Öykü

Canavarın Avı

“Biz fakir bir köyüz!” dedi yaşlı adam.

“Çok fakiriz!” diye hep birlikte bağırdı arkasında toplanmış ahali. O kadar güzel bir şekilde senkronize olmuştu ki bunu daha önce birçok kez yaptıkları belli oluyordu.

“Kıtlık hepimizi vurdu geçti!” yaşlı adam kırlaşmış sakallarını okşarken gözlerinden birkaç damla yaş döküldü.

“Kıtlık var… felaket!” Ahali bir kez daha başarılı bir performans sergiledi.

“Kıtır kıtır kıtlık var…” diye bağırdı içlerinden biri, kalabalıktan aynı anda uzanan birçok el adamın kafasının arkasına oturdu. Bu aşırıya kaçmaması için yapılmış bir uyarıydı muhtemelen.

“Daha geçen ay…” diye tekrar söze başladı yaşlı adam. Konuşurken sakalıyla aynı renk dağınık saçlarını düzeltiyordu. Durmadan sürekli bir şeyler söylüyor, el kol hareketleriyle anlatımını güçlendirmeye çalışıyor, zaman zaman boğazını işaret edip açlıklarını konunun merkezinde tutmaya çalışıyor ve sık sık gözyaşı döküp hüzünlü bir ifade takınarak ne kadar mutsuz olduğunu vücut diliyle perçinlemeye çalışıyordu.

Karşısında oturan genç görünümlü adamda bunu neden yaptığını anlamaya çalışıyordu.

Birkaç saat önce köye gelmiş muhtarı bulmuş -karşısındaki yaşlı adam- ve ona yaratık sorununda yardımcı olabileceğini söylemişti. Söylemez olaydım, diye düşündü kendi kendine. Hızlıca karşısında toplanan ahali ana konusu açlık olan tiyatro oyununa da bu şekilde başlamışlardı.

Muhtar sonu yokmuş gibi görünen konuşmasına devam ederken adamın sağ tarafında yere uzanmış beyaz yeleli kapkara atı Abra uyumaya devam ediyordu. Muhtarın çenesinden ötürü bayılmışta olabilirdi. İri yarı, güçlü ve asil bir attı; sağlam bir duruşu, kendinden emin bir yürüyüşü, tehlikeli bakışları vardı. Diğer atlar gibi ayağında nal yoktu.

Abra sonunda öfkeli bir kişnemeyle ayağa fırlayıp muhtara doğru ilerledi; ahaliden bazıları korkuyla geri kaçtı, kimileri çığlık attı, bir adam karısının arkasına saklandı başka bir adamda onun karısının arkasına saklanınca aralarında ufak bir sessizlik oldu. Muhtar sonunda susmuştu ama vücut dili tir tir titreyerek başka bir hikâye anlatmaya başlamıştı. Abra daha da öfkeli bir şekilde kişnedi karşısındaki muhtara. Adam, atının muhtarı tamamen susturmak için izin istediğini anladığından hafifçe gülümsedi. “Yap gitsin!” dememek için ciddi bir uğraş verdiği birkaç saniye sonunda başıyla tekrar yanına oturmasını işaret etti. At sessizce yerine döndü.

“Bana Gezgin derler,” dedi adam. Gezgin dışarıdan bakıldığında sıradan görünümlü biriydi. Kömür karası saçları ne çok kısa ne çok uzundu, ön tarafı kendinden taranmış gibi duran saçları düzdü. Geniş omuzları vardı. Boyu da en az saçları kadar kararsızdı; uzun sayılırdı, çok uzun değildi ama kesinlikle kısa da değildi. Sırtında başlıklı koyu kırmızı bir pelerin, üstünde kahverengi gömleği ve aynı renk pantolonuyla siyah botları dışında hiçbir şeyi yoktu. Köye girerken sırtında asılı olan kılıcı şimdi önündeki masada çok şık görünen bir kılıfın içinde duruyordu. Köy halisi onu süzerken o da avuçlarını birbirine sürterek köy ahalisinin üstünde gezdirdi gözlerini. Muhtarla arasında bulunan masaya ellerini koydu ve konuşmaya başladı: “Pekâlâ şimdi ben konuşacağım siz dinleyeceksiniz. Hepsinden önce şunu söylemeliyim ki en çok nefret ettiğim şey sözümün kesilmesidir. Eğer sözümü keserseniz kafanızı yararım, dilinizi de kesebilirim ya da herhangi bir yerinizi kırarım. Bu yüzden sözümü kesmeyin, sadece dinleyin ve bitirdiğimde ya da izin verdiğimde konuşmaya başlayın. Güzel, anladığınızı düşünüyorum. Öncelikle ne kadar fakir olduğunuz ya olmadığınız umurumda değil. Yaratık sorununuzu çözeceğim. Karşılığında da sizden herhangi bir ücret talep etmiyorum.”

