Öykü

Kalemdir ki Nice Hüsranla Bezenmiş

“Rüyamda bir dolma kalemdim.”

İçimde bir mürekkep denizi vardı, benim yarattığım. Sayfaya akıtamayınca zehirleniyordum zehriyle. O zehir ki Dünya’ya akmalı, öldürmemeliydi beni. Bu yüzden kendimi kağıda saplıyordum çoğu zaman. Kâğıt ölmüyordu; aksine şehvet dolu bir birleşme. Arada kaynayan mürekkebi kimse görmüyordu; kâğıt ve benim damarlarım dışında. Aşkımızın hiçbir şahidi yoktu; Tanrı dışında ki o bile bir yere kadar görür verdiği yeteneğin çektirdiği acıyı, yaşattığı hazzı. Yeri göğü yaratırken abartının en delisini yapan zat-ı alileri, dolma kalem ve kâğıt arasındaki aşkı kavrayamaz, abartısı güdük kalırdı. Biz tek bir anda dünyalar yaratırken onun 6 günde kainatı yaratıp 7. gün dinlenmesi belli başlı aşk ilişkilerinin doğasını anlayamamasındandı demek. O Tanrı ki büyük sanatçıların doğmasına sadece Güneş gökte 9 derece Koç burcunda yükselirken izin veren, bunu gezegenler arası kanunun en büyüklerinden sayan. Yaşlı topun dönüp durmasının bittiği, devranın yerin dibine geçip arşın yedi kat gökle buluştuğu ve binbir Kabala meleğinin artık dünyaya insan getirmiyoruz, diye isyan ettiği gün bile benim kâğıtla olan aşkım bitmedi. Hesap defterlerinin yanıbaşında kul kısmının engin günahlarını, hiç yoktan sevaplarını sıralarken bu kez Münker, Nekir’in gıdıklamalarına güle güle oynaşıp durduk kağıtla. Dünyanın bendesi, Tanrı’nın kulları arasında verilen ödülün ışığında parlayanlar oldu, aynı ışığın gölgesinde cayır cayır yananlar. Doğarken verilmiş ödülün huzmesi yeni yeni yansırken kulların tenlerine, gülümseme ve yanık kokusu bir süre sonra birbirinden ayrılamıyor, seçilemiyordu. Yananlar yeni vasatlara yer açtıkça, kendilerini evren kanunlarına göre daha üst düzey sananlara yer açıldı: Yeteneklerini boşa sarf eden insanlara; yetenekliymiş gibi yapıp diğerlerini kandıranlar ve daha da kötüsü bunu yiyenler ve onları alkışlayanlara. Bunların hepsinin günah listesini yazmaktan büyük memnuniyet duydum. Cehennemden daha öte çilelerinin verdiği haz, neredeyse kağıda yazışımdan duyduğum hazzın ilerisine geçer gibi olduğunda duruyordum tabii. O kadar da şeytan değiliz. Bin odalı araf suitlerinin kontratlarını imzalattığım günler ise içim burkuluyordu. Ortalardan nefret ettiğim için gözlerim yaşarıyordu. Öyle ki ne cennet ne cehennem, kimseye Araf’ta kalan kadar üzülmedim. Oysa üzüntü sandığın şey bazen boyut atlayıp bambaşka bir şeye dönüşüyormuş…

Yaradılmışların en şereflisi kisvesini bir yanlışlıkla üzerine giyinmiş ve bu kıyafeti her olgun meziyeti taşıyamadığı gibi yine taşıyamayan insanların ceza ödül kısmı bittiğinde, yüce arzın melekleri ve türlü yaratıkları arşın tepesinde insan vakitlerinden kalma alışkanlıkla partilerken, belki de milyonlarca yıldır görmediğimiz, gördüğüne şaşırmayı yaratıldığı günden bu yana unutan üstün varlık gözlerimiz ve hislerimiz, olmayacak olanın olmasıyla beraber sarsıldı. “Gelen var!” bongları arşı sallıyor, tüm görevlileri sorgu meydanına çağırıyordu. İsrafil, Mikail, Cebrail ve hatta Azrail bile duruma anlam veremezken, partileme olayından ezelden beri bir halt anlamayan ben ve sevgilim kâğıt koşa koşa sorgu meydanına vardık. Münker ve Nekir’in gelmesi niyeyse çok uzun sürmüştü. E haliyle onlardan sonra en yetkili iki isim olan ben ve kâğıt kürsüye geçip gelen kişinin meydana buyurmasını emrettik.

