Ateşe biraz daha odun at küçüğüm, sonra gel yanıma otur. Sana atalarımızdan kalan en eski hikâyeyi anlatacağım bu gece. İnsanların neden illa bir yerlere gitmek zorunda olduğunu sormuştun bana. Sonra da ben cennete gitmek zorunda mıyım demiştin. Hayır küçüğüm, istemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda olmadığın gibi, istemiyorsan hiçbir yere gitmene de gerek yok. Burada kal, hep benim yanımda…
Eğer istersem burada kalabilir miyim diyorsun heyecanla. Gitmek isteyenler için cennet ve cehennem varken sence seçim yapmak istemeyenlere yer yok mudur bu sonsuz uzay boşluğunda?
Sorumu anlamadın biliyorum. O yüzden bu gece sana benim bildiğim cenneti, cehennemi ve arafı anlatacağım. Gel otur yanıma ve kulak ver rüzgârın atalarımıza yıllar yıllar önce fısıldadığı, benim ağzımdan senin ruhuna seslenen sözlere.
O zamanlar ne bu üzerinde yürüdüğümüz toprak ne de haşmeti karşısında dilimizin tutulduğu dağlar yoktu yeryüzünde. Hoş yeryüzü de yoktu ama neyse. Her şey onların gelişiyle başladı. Hikâyemiz onların nereden geldiği ile ilgili değil, bizim hikâyemiz onlar geldikten sonra neler olduğuyla ilgili.
Rüzgâr der ki; yaratılış hikâyelerinin hepsi bir cezayı anlatarak başlar. Kadınla adam yılana kulak verir ve tanrı onları ceza olarak dünyaya gönderir. Bu hikâyede sadece öfke var. Koca dünya iki insan ve onların soyu için hapishane olarak yaratılmış olabilir mi? Ben size gerçek hikâyeyi anlatacağım, bu hikâyede sadece sevgi var.
Adına evren dediğimiz boşlukta süzülüp duran üç kardeşten en büyüğü durdu önce. Kadının saçlarından kayan yıldızları görür görmez âşık oldu ona, ilk görüşte. Kadının saçları o kadar uzundu ki tüm evren onun saçlarında savrulup duran yıldızlarla kaplanıyordu. Usulca çevir başını bak gökyüzüne, o saçları ve içinde saklanan yıldızları görebilirsin sende. Kadın gün ışığında şeffaflaşıp görünmez oluyor, geceleri ise karanlıkta ışıldayarak boşlukta süzülen herkesin yolunu aydınlatıyordu. Vücudunun en ufak hareketi ile saçlarındaki yıldızlar arkalarında minik izler bırakarak geceyi bölen ışık gösterileri oluşturuyordu. Büyük kardeş görür görmez vuruldu bu güzelliğe. Boşlukta savrulup dururken, sonunda bulmuştu kendini sonsuza kadar kalmak istediği yerde.
Abisinin hemen arkasında durmuş, onun genç kadına olan aşkını kıskançlıkla izleyen ortanca kardeş, bir gece yıldızlarla bezeli saçların arasında görüverdi hayatının aşkını. Genç kadın gördüğü tüm yıldızlardan daha büyük ve daha parlaktı. Bedeni sürekli yanan bir ateş topu gibiydi. Utangaçlığı yüzünden ablasının saçları arasında gizlenirdi. Sadece gündüzleri ortaya çıkıp gövdesindeki ışıkla evreni aydınlatır ve böylece kendini meraklı gözlerden gizlerdi. Ortanca kardeşin yüreğia ışığa süzülen bir kelebek gibi bu genç kadının sıcacık gövdesine doğru süzülüp gitmişti. O da sonunda buluvermişti büyük kardeşi gibi evrendeki yerini.
Evren bu kardeşler için sevgiyle genişlerken aynı anda içinde başka bir kişiye yer bırakmayacak kadar da küçülüvermişti. Küçük kardeş ise bir köşede unutulup gitmişti. Yüreklerindeki sevgi büyüdükçe daraldı sonsuzluktaki yerleri. Sonra bir gün büyük kardeş gelip dedi ki; burası her birimiz için çok küçük olmaya başladı, artık kardeşler birbirinden ayrılmalı. Ortanca olan ona hak verdi. Ama dedi saçlarında yıldızlar olan kadın, en küçük kız kardeşimiz ne olacak, bizler buralardan gidince o bu boşlukta yalnız mı kalacak? O zamana kadar kendi kardeşlerinin varlığını unutan abilerin aklına yıldızlardan daha parlak bir fikir geldi. En küçükler ne olduğunu anlamadan evlendirildi. Evlilik yeminleri gün doğumundan hemen önceki o en karanlık anda edildi. Yeminler edildikten hemen sonra çekip gitti büyük kardeş eşiyle yukarıda bir yerlere. Adına cennet dedikleri yeni evlerine. Ortanca kardeşte utangaç karısı kimseden gizlenmek zorunda kalmasın artık diye, gidip sığındı evrenin en derin, en karanlık yerine. Adına cehennem dedikleri yeni evlerine.
