylaşacağına.”

Gökcan Şahin

Hem hayalperest, hem sayısalcı bir kafayla dünyaya geldim; hem mühendis hem yazar oldum. Başta bilimkurgu ve fantastik kurgu türlerinde olmak üzere pek çok öyküm, çeşitli edebiyat ortamlarında yayınlandı, ödüller aldı. Bir yandan mesleğimi yaparken bir yandan da yazmaya, hayal kurmaya ve yaratmaya devam ediyorum.