– Gel bakalım insan!

– Öhöm ömm.

– Nas-, nasıl? Eüzübillahimineşşeytan..

Gelen tam olarak nasıl tarif edeceğimi bilemediğim (ki ben her şeyi tarif edebilme kudretine sahibim), üzerinden alevler savrulan, bir yandan da hiçbir şey olmamış gibi geviş getiren bir zürafaydı. Sakince konuştu.

– Nas değil lakin hayawan.

Kâğıt ile birbirimize baktık. Sessizliğiyle yer yer beni çılgına çeviren, müdahale edilmediğinde hiçbir şey yapmamasıyla ünlü kâğıt, sanki bir tanıdığını görmüşçesine, özlem dolu gözlerle zürafaya baktı. O anki kıskançlığım İsrafil sura üflemiş de görmediğim dünyalarda bile kıyamet kopmuş gibi çınladı kalbimde. Sırtındaki alevleriyle zaten güzel olan vücuduna ayrı bir hava katan ukala zürafaya döndüm hışımla.

– Sen, sen de kimsin?

– Ben kıyamet kopmadan önce Dünya’da yaşamış son zürafayım.

– E yani? Burada ne işin var? Hayvanları yargılamıyoruz ki? O sırtın ne hem Allah aşkına tipe bak, neyin artistliği bu ya?

– Yargılanmaya gelmedim zaten. Hem sırtımda ne var, neden bahsediyorsun?

– Sırtın yanıyor.

Böyle dediğimde tuhaf tuhaf yüzüme bakan zürafanın gözleri koyulaştı ve göz bebekleri kainatın en acınası varlığını fark etmiş de acıya dayanamayıp içeri kaçmış gibi baktı bana.

– Demek gözlerin henüz o kadar da kapanmamış sevgili kalem.

– Canım bana sevgili mevgili demezsen sevinirim. Ben ki görüp görebileceğin tüm kalemlerin atası (ki sadece 3 tane gitmişti benden dünyaya), damarlarında kan diye mürekkep akıtan, hiçbir suyun kanını temizleyemeyeceği, dokunduğu yeri hem coşturan hem yaralayan, uğruna savaşlar verilmiş, kılıçtan keskin görülmüş kalemim. Seni saygıya davet ediyorum. Şimdi söyle, neden buradasın? Yargılanmaya gelmediysen, yargı dağıtmaya da gelmedin herhalde.

Kâğıt hâlâ gözlerini ateşli zürafadan alamıyordu. Onun hayvana böyle bakışı midemi bulandırıyor, mürekkebimi kurutuyordu sanki. İçim çekiliyordu. Bağırdım.

– SÖYLE DEDİM!

– Keşke beni yaktıklarında da böyle bağırsaydın. Evet, yargılanmaya gelmedim. Yargı dağıtmaya hiç. Fakat adaletin kılıcından ve senin ucundan keskin bir şey yokmuş derler. Adaletin kılıcına karşı durabilir misin ey kalem?

Zürafanın söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Ayrıca söylediklerinin sinirimi bozmasından mı yoksa sırtında yanan ateşin ortamı daha da sıcaklaştırmasından mı bilmiyorum ama beni de sıcak basmıştı. O esnada kendi sırtımın alev aldığına yemin edebilirdim ki yedi dünyanın yedi güneşi sahnede insanı kavuran spot lambaları gibi tepemde bir bir yanmaya başladı. Hesap salonu devasa bir amfi tiyatroya döndü. Ortasında ben bir gladyatör, aslan yerine sırtını ateşler almış bir zürafa. Kâğıt yok, kâğıt nerede? İç güdüsel bir şekilde başımı sağ taraftaki seyircilere çevirdim. Kesilmemiş ağaçlar. Kâğıt… Bana bakmıyor bile. Gözlerindeki duygu şelalesinden bana bir damla bile yok. Mürekkebimi sulandıracak tek serinlik bulamıyor, kafamda dönen güneşlerin alnında, daha demin hesap sorma yetkisiyle koltuktayken, şimdi sırtında dünyanın onu yakmasının hesabını soran dev gibi bir zürafa ile arenada karşı karşıyaydım. Kahretsin.

DONG!

İmparator tahtından biri seslendi bana. Münker… En uyuz olduğum melek bana oturduğu tahttan sırım sırım sırıtıyordu. Oğlum Münker, seni hiç sevmiyorum, dedim içimden.