Kardeşler çekip gidince ortada kalıverdi en küçükleri. Öyle çekingendi ki iki küçük de kaldırıp başlarını bakamadılar birbirlerinin yüzüne. Yüzyıllar boyu süzüldüler boşlukta dokunmadan, konuşmadan birbirlerine. En sonunda kadın yoruldum dedi, artık bizimde bir yerimiz olmalı, bu yolculuk bitmeli. Tamam dedi erkek ama bir yer seçelim evimize, bilmem ki en güzel yer olur neresi? Sonraki birkaç yüzyılda oldukları yerde evlerinin neresi olacağını düşünmekle geçti. En sonunda kadın dayanamadı kalktı ablasının saçlarında süzülen yıldızları alıp birbirine çarpıp birleştirdi ve bu dünyayı yarattı. Burası dedi bizim evimiz olsun, çok sıkıldım artık bekleyişimiz son bulsun.
Birlikte geçip oturdular bomboş gezegene. Birkaç yüzyıl sonra kadının içi sıkılınca kurak evlerinde, erkek kalkıp gezegeni kazıyıp taşlar topladı. Sırf mutlu olsun diye kadını, topladığı taşlarla dağları yarattı. Dağları görünce kadın sevincinden ağlamaya başladı, gözyaşları tüm gezegeni kapladı. Sular gezegenden aşağı akmasın diye etrafını ağaçlarla çevirdiler. Ağaçlar ve deniz o kadar sakindi ki biraz hareketlendirmek için kadın saçlarından hayvanlar yapıp ormanlara ve sulara bıraktı. Artık ortalıkta hareket eden canlılar vardı. Yeni oyuncakları çok hoşlarına gitmişti, her gün yeni bir şey eklendi dünyamız sonunda bugünkü haline geldi.
Onları cennet dedikleri evlerinden izleyen büyük kardeşler yeni evlerine hediye olsun diye mavi gökyüzünü ve beyaz bulutları verdi. Ortanca kardeş ise eşinin alev alev vücudundan bir parçayı onlara gönderdi. Küçükler bu alev topunu ikiye bölüp birini mavi gökyüzüne koydu güneş olsun diye, diğerini de gömdüler gezegenin merkezine, evleri hep sıcak olsun diye. Hediyeler de gelince dünya tamamlanmıştı. Kadınla adam kendilerini oyalamak için başka bir şeyler bulmak zorundaydı.
Küçükler geçen zamanda hâlâ yüz yüze bakmamıştı. Evleri için yapılacak iş de kalmadığından canları yine sıkılmaya başladı. Ortanca abi bu işe el atmaya karar verdi. Bu ikisi bir başkası zorlamadıkça birbirlerine dokunmayacaktı. Cehennemin derinlerinde yaşayan küçük bir yılanı alıp küçüklerin evlerine gönderdi. Yılan geceler boyu bir erkeğin yanına, bir kadının yanına gitti. Onlara masallar anlattı, masallar sayesinde bu utangaç çiftin yürekleri bir zaman sonra birbirine kayacaktı. Bir gece dinlediği masalın sonunda kadın kalkıp erkeğin yanına gitti. Onca yıllık bekleyiş bitmişti. Tenler birbirine dokunmuş, aradaki duvar yıkılmış ve sevgi iki yüreği de sarıp sarmalamıştı. Her gece birlikte uyumaya başladılar ve her sabah kadın onlarca çocuk doğurdu.
