Öykü

Apeia

“Diz çök yenik kraliçe, Zestor’un yüzünün karasını, seni ezelden beri bir an bile hak etmeden oturduğun tahttan, kılıcımla alarak siliyorum. Hüküm zayıfların değil, onu hak edenlerindir,” dedi Yan, az önce dakikalardır savaştığı Kraliçe Apeia’ya. Yüzünde kibirli bir ifade vardı. Ne de olsa Ephazor evreninine hükmeden Zestor krallığını, Zutam klanı varisi Apeia’nın elinden alıp, kendi siyah kanlı ırkı Horkajlara geçiriyordu. Apeia düştüğü yerden yavaşça kalktı. Az önce yenildiği Yan’ın, kılıcıyla kestiği bir tutam saçına baktı. Yağan karın beyaz örtüsü üzerinde simsiyah saçlar… Tek bir yara dahi almadan yenildiği Yan’ın gözlerine baktı. O an, bulutların arasından sıyrılmayı başaran dev dolunayın ışığı yüzüne vurdu. Gözlerindeki karanlık ifade Yan’ı bir an dehşete düşürdü. Apeia kesik kesik nefes alıyordu. Karşısında öylece bekleyen Yan’a doğru yavaş adımlarla yürümeye başadı. Bütün Zestor ordusu ve halk, az önce kadim bir yasayı çiğneyerek krallığa ihanet eden siyah kanlı Horkajlı muhafız Yan’ı ve kraliçelerini dehşetle izliyordu.

Zestor, Ephazor evreni tanrılarının en önemli krallığıydı. Tanrılar, yeryüzünde düzeni sağlamaları için seçtikleri klanları, krallıkların yönetimine getirirdi. Tanrılar konseyi denen ve her elli yılda bir gerçekleşen toplantılarda atadıkları ve güç verdikleri ırkları belirliyorlardı. Çıkan kararlar her ne kadar oy birliğiyle sağlanıyor ise de, tanrılar arasında da anlaşmazlıklar vardı. Açgözlü merhametsiz tanrılar, krallıklara kendileri gibi acımasız ve yok etmeye hizmet eden ırkların gelmesini isterken, onlara karşı olan tanrılar, yeryüzündeki düzenin bekası için daha akıllı ve dengeli ırkları istiyordu. Son yapılan tanrılar konseyinde Apeia’nın ırkı Zutam klanı, Zestor yönetimi için tanrılar konseyinde seçildiğinde, acımasız tanrıların sözcüsü Kamoron, ısrarla Horkaljarın atanmasını istemiş fakat oy çoğunluğuyla 200 yıldır krallığı yöneten Zutam klanı, bir kez daha Zestor’a hükmetmeye hak kazanmıştı. Bu durum yeryüzündeki düzeni değiştirmek isteyen Kamoron’nun canını epey sıkıyordu. Horkajların varisi Yan ile bir araya gelen Kamoron, ona Apeia’ya ihanet etmesini ve krallığın Horkajlara geçmesini istediğini söyledi. Yan’ın klanı, Zutamları nesiller boyunca koruyan, krallığın üst rütbesi muhafızlardan oluşuyordu. Krallık muhafızları, krallık hanedanına yeminle bağlıydı. Kutsal yasalar gereği krallığa atanan klan, tanrılar tarafından görevlerinden alınıncaya kadar onların hizmetkarıydılar. Her elli senede bir seçimlere girme hakları vardı. Seçilirler ise hizmet sırası bu sefer kendi seçecekleri bir klana devredilirdi. Yan, Kamoron’un desteğiyle tüm krallık önünde Apeia’dan kılıç hakkı isteyerek onu kendisiyle savaşmaya mecbur bıraktığında, kadim kutsal yasayı çiğnemiş oldu. Kılıç hakkı geri çevrilemezdi ve kazanan, krallığın yeni hükümdarı olurdu. Ephazor tarihinde kılıç hakkı hizmetkar klan tarafından sadece bir kez istenmiş ve isteyen klanın lideri, seçilmiş krala yenilmişti. Daha sonra ihanetlerine karşılık, soyları tanrılar tarafından yok edilmişti. Kılıç hakkı istemek kınanan bir durumdu. Üstelik Yan, bu yasayı erdemden uzak bir şekilde bir kraldan değil bir kraliçeden istemişti. Tüm Zestor halkı Yan’a tiksinerek ve kahırla bakıyordu.