Köylülerin hepsinin gözü aynı anda sevinçle parladı. Aralarından bazıları rollerinden çıkmadan ağlamaya başladı.

“Sadece istediğim tek şey yaratığın yaşadığı yeri bana göstermeniz ve benim için birkaç malzeme tedarik etmeniz olacak. Anladınız mı?”

“Gayet iyi anladık beyim,” dedi muhtar tüm dişlerini göstererek. “Ama ücret almayacaksınız değil mi ve şu malzemelerde pahalı olmayacaktır diye umuyorum?”

Gezgin yanaklarını yolmak ister gibi öfkeyle kaşıdı. “Olmayacak!” dedi üstüne bastırarak.

“Siz bir iyilik perisisiniz!” diye haykırdı muhtar.

Gezgin en sahte gülümsemesini takındı, atı yüzünün aldığı komik şekli görünce neşeyle kişnedi. İyilik perisi bir uydurma, diye söylendi Gezgin ama bunu muhtarla paylaşmadı. Perilerin Feimord’daki en psikopat ırklar konusunda ilk üçe girebileceğini, hâlâ üstünde ot bile bitmeyen Magan Hared’i sekiz gün sekiz gece nasıl yaktıklarını ya da kendisine üç gün şarkılar eşliğinde nasıl işkence ettiğini de anlatma gereksinimi duymadı. Onun yerine sadece aynı komik ifadeyle teşekkür etti.

“Pekâlâ,” Gezgin oturuşunu dikleştirip masaya yaklaştı. “Şimdi sizden istediklerim!”

“Yalancı puşt seni!” diye bağırdı bir köylü. Tüm kafalar aynı anda ona yöneldi. “Anladım, ben anladım… bizden para istemiyor çünkü yaratığı öldürürse kadınlarımızı isteyecek!” Köylülerden adamın söylediklerini çok mantıklı bularak mırıldanmaya, sessizce küfürler etmeye, seslice anırmaya başlayanlar oldu. Gezgin gayet sakin bir biçimde sağ tarafına eğilip yerdeki taşları eliyle tartıp içlerinden birini seçti, derin bir nefes aldı ve konuşan adamın tam kafasını güzel bir atış yaptı; taş adamın sağ gözünün üstünde kaşını yarıp alnında ufak bir çizik açarak yere düşerken adam acıyla inledi. Bu sefer tüm kafalar, korku dolu gözler eşliğinde tekrar Gezgin’e döndü.

“Sözümün kesilmesini sevmediğim konusunda çok ciddiyim. Aynı hatayı bir daha yapan kişinin dilini keserim, bana engel olmaya çalışacak herkesin de ellerini!” Tüm köy aynı anda yutkundu. “Kadınlarınızı falan istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum sadece susun ve beni dinleyin.”

Muhtarı elini kaldırıp bağırdı. “Herkes sessiz olsun. Misafirimize saygısızlık yapmayın terbiyesizler sizi! Tamamdır beyim hallettim konuşabilirsiniz.”

“Öncelikle bana muz lazım. Elinizdeki muzların tamamını istiyorum. Hepsini Abra’ya yükleyin. İkinci olarak peritozu lazım. Elinizde hiç peritozu bulunduran var mı?”

“Biz de olmaz öyle şey!” diye bağırdı köyün gençlerinden biri.

“Yaşlıları soralım!” diye bağırdı başka bir genç.

“Muhtarda vardır!” diye atladı üçüncü genç.

“Muhtar ağzına tükürsün senin itin soyu! Terbiyesiz, edepsiz, ahlaksız puşt seni!”

Gezgin çok derin bir nefes aldı. Kılıcı, kınımdan çek beni kanlarıyla sula beni, diye şarkı söylerken Abra neşeyle kişnemeye devam ediyordu. Bu hatayı birçok yerde yaptığı için artık alışması gerektiğini düşündü.