– Ben de sana bayılmıyorum mürekkep kafa!

Melek olduğunu unutmuştum. Aklımdan geçenleri elbette okuyordu. Unutmam kağıdın yanıbaşımdan gitmedinden mütevellitti. Tüm cingözlüğüm gitmişti aşkım olmadan.

– Çok sıcak di mi? Aaa ama ben etkilenmiyorum. Neden olduğunu söyleyeyim mi? Çünkü ben bir meleğim, insan ve maddelerin etkilendikleri şeylerden etkilenmem. E tabii sen unuttun. Aslında ben Tanrı hükmü hariç hiçbir şeyden etkilenmem. Ahahaha bu da böyle bir kader biliyor musun? Bazen sıkılsam da işte napıcaksın, çekiyoruz.

Tanıdığım bir ukalalıkla imparator tahtından bana sallayan Münker’in tek parmak şıklatmasıyla tüm seyirci koltukları doldu. Türlü melekler, eski insanlar yeni ışık varlıklar, tekamülünü tamamlamış yüce ruhlar, yeni yerleşimlere geri gönderilecek olanlar…

– Münker! Burada neler dönüyor Allah aşkına? Ben neden buradayım? Hem ukala ukala konuşmayı kes. Nekir nerede? O senden daha düzgün bir melek, en azından daha şefkatli.

– Şşşşş Allah’ı hiç karıştırma. Hele Nekir’i hiç sorma. Şefkatli görünenin gaddarlığından kork bence mürekkep kafa. Hiç yanılmazmış gibi duran o ince burnunu da bizi sorgulamak gibi işlere sokma. Her neyse. Bu zürafa kişisinin senden şikayeti varmış. Dinleyelim bakalım. Ey Allah’ın nurunu kalbinde barındıran, kainatın güzel meyvelerinden biri. Söyle neden yanarsın bu kadar?

Derin bir komplonun ortasında olduğumun farkındaydım. Bu kadarını ben bile yazamazdım. Ben bile mi? Ne münasebet? Yazardım elbet. Ama nereye? Kâğıt neredeydi, neden ağaç formuna dönmüştü, neden yüzüme bakmıyordu ve zürafa neden yanıyordu? Konuşmaya başladı.

– Dolma kalemin kendisiyle berzah aleminde tanışmıştık. O zaman Dünya yeni kurulmuştu ama insan yoktu. Birkaç medeniyet denemesi, Atlantisliler falan derken yepyeni bir formda insan üretileceğini duyduk. Biz de o zamanlar genciz, hevesliyiz. E hadi biz de gidelim, dedik. Fakat öyle gidelim denince gidilmiyordu. Türlü türlü sınavlardan geçtik. Türlü sınavlar türlü kopyaları gerektirdi. Başvurduğumuz tek kişi vardı. Dolma kalem!

– Hasiktir yaaaa milyonlarca yıl öncesinin uydurması yaa! İtiraz ediyorum.

Münker bağırdı.

– Sus terbiyesiz, ayarsız seni. Dinle.

Zürafa halinden memnun devam etti.

İşte Dünyaya İnecek Yaratıklar Sınavı’nda bu kalem tüm hayvanlar alemine kopya verdi. Ayrıca belli insan kesimlerine de not verirken toleranslı davrandı. Sonra Dünya’da bir anlaşma yaptılar ve Dünya’ya inenler hep bu kalem yüzünden kötü insanlar oldu. Sonradan denge sağlamak için bazı iyiler yollansa da ne zaman kendisi iyilerin eline geçse kanına girdiği her iyiyi kötü birisi yaptı. Kısacası Dünya’nın böyle olmasının sebebi tamamen Dolma Kalem’dir!

– Yok devenin nalı ya! DİYS’de kopya çeken bu yaratıkların hiç mi suçu yok? Hiç ciddiye alamıyorum gerçekten. Allah aşkına kim karşısında alev alev yanan bir zürafayı ciddiye alabilir? Tipe bak.

Münker bu kez bağırmadı, kükredi.

– Sus Allah’ın cezası! Hâlâ anlamadın mı? Yargılanıyorsun! Savun bakalım kendini! Hoş ne söyleyebilirsin ki?

Benim savunmam daima hazırdı.

