Öykü

Korona Günlerinde Aşk

Aile hekimine gidiyorum artık yaptırmam lazım yoksa işe gidemeyeceğim. Giyinmek zor, dizleri çıkmış gri eşofman ve rengi solmuş Galatasaray formamı çıkarıp dar gelen kotum ve bol bir siyah tişört giyiyorum. Çekecekle sol ayakkabımı da giyip merdivenlere atıyorum kendimi. Merdivenlerden aşağı inip sokağa çıkıyorum. Sokakta herkes maskeli hâlâ, Korona aşısı yaptırsan bile aşı yaptırmış olduğunu gösteren bir ibare yok tabii. Ne yani alnına damga mı vuracaklardı?

Telefonumdaki haritaya baka baka kaybolunca ona buna sora sora aile hekimimin yerini buluyorum. Evime kuş uçuşu yakın gözükmesine rağmen zor bulduğum bu allahın unuttuğu tekinsiz sokaktaki dispansere giriyorum. Tahmin edebileceğiniz gibi burada numara alınmıyor, bıraksalar orada boş boş bekleyebilirim ama bekleme sandalyelerindeki ölmüş de gömülmemiş gibi duran yaşlı adamın yanına oturmak istemiyorum. Hemşire gibi duran insanlara aile hekimimi sorduğumda içeride bir odayı işaret ediyorlar. Çekinerek içeri gidiyorum.

“Merhaba, ben korona aşısı yaptırmak için gelmiştim,”

“Gel bakalım, sonunda teşrif edebildim. Bana bağlı hastalarımdan bir tek sen kalmıştın,” derken hınzır hınzır gülümsüyor.

Daha önce bu kadar babacan bir aile hekimi görmedim. Çocuk doktoru olacakken yanlışlıkla yaşlılara atanmış biri gibi kadersiz.

“Sonunda bu mereti yeniyor insanoğlu,” derken geniş gövdesini ağır ağır sandalyesinden kaldırıyor, sandalyesini geriye ittirip kendini zorla sandalyeyle masa arasından çıkartırken. İçeri bakıyor, “Kızlar, aşıyı getirin,” deyince “kızlar” dediği hemşireler (içlerinde erkekler de var elbet) sohbeti bırakıp bir işle ilgileniyor gibi gözükmeye başlıyorlar. İçlerinden biri arkadaki bir odaya gidiyor, buzdolabı açılması gibi bir ses duyuyorsun. “Tısss,” Eğer olaylar bir kenar mahallenin sağlık ocağında gerçekleşmeseydi kendini bir bilimkurgu filminin içinde sayabilirdin ama bu atmosfer en fazla Cennet Mahallesi’ni kaldırabilir. En son ne zaman aşı olduğunu hatırlamıyorsun. 24 yaşındasın. Herhalde 10 yaşında falan olmalısın. İlkokulda aşı günü diye bir şey olurdu. Sıraya girerdin, genelde iki “aşıcı” olurdu, hep de birinin elinin daha hafif diğerinin daha ağır olduğu dedikodusu yapılırdı. Kadersizce eli ağıra gitsen de elbette bir fark yoktu. Hastabakıcı aşını yapıyor, pamukla silip iğneyi yaptığı yerin üzerine bastırıyor. Bunu bu şekilde on dakika tut, sonrasında da yara bandını yapıştır diye diğer eline bir bant tutuşturuyor.

Kan aldıklarında olduğu gibi ne on dakika bekleyecek sabrın var, ne de bekleyecek bir yer var. Ayrıca aşı olabilmek için çıkardığın montunu, eşyalarını toplayıp siktir olup gitmen gerekiyor. Sen de her zamanki gibi içinden saya saya en azından bir iki dakika pamuğu tutmaya çalışıyorsun. Montlarını eşyalarını sol kolunla toparlarken sağ elinle de tuttuğun pamuğu bırakmamaya çalışıyorsun. Girişteki amca hâlâ yerinde duruyor, muayeneye gelmiş bir hastadan çok oranın demirbaşı gibi duruyor. Bir koltuk boş bırakarak elindekileri yığıyorsun, sonra da koyduğun yerin hijyeninden emin olamayıp of yanlış yaptım diye söyleniyorsun. Geri alsan da boş. Neyse bırak artık kalsın. Bu sırada sanki aşı saniyesinde korumaya başlayacakmış gibi davrandığını fark ediyorsun. Pamuğu cebine sokup hemen bandı yapıştırıyorsun. Amcanın maskesinin de olmadığını fark ediyorsun. Bari burada onu biri uyarsaydı diye düşünüyorsun. Belki aşılıdır? Ama aşı daha yeni olduğu için maskesiz gezen kimseyi görmedin.

