“Kim ağlarsa dünyada bir yerde,
nedensiz ağlarsa dünyada,
bana ağlar.*”
Benim tanrım öyle biri değil. Hiçbir zürafanın sonsuza dek yanmasına izin vermez. Kimseye bunu seyrettirmez.
Fakat böceklerle ilgilenmez. Resimlerle de. Dünya çok güzel. Işığa tutulan bilyenin içinde parlayan renklerin toplamı dünya. Benim tanrım el emeği dünyasını bana çok görüyor. Beni içine almıyor. Sadece resimlere baktırıyor. Ben de resimleri ona çok göreceğim. Resimlerde onun dünyasının düzünü tersine çevireceğim.
Yangını ateş böceklerinden başlatacağım. Zürafaya sıçrayacak. Zürafa yanmaya böyle başlayacak.
Ay, büyük ve turuncuyken mavi suların kıyılarındaki geniş gövdeli ağaçların altında uçuşan böceklerle iş birliği yapar. Ay yukarıdan, ateş böcekleri aşağıdan aydınlatır dünyayı. Tehlikeyi karanlıkta, zarif olanları aydınlıkta tutarlar. Bu sebeptendir ki, ışıklı böcekleri toplamaya başladım. Nerede bir tane görsem yakalıyorum. Büyük ve turuncu Ay’ı yalnız bırakıyorum. Böcekleri biriktiriyorum. Kumaş bir torbanın ağzını büzüp hepsini omzumda taşıyorum. İplik aralarından ışık sızıyor, geceleri. Geceleri belli olmaya başladım bile. Kendime büyük bir ışık yaratıyorum. Karanlığın sona ermesi gerek diye. Uzun yol boyu taşıdım onları. Cılızlaşan ışıkları beni korkutmadı. Ayak seslerimde dans ettiklerini, yorulduklarını düşündüm. Bir gece artık yanmamaya başladılar. Fark ettim ki, kumaş ıslanıyordu, içeride sürekli ağladıkları için ışıkları sönüyordu. Uçmak istiyorlardı. Kanatları yaşlarına bulanıyordu. Hepsi aslında bana ağlıyordu.
Bir de zürafa lazım bana. Resme zürafayla başlayacağım.
* * *
“Kim gülerse şimdi bir yerde geceleyin,
nedensiz gülerse geceleyin,
bana güler.*”
Benim tanrım öyle biri değil. Dünyasında bir tepenin eteğinden zirvesine dek tırmanan bir yol açmışsa etrafında çiçekler olur.
Fakat böceklerle ilgilenmez. Resimlerle de. Onun istemediği şeyi yapacağım. Tepenin zirvesine uzanan çiçeksiz, renksiz, ruhsuz bir patika. Işıklı böceklerin etrafını sardığı zürafanın tam arkasında.
Doğada mavi renk nadir bulunur derler. Onun dünyasında mor, sarı ve mutlaka mavi çiçekler olur. Öyle bir tepe, öyle bir tepe yolu, öyle bir çiçekli yol bulsaydım, yanıp sönen, benimle oldukları zaman boyunca en çok da sönen böceklerin hepsini özgür bırakırdım. Bırakırdım ki gönüllerince yansınlar. Yaksınlar. İstediklerinde sönsünler. Söndürsünler. Uçsunlar. Uçurmasınlar. Birbirlerini görsünler. Işıklarının peşinden gitsinler. Benim aksime.
Öyle bir yer bulsaydım, yürüyecek bir yolum olsaydı, gülerdim. Güldükçe büyür, çoğalır, belli olmaya, fark edilmeye dair gereksiz kaygılarımı çocukluğumdaki uzun, upuzun ağacın altına gömerdim. Kökler toprağın altında salındıkça yok olan kötü hisler olarak, hatırlanmak istemeyen anılar olarak kalırdım. Eğer öyle bir tepenin üstünde süzülen bir patika yol varsa ne dünyanın ne de resmin en uzak yeri orası olmazdı. Yol yarıda kesilmezdi. Derin bir nefes almak olurdu mavi çiçekler yol kenarında. Mavi çiçek olmaz, diyenleri oraya götürürdüm. Ben nereye gitsem ışıklı böcekler bana eşlik ederdi. Ağlamazlardı artık günler, geceler boyu süren yolda. Geceleri yolumu aydınlatırlardı. Gündüzleri ceplerimde uyurlardı. Ben de uyurdum. Geceleyin kimse uyumazdı. Geceleri gülerdik. Ay büyük ve turuncuyken. Daha önce fark etmemiş, hem de hiç mavi bir çiçek görmemiş birini yanımıza alıp gerisin geri tepeye dönerdik. Gittikçe çoğalırdık. Böylece çoğalırdı gülüşlerimiz. Işıklı böcekler çoğalırdı. Zürafa sönerdi resimde bile. Ceplerim yetmez olurdu. Bacaklarıma çekmeceler dikerdim. Mavi çiçekleri her yere dikerdim. Birken iki olurduk. Beş. On beş sonra. Daha çok yürürdük. Daha önce görülmemiş mavilikteki gökyüzünün altında, neden diye sormadan, gülerek. Hepsi aslında bana gülerdi.
Fakat dünyada öyle bir yer olsa bile benim tanrım orayı bana göstermez.
Benim tanrım beni mutlu etmeyi bilmez.
Benim resmimde tepeye tırmanan yol kupkuru, yolun kenarı bomboş, tepenin zirvesi kimsesiz olacak. İstemediği gibi. Zürafa da sönmeyecek. Manzarası ateş böceklerinin etrafını sardığı yanan bir zürafa olan kuru patika. Hak ettiğim gibi.