Deli gibi esen rüzgâr ve kargaların çığlıklarından başka hiçbir ses yoktu etrafta. Kraliçenin uzun saçları vakur bir ağcın, rüzgârda huşu içinde salınması gibi savruluyordu. Apeia, Yan’a yaklaştı ve gözlerini adeta gözlerine mühürledi. Yenilmeden bir hamle önce kılıcıyla Yan’ın yüzünün sol yanını hafif kesmişi. Yanağından sızan kanı yavaşça boynuna doğru akıyordu. Yan, o an o kadar korkmuştu ki baştan aşağı terliyordu. Az önce ihanet ederek yendiği peri kraliçeden hâlâ ölüm kadar korktuğunu fark etti. Neredeyse nefesi kesilecekti. Herkes kraliçenin ne yapacağını görmek için bekliyordu. Apeia, Yan’ın boynuna yaklaştı ve akan kanını yavaşça yaladı. Birinin kanını içmek Ephazor’da, “ölümü sana ben getireceğim,” demekti. Yan öfkeden deliye döndü. Apeia’yı öldürmek istiyordu fakat halkın ayaklanmasından korkuyordu. Onu şimdi öldüremezdi. Gitmesine izin verip, onu daha sonra bir suikastçıya öldürtebilirdi. Hiçbir şey demedi. Apeia’nın bir an önce kaleden gitmesini istiyordu. Kraliçe’nin az önce yaptığı şeyden sonra halktan mırıldanmalar yükseldi. Bu durumu hoş karşılamış gibiydiler. Yenik kraliçe arkasını döndü ve onun için hiç bilmediği bir yolun yolculuğu başlamış oldu.

* * *

Hava aydınlanmaya başlamıştı. Apeia, sık ormanın içinde atının üstünde saatlerdir ilerliyordu. Acıktığını hissetti ve atını durdurdu. Atın arkasındaki heybeden bir somun ekmek ve tütsülenmiş geyik eti çıkartarak yemeye başladı. Güçten düşmemeliydi. Kızıl göle vardığında buz tutmuş göle girmek onun için kolay olmayacaktı. Kulağında küçükken onu eğiten üstad Joba’nın sözleri vardı.

“Yeraltının karanlık güçleri üzerindekilerden daha büyüktür Apeia. Onlar yeryüzünde hüküm süremezler. Ancak oraya çıkmak için yanıp tutuşurlar. Kızıl ölüm çiçekleri açtığında yeryüzünün kokusu yeraltına sızar. Bu, yeraltı halkını çıldırtır. Hayat kokusu kara krallıkları susuzluktan ölmek üzere olan bir ejderhaya benzetir. Sen annenin rahmine kızıl ölüm çiçeklerinin açtığı gece düştün. O gece zincire vurulmuş Tanrıça Ester’in ruhundan bir parça, annenin rahmine girdi. Gözlerinde onun karanlığını görüyorum. Nedenini anlayamadığın ve içinde her geçen gün daha da büyüyen şiddetini görebiliyorum. Ah benim talihsiz çocuğum. Bir gün ölmenin yaşamaktan daha iyi olduğunu düşündüğün bir an gelirse kara ormanın içindeki kızıl göle git. Yeraltındaki kara krallığa varmayı başarırsan içinde taşıdığın ikinci ruhun sahibi seni galip kılacaktır”

Apeia yol boyunca üstat Joba’nın dediklerini düşündü. Uzunca bir yol gittikten sonra Kızıl Göl’e vardı. Atından inip, bir süre beyaz kar örtüsünün ortasında kıpkırmızı yanan bir ateş havuzunun muazzam güzelliğini izledi. İçinde yüzen zehirli kurbağalara baktı. Atını, üzerindeki karın ağırlığından boynunu bükmüş heybetli göknar ağacına bağladı. Aceleyle karın ortasına kömürden bir çember çizdi. Gözlerini kapattı ve bir şeyler fısıldadı. Apeianın dudakları titredikçe atı dehşete kapılarak kişnemeye başladı. Bağlarından kurtulmak istiyordu. Apeia’nın yaptığı şey belli ki onu korkutuyordu. Ağaçlardan bir kuş grubu havalandı. Apeia mırıldanmaya devam ediyordu. Derken saçları maviye dönüşmeye, derisi gümüş renkli bir yılanın derisine bürünmeye başladı. Gözlerini açtığında rengi siyahtan yeşile dönmüştü. “Mizu ma naberte”….