“Peritozu!” diye bağırdı herkesi susturmak için. “Cinsel güç arttıran tozdan bahsetmiyorum muhtar. Ot olandan bahsediyorum. Göl kenarında yetişen uzun kahverengi bir bitki. Acı ekşi bir tadı var. Bazı yerlerde “Gölkızı” derler. Kesince böyle kan gibi kızıl bir suyu var, o akar içinden. Peritozu. Hiç gördün mü öyle bir şey?”

Tüm köy koca bir “Haaa” çektikten sonra gülmeye başladılar. “Gölkızı diyorsun, var tabii, diğerleri de biraz istemişti. Onlarda yaratığı avlamak için kullanacaklar herhalde.”

Gezgin o kadar hızlı kalktı ki sandalyesi devrilmek için bile fırsat bulamadı, geri gidip geldi. Bir çırpıda masanın üstüne yatırdığı muhtarın sandalyesi yerde yuvarlanıyordu. Parlak çelikten kılıcını kınından ne zaman çıktığını ise kimse görememiş o yüzden tepki vermekte bile geç kalmışlardı.

“Diğerleri kim?” diye sordu Gezgin öfkeyle. Çelik, muhtarın yüzüne dibinde duruyordu. Muhtar zar zor sesler çıkarınca Gezgin daha da şiddetli bir şekilde sordu soruyu. Kılıcının kabzası tutan eli muhtarın karnına gömüldü. “Konuş!”

“Bir grup avcı geldi, bizden az para karşılığı sorunu çözeceklerini söylediler… üç gün oldu, üç gün oldu gideli onlar… kimse geri gelmedi… muhtemelen ölmüş olmalılar… yemin ediyorum!”

Gezgin adamı masadan yere fırlattı. “Yemin etme, ata bin…” diye emretti Gezgin. “Hemen! Bana yaratığın saklandığı yeri göster…”

* * *

“Sen burada bekle,” dedi Gezgin elinde kılıcıyla mağaraya doğru yürümeye başladı.

“Ben burada korkarım!” dedi muhtar.

“Abra ile konuşuyorum, sen siktir git.”

Mağaranın girişi sonu görünmeyen bir dehlize benziyordu. Dik bir şekilde aşağı inen yol karanlıkta kayboluyordu. Gezgin mağarının girişindeki iri yarı ağaçlara sarılmış halatların mağaranın içine girdiğini gördüğünde küfretti. Adamlar sıradan avcılar değil profesyonellerdi. Bu kadar dik bir yolu geri çıkmanın zor olacağını bildikleri için halatlarla inmişlerdi aşağıya. Gezgin iplerden birini tutarak dikkatlice inmeye başladı. Yol o kadar dardı ki Abra’yı geride bıraktığına sevindi. Atın buraya sığması mümkün değildi. Muhtemelen büyüyle açılan başka bir girişi daha vardı buranın.

Elinde bir meşale yoktu ama aşağıya doğru devam eden yolun duvarlarında yer yer meşaleler bulunuyordu. Yine de meşaleleri umursamadan kendisinden beklenilebilecek bir rahatlık ve dikkatsizlikle rahat rahat ilerlemeye devam etti. Biraz sonra önündeki yol aniden bittiğinde altında geniş bir çukur gördü. Yer yer meşalelerle aydınlatılmış mağara zemini bomboş görünüyordu. Aşağı inen iplerin mağaradaki geçitlerden birine devam ettiğini gördü. İpe sıkıca tutunarak kendini aşağıya bıraktı. Mağara zemini ıslaktı, botları çamurlaşmış toprağa saplandığı anda kılıcını kaldırıp suratına gelen oku durdurdu, ileri atılarak okun geldiği tarafa koştu, ikinci oktan kenara savrularak kurtuldu, üçüncüyü tekrar kılıcıyla karşıladı ama dördüncü sertçe sol göğsüne saplandı. İnledi ama durmadı, düşmanın dibine kadar ulaştı, okçu beşinci okunu yayına yerleştirmek yerine silahını ve okunu yere atıp dizlerinin üstüne çöktü.

“Temiz bir ölüm olsun!” dedi okçu, uzun beyaz saçları başının iki yanından düşüp yerdeki toprak zemine dokundu. Gezgin’in indiği yer dışında zemindeki toprak tamamen kuruydu.