* * *
“Kim giderse şimdi dünyada bir yere,
nedensiz giderse dünyada,
bana gider.*”
Benim tanrım öyle biri değil. Dünyasında zavallı, utanç verici bir çıplaklığa müsaade etmezdi. Yıllar boyu süren şarkıların içlerine işlediği yemyeşil, meyveli ağaçlar, neşeli sokaklar olurdu.
Üstünden çiçekler dökülen bir tepe, önündeki mavi suları takip ederek yeşil doğanın kucağına uzanırdı.
Yine de böceklerle ilgilenmezdi. Resimlerle de. Onun istemediği şeyi yapacağım. İçinde kendi karanlığımı lanetlediğim, bilinmeyen bir dünya yaratacağım.
Ömrüm vefa ederse de adım alırsam yeşil, uzun ağaçlar arasına, mutlaka dökülürdü yapraklar, çürürdü meyveler. Başka türlü bir dünyaya dönüşürdü. Cehenneme. Denizi bulamazdım. Yol orada kesilirdi. Tadı ekşiyiverirdi havanın. Ağacın yüksekliğince yer yarılırdı. Ağaçlar saklanırdı toprağın altına. Giderlerdi. Bir yere. Ben görmezdim. Küserler miydi? Yanlış bir şey mi yapmıştım? Ben içine doğru adım aldıkça büyüsü kaçardı dünyanın. Ağaçlar giderken bana giderdi. Toprağın altında varsa birileri, onlar çıkardı. Mümkün değil öyle bir dünya. Benim için.
Bu yüzden ne ağaçlar uzayacak benim resmimde ne toprak yarılacak. Sonsuz bir düzlük. Tek renk. Ne öyle bir bulut ne öyle çiçek. Zavallı, utanç verici bir çıplaklık. Çatlaklarla dolu. Susuz. Yoksun. Dili damağına yapışmış bir toprak. Böyle bir cezayı hak ediyor benim tanrım.
* * *
“Kim ölürse şimdi dünyada bir yerde,
nedensiz ölürse dünyada,
bana bakar.*”
Benim tanrım öyle biri değil. Ay büyük ve turuncuyken onun sevdiği kimse ölmez. Ben neden ölürüm? Sevmiyor. Sevmesin. Yanan bir zürafa neden ölmez? Çünkü benim dünyamda ölümler yaratıcının sevgisiyle ölçülmez. Hem resim duruyor öyle. Nefes almıyor ki ölsün.
Böceklerle ilgilenmez. Resimlerle de. Böcekler başı boş gezginleri bu dünyanın. Resimler de. İzinsiz gelmişler. Geldiklerini henüz üst mercilere bildirmemişler.
Benim tanrım öyle biri değil. Basitçe açıklar her şeyi. Ama resimler benim. Onun istemediği gibi olacağım. Çıplak tepe yolunun gözlediği yanan zürafanın önünde hiçbir şey yapmadan duracağım. Ne bir çiçek ekeceğim, ne ateşi söndüreceğim ne zürafayı ne de böcekleri. Ölecek hepsi. Nedensiz. Benim için ölecek.
Işıklı böceklerin aynı zamanda uçabilmesi haksızlık. Bense aydınlık tarafı bile göremiyorum.
Kollarımı açıp gözlerimi kapattım. Böceklerin beni aralarına almasını bekledim. Karanlıkla. Karanlıkta, boyumdan kim bilir kaç kat uzun bir ağacın altında, dalların arasında uçuşan ışıklı böceklerin sessizce aklıma sızmasını bekledim. Olmadı. Utanma, diye fısıldadı böcek. Tozu dumana katarak geçen zamanın başında dikilen bir böcek gözlerimi kapatmamı söyledi. Sakin ol, utanma. Elimi savuşturup başımdan kovdum. Artık onlara ihtiyaç duymuyordum. O zaman neşeli bir çocuğum.
Bu resim benim. Ben bu resmim. Hiç kimsesiz. Sonsuza dek yanan bir zürafayım. Büyük ve turuncu Ay’ı kimse görmeyecek. Ateş böcekleri aslında ölmeyecek. Benim dünyam bir gün sönecek.
Tekrar yakacağım. İşe ateş böceklerinden başlayacağım. Yazık olacak böceklere. Bin bir huylu dünyanın gün ışığı vuran yarısında, belli olmak için yine geceyi bekleyecekler. Bense ne gündüz ne gece, fark edilmeyeceğim.
*: Ağır Saat / Rainer Maria Rilke
- Boşluktur, Yutar, Fıtratında Var - 1 Mayıs 2021
- Öl, Sinek, Tavanım Yalnız Kalsın - 1 Ekim 2020
- Kuşku Dans Ediyor, Hiçbir Şey Gibi - 1 Ağustos 2020
- Ay Büyük ve Turuncuyken - 1 Temmuz 2020
- Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü - 1 Mayıs 2020
Salvador Dali’nin tablosunu kendi düşüncelerinizle çok güzel bir metin haline getirmişsiniz. Şiirsel ve sitem dolu güzel bir öyküydü.
Kaleminize sağlık.
Çok güzel bir öyküydü. Kaleminize sağlık
Merhaba,
Teşekkür ederim yorumunuz için.
Beğenmenize sevindim, teşekkür ederim. Sevgiler.
Çok güzel öyküdü. Şiir gibiydi.