Üç kez hangi dile ait olduğu anlaşılmayan bu cümleyi tekrar etti ve göle daldı. İçine girer girmez yarı buz tutmuş gölde bilincini yitirdi. Gözlerini açtığında onu bayıltan soğuk suyun ısısı giderek artıyordu. Etrafına bakında ve kara bir kapının önünde bekleyen dev buz yılanını gördü. Yılan, Apeia’yı görünce bir kedi yavrusu kadar ürkerek geri çekildi. Apeia yılanın ona saldıracağını düşünmüştü fakat öyle olmadı. Az sonra dev kapı aralandı. İçeriden uzun boylu, gri sakallı bir dev belirdi. Apeia ne yapacağını bilmeden olduğu yerde bekliyordu. Vücudu henüz kendine gelmemişti. Çok zayıf bir durumdaydı. Nedense, önce yılanın sonra da karşısındaki devin onu önceden beklediği hissine kapıldı. Karşılaşabileceği tüm tehlikelere karşı planını yapmıştı. O nadir kan Zestor klanından geliyordu. Kolay kolay hiçbir ırk onu yenemezdi.

Dev, Apeianın önünde büyük bir saygıyla eğildi.

“Tüm kara krallık, sonsuz bir evvelden süregelen bekleyişini nihayet sona erdiren Tanrıca Ester’in varisi için önünüzde eğiliyor majeste Apeia,” dedi. Apeia, devin sözlerini duyduğunda içini müthiş bir intikam duygusu kapladı. Yıllardır içinde baş etmekten onu bitap düşüren hisleri tekrar uyanmıştı. Bu, kadim bir hapishanenin içinden ilk kez dışarı çıkmak gibiydi. Özgürlük hissi ve içinde taşan enerji, ölmek üzere olan kuru bir bitkinin, üzerine yağan yağmurdan sonra dirilişi gibiydi. Diriliyordu. Deve hiçbir şey söylemedi, sadece başını onaylarcasına salladı.

“Beni takip edin majeste, sizi Tanrıca Ester’in yanına götüreceğim,” dedi dev. Apeia, uzun elbisesinin eteklerini sürüye sürüye devin önünde yürümeye başladı. Birlikte büyük kapıdan geçtiler. Kara krallığın sokaklarında kimse yoktu. Etraftaki sessizlik Apeia’yı tam germeye başlamıştı ki kafasını, üzerinden geçen baykuşun çıkardığı kanat sesine doğru çevirdi. Etraf kızıl bir toz bulutu içindeydi. Nasıl bir yerde olduğunu anlayamıyordu. İlerlemeye devam ediyordu ki görme mesafesi aniden kapandı. Önünü zor görüyordu. Güçlükle adım atarken havada yükselen bir koku duydu. Bu kokuyu biliyordu. Kaynayan bir ateşin dumanının kokusu…

Apeia yürürken, üzerinde gözlerin dolaştığını hissediyordu fakat kendisini izleyen gözleri göremiyordu. Meraklandı, arkasından gelen deve merak ettiklerini sormak istedi fakat vazgeçti. Bu, onun ciddi görünümünü bozabilirdi. Tam vazgeçmişken ayaklarının altında yapış yapış bir şey hissetti ve duraksadı. Etekleri, ayağının altındaki kaygan sıvıyla ıslanıyordu. Islaklık siyah renkliydi. Apeia’nın durduğunu gören dev, yanına yaklaştı.

“Kara krallık, gelişinizi kutlamak için kurban veriyor majeste,” dedi. Apeia şaşkınlıktan duraksadı. “Kurbanlar… Neredeler?” diyebildi sadece. Dev, Apeia’nın yüzündeki ifadeyi görünce onun yeryüzü ırkından olduğunu hatırladı.

“Onları göremezsiniz majeste, ancak safkan bir kara peri bizi görebilir. Biraz daha sabredin, Tanrıça Ester sizi vaftiz ettiği vakit her şeyi göreceksiniz,” dedi. Tereddüt her geçen an, Apeia’nın yeni kavuştuğu özgür ve kararlı ruhunu tereddüte düşürüyordu. Yeraltının karanlık güçlerinin karşısında yok olup gitmesi içten bile değildi. Göremediği ama onu gören güç ne büyük güçtü.