– Öncelikle Atlantisliler nesli vaktinde kendimi o kadar geliştirdim ki onlar yok olup yepyeni bir insanlık kurulacağını öğrendiğimde buna dayanamadım. Çünkü yeni insanlık o kadar vasat ve güçsüzdü ki! Beni ellerine almaları ihtimaline bile katlanamadım. O yüzden Dünya’yı yönetmeye karar verdim. Evet itiraf ediyorum. Bu yaratıkları dünyaya torpille ben yolladım. Tanrı’nın serbest bıraktığı Şeytan’a sorun bakalım. Kendisiyle yaptığı sözleşmenin imzası kim tarafından atılmış?

Lucifer özel tahtından kalkıp, bilumum yaratığın başını döndüren cazibesiyle ortamları dağıttığından çok emin, gerine gerine konuşmaya başladı.

– Merhabalar yüce yaratıklarım! Yaratılmışların en yücesi, insana biat etmeyen ben, Lucifer Morningstar konuşuyor. Ah evet! Nerede kalmıştık? Haaa kalem evet. Tanrı ile olan sözleşmeme imzayı sevgili Dolma Kalem ile attım. Canım benim. Milyonlarca sene sen ve ben Dünya’yı ne de güzel yönettik. Çılgınlık, karmaşa, kötülük, yalan! Muazzam!

Lucifer’ın gülüşünden etkilendim. Hep böyleydi zaten. Akılları çalar, kişiyi kendine köle eder, dünyaları yönetir ve hiçbir şey yapmamış gibi asla cezalandırılmazdı. Onu aslında ne kadar sevdiğimi fark edince aklıma kâğıt geldi. Bembeyaz saflığıyla gönlümün tek sahibi, kağıdım. Aşkıma ihanet ettiğimi anladığım vakit sağ taraftaki seyirci koltuğunda oturan boynunu bükmüş yemyeşil ağaca baktım, haykırdım.

– Neden konuşmuyorsun? Hep birlikte yapmadık mı tüm kötülükleri?

Kainatın en güzel sesi, daha önce sadece benim duyduğum ve aracılık ettiğim o ses, tınısını Hz. Davut’tan almış tavrıyla konuşmaya başladı.

– Hiç bana sormadın ki… Ne dediysen yazdım. Sesimi sesin yaptım. Hiçbir zaman dinlemedin. Üzerime inen baltaların hükmünü veren anlaşmaların imzaları üzerime üzerime atılırken mürekkebi bana sıçratan yine sendin. Ne bekledin ki? Suçlusun. Ben fıtratım gereği hep durdum. Sen fıtratın gereği hep söyledin. Ama kötüyle yaptın anlaşmanı. Tüm bu canlar senin yüzünden yandı. Şeytan senin yüzünden kazandı. İsrafil bile sura senin yüzünden üfledi. Artık seni sevmiyorum…

O an keşke ilmek ilmek ayrılsaydım da parçalarım evrenin, varolmayan evrenlerin ve sonsuz olasılıkların içinde birbirlerini bir daha asla göremeyecekleri taraflara savrulsalar, savruldukları bu yerlerde türlü türlü hallere bürünüp ağlasalardı. Herkes onlara deli deseydi keşke. Ama kağıdım, ama ağacım bana “Artık seni sevmiyorum.” demeseydi. Sadece “Bilemezdim.” dedim. Gözüm kararıp düşmeden önce karşımda yangınından hesap soran bir zürafa ve zafer kazanmasının mutluluğuyla sırıtan Lucifer’ı gördüm. Son gördüğüm şeytan, beni yarimden ayıran şeytan. Tüm cazibesiyle bir zamanlar içime girip kanını mürekkebime karıştıran Lucifer… Artık varoldukça savaşacağım tek şey o olacaktı.