“Diğerleri nerede?” diye sordu Gezgin sakince. İpin gittiği kapıya doğru devam edip oradaki meşaleyi aldı.

“Labirente girdiler,” diye cevapladı okçu. “Boğa adamı öldürmek için.”

“Minotor,” dedi Gezgin, elindeki meşale ile okçuya yaklaşıp onu aydınlattı. “Serahlar ne zamandan beri insanlara hizmet ediyor.”

“Onlara esir olduklarından beri,” dedi okçu. Gezgin meşaleyi biraz daha yaklaştırdığında adamın ayağındaki zincirleri gördü. “Bunun son olduğunu söylediler. Bu işten de sağ çıkarsak karımı ve kızımı serbest bırakacaklar.”

“Kim bunlar?”

“Svasragol Özel Kuvvetleri. Kralın en piş işlerini yapan seçkin bir grup. Minotor’un peşindeler…”

“Çünkü sahibinden intikam almak istiyorlar, hikâyeyi biliyorum.” Gezgin tek bir kılıç darbesiyle adamı zincirlerinden kurtardı. “Birazdan hepsi ölecek. Kaç git buradan aileni kurtar.” Göğsündeki oku çıkarıp yere attı.

“Kimsin sen, nesin?” Okçu başını kaldırıp kurtarıcısına baktı, neden diye sordu, yara bere içindeki yakışıklı, genç yüzü meşale ışığıyla aydınlanırken. “Neden bana merhamet gösterdin?”

Gezgin ilk iki sorusunu duymazlıktan geldi. “Sana merhamet göstermedim. İkinci bir şans verdim. Belki seni daha zorlu bir yola soktum. Tercih senin elinde.”

“Onu kurtarmak için geç kalmış olabilirsin.”

“Onu kurtarmak için gelmedim.” Gezgin arkasına bakmadan elindeki meşaleyle labirentin içine girdi, haydutların yere döşediği ipi takip etti ve sonunda labirentin merkezine ulaştı.

Daire şeklindeki merkezin zemini mermer döşeliydi, tertemiz ve pürüzsüzdü. Merkezin tek bir girişi vardı. Geniş alan tüm merkezi çevreleyen sıra sıra dizilmiş onlarca meşaleyle gündüz gibi aydınlanmıştı.

Minotor işte oradaydı. Alanın tam ortasında bağdaş kurmuş, sessizce oturuyordu. İri yarı kızıl bedenindeki birçok yaradan akan simsiyah kanı vücudunda kurumuştu. Koca boynuzları kafasının iki yanından uzanıyor, büyük burnunda takılı kanca her nefes alışverişinde kıpırdanıyordu. Minotorun etrafını sarı, hafif ışıklar saçan ve tavada pişen et gibi cızırdayan büyülü bir kalkan sarmıştı.

Kalkanın hemen önündeyse yarım düzine kadar adam dikilmiş dikkatli gözlerle onu izliyorlardı. Onların da arkasında, köşelere yerleştirilmiş birkaç çadır vardı. Labirentin kapısının hemen önündeyse iki adam dikilmiş ama labirenti değil minotoru izliyorlardı.

“Bir şey mi oldu?” diye sordu kapıdaki adamlardan biri.

“Kalkan bir an kapanır gibi oldu. Ama kapanmadı.”

“Hadi be orospu çocuğu, üç gün oldu yeter artık ulan!” diye bağırdı kalkanın önündeki adamlardan biri.

“Acaba nasıl bir lanet onu böyle bir şeye çevirdi.”

“Annesi bir boğa ile ilişkiye girmiş diye duydum.”

“Saçmalama, öyle bir şey olsaydı sizin köydeki tüm hayvanlar insan doğuruyor olurdu.”

“Siktir git lan!”

“Rahat bırak adamı, hem belki doğumu insanlar yapınca işe yarıyordur.”

“Merak etme o köyün kadınları da uslu durmuyor. Erkeklerinde iş olmadığı için tabii.” Adamlar hep bir ağızdan böğürmeyi andıran kahkahalar attılar.

“Susun. Üç gündür tek lokma yemedi. Orada kıpırdamadan büyüyü ayakta tutmaya çalışıyor. Az kaldı, her an gücü tükenebilir hazır olun.”

“Elbet tükenecek!” diye bağırdı kapıdaki ikinci adam.