Yürümeye kaldıkları yerden devam ettiler. Toz bulutu seyrelmeye başladı. Apeia, seyrelen toz bulutunun içinde giderek berraklaşan şeyi görünce donakaldı. Çocukluğundan beri gördüğü rüyalarında, sürekli varmaya çalıştığı yerdeydi. Bazen yüzerek, bazen uçarak, bazen koşarak aştığı yollar hep aynı yere çıkar, vardığı yeri görünce rüyasından uyanırdı. Karanlık ateş çölünün ortasındaki kapının önündeydi. Dev, Apeia’nın önüne geçerek kapıyı çaldı ve kapı açıldı. Apeia hâlâ ortalıkta kimseyi göremiyordu. Deve baktı. Karşısında birileri varmış gibi eğilerek selam veriyordu. Selamını tamamladıktan sonra Apeia’ya sonra dönerek; “Sizi burada bırakıyorum majeste. Önünüzde uzanan yoldan dümdüz yürüyün. Tanrıça Ester sizi yanına çekip, alacaktır” dedi.

Apeia hiçbir şey demeden yürümeye başladı. Devin dediği gibi bir süre yürüdü. Toprağın rengi kızıla dönmeye başladığı an bir rüzgâr esmeye başladı. Bedeni uçuyor ve havaya karışıyormuş gibi hafifliyordu. Bilincini bir kez daha yitirdiğini anlamaya başladığı an, hatırladığı son andı. Gözlerini açtığında ne kadar zaman geçtiğini kestiremedi. Etraf zifiri karanlık ve soğuktu. İçinde bulunduğu yerin çok yüksek olduğunu düşündüğü duvarlarında yankılanan bir su sesi duydu. Su, kesintisiz damlıyordu. Yankılanan ses o kadar yüksekti ki Apeia her damla sesinde irkiliyordu. Ayağa kalkıp, yürümeye başladı. Zifiri karanlıkta yürürken, damlayan su sesini bile bastıran bir ses yankılandı. Kulak zarı ansızın, yırtarcasına yükselen sesle hayatında hiç olmadığı kadar dehşetle titredi. Duyduğu ses, yerde sürünen demir bir zincir sesiydi.

“Ne zamandır sesi bekliyordum Apeia, sonunda gelebildin,” dedi bir ses. Apeia kendisiyle konuşanın Tanrıça Ester olduğunu o an anladı.

“Yaklaş, tereddüt etmeden, sana verdiğim hediyeye yakışır şekilde, korkmadan yaklaş,” dedi ses.

Apeia yürümeye devam etti. Damlayan suya giderek yaklaştığını fark ediyordu. Derken, aniden ateş böceklerine benzeyen mavi ışıklı huzmeler belirdi gözlerinin önünde. Huzmeler yanıp yanıp, sönüyordu. Apeia yürüdükçe etraf aydınlanmaya başladı. Her yer buz mavisi renge bulanıyordu. Yürüdüğü yol nihayete erdiğinde taraçalı bir gölle karşılaştı. Bir süre etrafı inceledi. Kimseyi göremiyordu. Ses yeniden çınladı kulaklarında;

“Elbisenin içindeki hançerle, göle bileklerinden üç damla kan akıt.”

Apeia üzerinde taşıdığı hançerin varlığını bilen Ester’e karşı savunmasızdı çünkü onu hâlâ göremiyordu. Sonunda sesin dediğini yaptı ve eteğinin iç cebinden hançerini çıkartarak, sağ el bileğini ince bir çizgiyle kesti. Göle üç damla kanını akıttı ve geri çekildi. Göl, içine damlayan kandan sonra dalgalanmaya başladı. Ardından Apeia’nın gözlerini kör edecek kadar parlak bir ışık kesti mavi huzmeleri. Apeia’nın nutku tutuldu. Tanrıca Ester karşısındaydı. Gördüğü manzara onu hiç olmadığı kadar afallattı. Zincire vurulmuş çırılçıplak tanrıçanın güzelliği karşısında donakalmıştı. Bu nasıl bir güzellikti? Kimse su perilerinden daha güzel olamazdı. O an daha önce hiç hissetmediği bir duyguya kapıldı. Tanrıçanın güzelliği karşısında nefesini kesecek kadar derin bir kıskançlık hissediyordu. Apeia, Ester’in güzelliğiyle büyülenmişken her şey göz açıp kapayıncaya kadar oldu bitti. Apeianın vücudu onu ele geçiren kıskançlıkla titrerken, Tanrıça zincirlerinden kurtuldu ve Apeia’yı kendi yerine zincire vurdu.