Aceleyle hırkanı, üzerine de montunu giyip çıkıyorsun. Aslında bu çok kalın giyinmişsin gelirken de yol bulma stresi üzerine hızlı hızlı yürüme telaşı ve çıkıp indiğin yokuşlar yüzünden ter içinde kalmıştın. Şimdi de aynı hatayı yapıyorsun ama bir an önce eve gitme isteğin de var. Geldiğin yoldan dönmene gerek yok, bu sefer kaybolmadın, ana caddeye çıkan bir sokakta olduğunu biliyorsun. Sokağa çıktığında yokuşun sonunda caddeyi görebiliyorsun. Caddeye çıktığında bu stresli günün ardından (evet senin için bu epey büyük bir stres) kendini ödüllendirmek için börek yemek istiyorsun. Caddenin sonundaki börekçiye oturuyorsun. Bir patatesli börek ve çay söylüyorsun. Çayın içebileceğin ısıya gelmesini beklesen herhalde bir yirmi beş dakika orada oturman gerekir böreğin de çoktan bitmiş olur. Hem zaten amcalar da tip tip bakarken çok oturmayayım. “Ne var hayatınızda kadın mı görmediniz?” diye bağırmak istiyorum. Böreğimi yerken çayımı biraz bekletsem de çaysız börek, böreksiz de çay içmek istemediğimden ne kadar üflesem de ağzımı yaka yaka çayımı içiyorum. Paramı ödeyip bir hışım dışarı çıkıyorum. Bir börek yemek bile lüks!

Sinirli sinirli caddede yürürken aşının yapıldığı yerde bir karıncalanma hissediyorsun. Bildiğin kadarıyla hafif bir grip atlatman, sonrasında ise artık covid’e karşı bir süperkahraman gibi (ne?) korunaklı olman gerekiyor. Evine gidip gribinin başlamasını bekliyorsun : ) Kendini bugüne hazırladın, evde hazır çorbaların, poşet bitki çayların ve kettle’ın birkaç gün sana eşlik etmek için hazır bekliyorlar. Keşke bir de sana bakacak biri olsaydı değil mi? Bu düşünceyi aklından çıkarmaya çalışıyorsun. Aksi gibi çok iyisin. Netflix’i açıp oyalanacak bir şeyler bakıyorsun. Tatlı yapma yarışmalarına dalsan birkaç sezon derken bugünü bitirebilirsin gibi. Koltukta uyuyakalma hayaliyle battaniyeni üzerine çekip rahatlasan da 3. Sezonu bitirene dek uykun gelmiyor. Sonunda içeri, yatak odana gidip kendini zorla uyutuyorsun.

Gece dörtte yatmana rağmen ertesi sabah saat dokuzda uyanıyorsun. Hiç hasta gibi değilsin ama işten iki gün izinlisin, müşteri önüne öksüren tıksıran ateşli bir garsonu çıkaramazlar. Bu iki günü de burnun bile akmadan, kimseyle konuşmadan, Yemeksepeti’nden yemek söyleyerek, televizyonun başından kalkmadan ve Netflix’in tüm reality showlarını bitirme raddesine gelerek geçiriyorsun. Artık Çarşamba günü geldiğinde işe gitmeye hazırsın, izleyecek pek bir şey kalmadığı için sıkıldın, hatta işi özledin bile denebilir.

Çalıştığın kafenin üniformasını giyip işe gidiyorsun. İş her zamanki gibi, yani herhalde. Aslında maske takmana artık gerek yok. ama aşı politikaları, çocuklarını aşılatmak istemeyenler, mikroçipten korkanlar, Bill Gates’in bilgilerini çalacaklarını düşünenler derken hâlâ günde dört maske değiştirmek zorundasınız. Allah’tan kafenin kendi maskeleri var, kumaş maskeler daha rahat, (yalnızca) sağlıkçı maskesi takmanız yasak, kumaş maskelerin korumasına güvenmeyenler içine bir de onlardan takıyor. Sen de kasanın yanındaki rafa gidip bir maske alıyorsun ve yüzüne takıyorsun.

En köşedeki masada Zeynep masayı siliyor. İşe girdiğin ilk günde dikkatini çeken ilk kişi olmuştu, herhalde kafe üniformasının bu kadar yakıştığı da. Uzaktan geldiğini görünce masadan başını kaldırıyor, sana bakıyor:

“Bu aşının bir yan etkisini yeni fark ettim.”

O an anlıyorsun.

Deniz Erkaradağ

Deniz, İstanbul sokaklarında yürüyor, yazıyor, çiziyor ve düşünüyor. Hayal kurmayı ve dans etmeyi seviyor, daha çok okuyabilmek için kendine iyi bakıyor.