Gezgin kılıcını boğazına o kadar hızlı saplayıp çekti ki adam ne olduğunu anlamadan vücudu yere düşmeye başladı. Diğer adam, duyduğu inlemeye göz atmak isterken boğazını yalayıp geçen soğuk çeliği hissetti, kanı vücudunu terk ederken gözleri karardı ve yere düştü.

“Beni daha erken bulursun diye düşünmüştüm,” dedi minotor.

Minotorun konuşması adamları o kadar şaşırtmıştı ki ne söylediğini dikkat bile etmediler. Heyecanla gülüştüler.

“Kusura bakma, rakiplerimin bu kadar yakında olduğunu bilsem daha hızlı hareket ederdim.”

Tüm gülüşmeler bıçak gibi kesildi. Adamların hepsi arkasından gelen yabancı sese döndüler, kılıçlarını kınlarından çıkarıp ellerine aldılar.

“Gurogur ve Brehid’i öldürmüş piç!” diye bağırdı içlerinden biri.

“Kimsin sen?” diye sordu adamlardan biri öne çıkıp kılıcını Gezgin’e doğru uzatarak. “Burada bir kraliyet operasyonuna müdahale ediyorsun. Bunun cezası idamdır.”

“Gebertelim şu iti Brasgon! Arkadaşlarımızı öldürmüş adamla ne konuşacaksın?” dedi aynı adam

“Kraliyet operasyonu,” dedi Gezgin gülerek. “Aymatra kralı, Svasragollu köpeklerin topraklarında gezdiğini biliyor mu yani? Haryen tanıdığım kadarıyla misafirperver bir kral değil!”

“Piç!” diye bağırdı adam tekrar ama bu sefer Brasgon’un yanında geçip giderek Gezgin’in üstüne atladı. Kılıcını haykırarak savurdu.

Gezgin yere sıkıcı bastı, kılıcının kabzasını iki eliyle kavradı ve darbeyi sertçe karşıladı. Adam sert darbe karşısında afalladı, geri sendeledi, dişleri birbirine vurdu ve başı zonkladı. Kendine gelemeden Gezgin kafasını gövdesinden ayırdı.

Brasgon sinirden titreyen eliyle Gezgin’i işaret etti. “Etrafını sarın!” diye kükredi. “Sayı üstünlüğü bizde, ona topluca saldıracağız!”

“Emin misin?” diye sordu minotor. Yaratığın tok sesini kendi adamlarının çığlığı takip etti. Arkasını döndüğünedört adamından birinin kafası parçalanmış diğeri kıllı devasa toynağın altında can çekişiyordu. Ayaktaki iki adamı ellerine mızraklarını almış minotor ile aralarına mesafe koymaya çalışıyorlardı. Brasgon tekrar yabancıya döndüğünde soğuk çelik göğsünü delip geçti. Vücudu yere düşerken yaratığın bir adamını ikiye ayırdığını gördü, diğeri de yabancıyla girdiği mücadeleyi üçüncü darbede kaybetti.

Nefes nefese kalmış minotor kendini yere atıp sırt üstü uzandı. “Çok sinirimi bozdular… Beni onların öldürmeyecek olmasına sevindim. Onların öldüğünü gördüğüme daha da çok sevindim.”

“Çadırları kontrol etmeme gerek var mı?”

Minotor kahkaha attı, hemen ardından sert bir öksürük dalgası devasa vücudunu sarstı. “Neden, içeride altına kaçıran birinin olup olmadığını mı merak ediyorsun? Ya da sağ kalan biri Svasragollu Ksoreg’e yaptıklarını yetiştirir diye mi endişelendin. Eminin buradaki işini mahveden sen olduğunu öğrenmesi için ona mektup bile yazmayı düşünüyor olabilirsin.”

Gezgin gülümsedi. “Okuyabilecek kadar zeki olduğuna inansam yazardım.” Minotor tekrar kahkaha ve öksürük döngüsüne tutuldu. “Üzgünüm,” dedi Gezgin ciddi bir sesle. “Eğer seni bu kadar yaralamamış olsaydım onları terlemeden parçalardın.”