“Şimdi yeryüzü tanrılarının beni lanetlerken ne hissettiklerini anlayabiliyorum. Yazık ki onlar kendilerini yakacak bir ateşle oynamaya kalktılar. Apeia! varlığının nihayet amacına ulaştın,” dedi.

Ester, yeryüzü tanrıları Kamoron ve Gorala tarafından, tuzağa düşürülerek Ephazor evreninin yeraltı krallığında zincire vurulmuştu. Ester, Felonoz evreninin en büyük tanrıçasıydı. Kamoron ve Gorola, Ester’i zincire vurup, Felonoz evrenine de hükmetmeye başlamışlardı. Böylece Tanrılar Konseyi’nde düşük olan mevkileri yükselmiş, daha çok söz sahibi olmuşlardı.

Tanrıça çağlar boyunca zincire vurulmuş bir şekilde yaşamıştı. Bir gün Tanrılar Konseyi’nden bir elçi ona bir haber getirdi. Kızıl ölüm çiçekleri açtığında o gece ruhundan bir periye üfürürse laneti ortadan kalkabilecekti. Ester’in kurtuluşu ancak kendinden bir parçayı zincire vurduğunda üzerinden kalkacaktı. O da bir ateş çiçekleri mevsiminde Apeia’nın ruhuna üfürdü kendi ruhundan. Böylece zincirlerinden kurtulabilecekti. Apeia doğduktan sonra ne hissediyorsa, Tanrıça Ester de aynısını hem ruhunda hem de bedeninde hissetmeye başlamıştı. Ta ki onu zincire vurana kadar. Şimdi de Apeia, Ester ne hissediyorsa hissediyordu.

Ester mutluydu, yüzüne yerleşen zafer ifadesi Apeia’nın kalbine de yerleşti. Gözleri içine düştüğü durumun kederiyle yaşarırken aynı anda kalbinde büyük bir ihya duygusu yükseliyordu. Delirecek gibiydi. Tanrıça arkasını dönüp giderken dayanamadı ve ona haykırdı

“Ester!”

Ester zincirden kurtulduğu için artık Apeia’nın hissettiklerini kendi kalbinde hissedemiyordu. Kendisine küstahça bağıran bu ölümlü periyi öldürebilirdi fakat yapmadı. Çağlardır içinde yanan öfke ve intikam ateşi kalbini taşa çevirmişti fakat yine de ona yeniden doğma şansı veren parçasına merhamet gösterdi. Uzun ve çıplak gövdesini yavaşça sırtını döndüğü Apeia’ya çevirirken, ayak bileklerine kadar uzanan buğday sarısı saçları görenin kalbine indirecek kadar sihirli bir güzellikte salındı.

“Söyle bana hilekâr tanrıça! Ne yeryüzü ne de yeraltı… Siz tanrılar yarattığınız hizmetkarlarınızı neden onlardan aşağı bir benlikle kandırırsınız? “

Ester, Apeia’ya yaklaştı ve onu alnından öptü.

“Tanrıların çoğu adaletsizdir Apeia, onlar yalnızca hilekar iblislerin kılık değiştirmiş olanlarıdır. Ölümsüzlükleri onları yaratan gücün elinde bir gün mutlaka sona erecek. İşte o gün tanrıların kıyameti başlayacak. Sen… Benim parçam, fani peri Apeia… Hayata geldiğin andan itibaren yaşadığın her şeyi ben de hissettim. Yan’ın kanının tadı hâlâ damağımda. Şimdi gidiyorum, geri dönüşünün zaferini kutla. İntikamını alıp, hepsini öldüreceğim. Kim bilir, belki birlikte tanrıları bile öldürürüz,” dedi ve bir ışık huzmesi gibi yavaş yavaş kayboldu.

Tanrıça Ester kara krallık askerlerinin önünde zırhını giydi ve ordusuna döndü. Gözlerinde alev alev yanan bir ışık vardı

“Kara krallığın sadık askerleri… Yeryüzü hainlerinin kazandıklarını sandığı zaferleri bugün sona erdi. Benimle Zestor’a gelin ve önünüze kim çıkarsa hepsini öldürün. Tanrıların hükmüne son vereceğiz!”

Aslı Sağbilge

Ben Lori.Asta. Asıl adım Aslı. İzmir'de doğdum. Lisansımı Marmara Üniversitesi'nde, sinema- televizyon üzerine tamamladım. Kariyerim İstanbul'da, iletişim alanında devam ediyor. Fantastik seri yazıyorum, film incelemeleri yapıyorum ve bilimkurgu alanıyla yakından ilgiliyim.