Aradan milyonlarca sene geçti. İnsan hesabına göre milyonlarca, bana göre sonsuz. Mekân bilincimi kaybettiğim, deliliğin bile benimkinin yanında akıllılık kalacağı günleri, hayalsiz, besinsiz ve nefessiz geçirdikten sonra… Milyarlarca sene sonra bir çölün ortasında, her yarattığını bir şekilde affeden Tanrı’nın tarafından yeniden yarattığı Dünya’ya yollandım. Binlercem yollandı. Artık sadece ben yoktum. Zamanında binbir komplo ile Dünya’ya indirdiğim insanlar, bizleri gönüllerine, midelerine, belaltlarına diktikleri çekmecelerde taşıyorlardı. Çok toplu, sevgi dolu, özgürlükçü, bilgili ve de dağınık, düzensiz ve özensiz çekmeceler. Hiç alışkın olmayan ruhum en aşağılık olanın eline geçtiğinde acı çekmedi ama en dürüstünün elinde binlerce yıl acı çekti. Artık kendim düşünmeyi bıraktım ama insanların düşünceleri yüzünden acı çektim. Zamanla kağıdın aşkını geri kazanmak için, insanın iyiliği için yardım ettikçe ortaya kocaman eserler çıktı. Sanatçılar yarattım. Yazdıkları yüzünden deliren, yazamadıkları yüzünden yine deliren, sorgulanan, anlaşılmayan, ne yazdığının bile farkında olmayan, sadece üreten ve ürettiğinden sorumlu olmayan sanatçılar yarattım. Sırf dünya daha iyi bir yer olsun, katlanılabilir olsun diye. Şeytanla birlikte yarattığımız kötü tortu yeni dünyanın üzerinden kolay atılamıyordu çünkü. Bu yüzdendir, kâğıt bana yüzünü dönmedi. Dünyada yanan zürafalar oldukça, ihtimali bile oldukça onun yüzünü bir daha asla göremeyecektim. Ben hep kağıdın sırtına yazmak zorunda kaldım. Benden yana dönmediği yüzünü bir kez daha görürüm ihtimaliyle binlerce sene önce sırtında beni ok gibi taşıyan kâğıt şimdi en büyük aşığını taşıyordu arkasında. Kendini zar zor ama gururla taşıyan birkaç ağaç, kâğıt: İki gözüm, aşkım… Kimse bilmez, dünya yeniden yaratıldığından beri kağıdın aşkını geri kazanmak içindir tüm çilem. Hapislere düşmem, yargılanmam, Dünya’nın bir sürü meydanında darağaçlarında sallandırılmam, göklere roketler fırlatılması, tarihler yazılması, ressamların torunlarım olan fırçalardan resimler yapıp hesap soran yanan zürafayı resmetmesi bile hep kağıdın bana yeniden aşık olması için, affedilmem içindi. Zamanla beni asıl dolduranın Tanrı olduğunu anladığımda bile kâğıt bana asla yüzünü dönmedi, Tanrı’nın gök kubbesine bakmaktan vazgeçmedi. Yüzyıllar geçtikçe yerini bambaşka satıhlara bıraktı ve sırtını dahi azalttı benden. Yapmaya çalıştığım tüm iyi şeyler de azaldı. Geriye alev alev yanan bir zürafa ve yetenekli insanların iyi ve kötü çekmecelerine saklayıp çıkarmadığı, yeteneksizlerin ise hoyratça savurduğu ben, biz kaldık. Yeri geldiğinde dünyanın ortasına bizi şimşek gibi atacak kimse kalmadı. Onlar resimlerde kaldı… Azaldı… Çok az kaldı.

Merve Aydın

Kendimi bildiğimden beri yazıyor, yazıyorum. Lisans ve yüksek lisansı tarih olan, doktora çalışmalarına yine tarih bölümünde devam eden bir akademisyenim. Bu esnada öyküler yazıyor, okuyor, diller öğreniyor, gerçekle masalın ortasında gide gele ne gerçek ne değil anlamaya çalışıyorum. Marquez ve Le Guin başımın tacı ve tabii ki Potterheadliği de yakamda parlak bir yıldız gibi taşıyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Çok güzel bir öykü olmuş, hiç sıkılmadan okudum. Kaleminize sağlık :slight_smile:

  2. Çok teşekkür ederim. :heavy_heart_exclamation: Beğenmenize sevindim.

  3. Her cümlede farklı bir efsaneye nakşedilen desenler gibi hissettim kendimi. Akıcı ve merak uyandırıcıydı. Kalemine sağlık.

  4. Perenciğim teşekkür ederim. :heavy_heart_exclamation:

  5. Fatma Hanım çok teşekkür ederim çok naziksiniz. Başka mecralardaki okurlarımın da gelip Rıhtım’a üye olarak yorum yapması çok değerli gerçekten. <3 Sizin çok iyi bir okuyucu olduğunuzu biliyorum ve bu yüzden yorumlarınız daha da mutlu olmama sebep oluyor. :slight_smile:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

5 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for gayekcelik Avatar for per.ercan Avatar for MelihAntepli Avatar for merveriii Avatar for Fatma_Akgul Avatar for zencefilos