Çocukların sayısı bir süre sonra o kadar arttı ki dünyaya sığmaz oldu. Küçük kardeş telaşla büyük kardeşinin yanına koştu. Yardım et dedi bana, evim çok kalabalık oldu, bu kadar çocuk fazla benim dünyama. Büyük kardeş biraz düşündü, cennette çok yer var ama ben sadece alırım uslu olan çocuklarını. Gürültücüler gelip bizim huzurumuzu bozmamalı. Küçük kardeş minnettar ayrıldı abisinin yanından. Sonra ortanca olanın kapısını çaldı. Anlattı derdini ona da, yardım istedi. Getir dedi ortanca olan, en gürültücü en yaramazları. Bizim evimiz fazla sessiz biz alırız en haylaz çocukları.
Ortanca kardeşe teşekkür ederek evine döndü küçük olan. Yüksekçe bir dağın tepesine çıkıp çocuklarına seslendi. Evimiz artık hepimize yetmiyor dedi, abilerim bize kapılarını açtı bazılarımız artık onların yanına gitmeli. Cennete gidecekler huzuru bozmamalı, haylaz olanlar cehenneme doğru yol almalı. Çocukların en sakinleri cennete doğru yola koyuldu. Haylaz olanlar neşeyle cehennemin yolunu tuttu. Bir avuç çocuk kaldı geride. Adam çocuklarına seslendi siz neden gitmiyorsunuz? Çocuklar omuz silkti ne cennete gitmeyi istiyordu yürekleri ne de cehennemi. Burada kalsak olmaz mı dediler babalarına, herkes illa bir yere gitmek zorunda mı? Biraz düşündü adam, haklıydı çocukları. İsteyen kalmalıydı bu dünyada, kimse istemiyorsa eğer gitmek zorunlu olmamalı.
Ama dedi çocuklarına, bir bakın isterim yine de, görmeden karar vermeyin gitmek için de kalmak için de. Sonra elini gökyüzüne savurup cenneti gösterdi bekleyen çocuklarına. Ayağıyla da yere vurup açıverdi bir pencere cehennem diyarına. Kararsız kalanlar izledi biraz cenneti biraz cehennemi. Karar verirseniz diye seslendi onlara, yolunuz açık olsun iki tarafta da. Kalmak isteyenlerde bilsin ki her zaman yerimiz var onlara bu dünyada…
Rüzgâr yavaşça fısıldamayı kesti, benim anlatacağım öykü böylece bitti.
Sorulacak onca soru var bu hikâye ile ilgili ama sen gözlerini gökyüzüne çevirip en akla gelmedik soruyu soruyorsun; büyük abinin evine cennet, ortancanınkine de cehennem demişler. Küçük olanın evinin bir adı yok muydu?
Var tabi olmaz olur mu? Küçük olan da bir isim vermiş evine, araf demiş ona. Biz ona artık dünya desek de bazıları hâlâ araf diyor buraya, gitmek istemeyenlerin diyarına.
- Pembe Peri ve Uçan Prens - 1 Kasım 2020
- Cin Çiftliği - 1 Ekim 2020
- Dünyanın Adı - 1 Ağustos 2020
Merhaba
Şimdilik seçkide okuduğum en güzel öykü diyebilirim. Dünyanın yaratılışına ve öykünün temasına usulca dokunan güzel bir masaldı. Anlatımınızı beğenmiş olsam da hikaye içindeki konuşma içeren kısımları düz yazı olarak hikayeye yedirmek akıcılığı biraz da olsa etkiliyor diyebilirim.
Kaleminize sağlık.
Yorumunuz için çok teşekkür ederim. Öyküyü beğenmenize çok sevindim. Diyalog kısımları için eleştirinizi dikkate alacağım
Merhaba @Mercan,
Öykünün masalsı ve şiirsel havası beni sarmalayarak içine çekti. Adem ile Havva’dan öte böyle sevgi dolu bir hikaye resmederek bende olumlu duygular uyandırdığın için teşekkür ediyorum.
Yazmaya devam et lütfen, okuyalım hep.
Sevgiler,
Sena
@Senaa çok teşekkür ederim. Masalları hep çok sevdim öyküde de sevgi dolu bir masal etkisi yaratmak, eski türk masallarındaki o dile yakınlık kurmak istemiştim. Yorumunuz çok mutlu etti beni, teşekkür ederim
Merhaba,
Bazı öyküleri okurken yazarın hayal gücüne şaşırmamak elde değil. “Araf nedir?” sorusuna beliren cevabın kaba strüktürü üstüne ince ince işlemişsiniz öyküyü. Başı sonu düşünülmüş, kendi içinde tutarlı, okuyucuyu (en azından beni) kuşatan bir yapısı var.
Kaleminize sağlık, başka seçkilerde görüşmek üzere.