“Üzgün olduğunu sanmıyorum, sonuçta beni öldürmeye çalışıyordun. Ama sorun değil, bir gün elbet ölecektim Gezgin. En azından güzel bir dövüş oldu. Biliyor musun, ölümden korktuğum için kaçmadım buraya. Enerjimi toplamak ve seninle daha da uzun dövüşebilmek için kaçtım. Gerçekten inanılmaz keyif aldım. Tekrar yaşadığımı hissettim. Bu lanete tutulduğumdan beri belki de ilk kez… Sonuç olarak neredeyse bir avuç itin elinde geberecektim. Al hadi. Daha fazla beklemeye gerek yok. Burnuma takılı olan halka sana istediğini verecek.”

“Evet, üzgün değilim. Nefret, artık benim gerçekten hissedebildiğim tek duygu.”

“Gerçekten merak ediyorum Gezgin. Sana ne yaptılar? Tüm bunlardan önce kimdin, gerçek adın ne?” Gezgin sessiz kaldı. Gözleri kanla kaplanmış pürüzsüz zemine odaklandı. “En azından canımı kimin aldığın bilmeye hakkım yok mu?”

“Kılıcım,” dedi Gezgin gözlerini zeminden ayırmadan. “Canını kılıcım alacak. Adı Nirmohdir.”

“Peki sen benim gerçek adımı merak etmiyor musun?”

Nirmohdir, yaratığın boynuna hızlıca girdi, orada döndü ve geri çıktı. Gezgin derin bir nefes aldıktan sonra minotorun burnundaki halkayı söküp aldı. Halka kolunu içinden geçirebileceği kadar büyüktü. Olduğu yere çöküp etrafını izlemeye başladı. Her zamanki gibi etrafı cesetlerle çevriliydi.

“O halka tek başına işine yaramaz.” Okçu karanlık girişten çıkıp meşalelerin aydınlattığı meydana girdi. Gözleriyle etrafını yoklayarak onaylar bir biçimde başını salladı. “Gerçekten iyisin.”

“Lütfen siktir git,” dedi Gezgin. “Başka bir kralın başka bir sadık köpeğini daha deşmek istemiyorum.”

“Gizli bir görevdeydim ama görünüşü göre seni kandıramamışım.”

“Bir Serah bile olsa eğitimsiz biri öyle ok kullanamaz.”

“Haklı olabilirsin. Yine de kralımı diğerleriyle bir tutup ona hakaret etme lütfen,” dedi okçu, sesinden iğrendiği belli oluyordu. “Ben Leahla Vein. Serah Kralı Vealyn Myara Evereh’in sadık hizmetkarı ve özel polis birliğinin başıyım. O kralımız ki tüm insan krallarının hayal bile edemeyeceği kadar büyük birisidir; tüm ırkımızı tek bir krallık altında toplayıp bizi birleştiren ve güçlendiren isimdir.”

“Bir bilsen bu sözleri ne kadar çok duydum. Ne istiyorsun benden?”

“Yardım. Serah Krallığı çok yakında buraya yürüyecek. Majesteleri ömrünün en büyük seferine hazırlanıyor. Svasragor ve Aymatra kendi iç çekişmelerinden ötürü sınırlarında büyüyen tehlikeyi göremiyorlar. Saldırdığımızda haberleri bile olmayacak. Ama önümüzde onlardan çok daha büyük bir tehlike var; kendi korkunç kalesinde etrafındaki herkesin kalbine korku salan o herif, hiçbir silahın kesemediği, hiçbir büyünün işlemediği bedene sahip olan o canavar ve tehlikeli ordusu. Onlara karşı o halka tek başına bir işe yaramaz, bir orduya ihtiyacın var ve ben sana o orduyu verebilirim.”

Gezgin ayağa kalkıp yürümeye başladı. “Söylediğim gibi, siktir git buradan Leahla. Bir canavarı öldürmek için orduya ya da yardımcılara ihtiyacım yok benim. İstersen onlara sorabilirsin,” Gezgin eliyle yerdeki cesetleri işaret etti. “Beni durdurmak istiyorsan dene, ama lütfen bunu konuşmadan yap.” Okçu arkasından bakarken Gezgin sessizce labirentin karanlığında kayboldu.

Leahla arkasını döndü, son bir kez karşısındaki manzaraya baktı. Savaş alanını andıran manzarada canavar ve düşmanlarının cesedini görebiliyordu. Ama asıl canavarın burada yatan mı yoksa buradan yürüyerek giden mi olduğundan emin değildi.

Selahattin Başboğa