Öykü

En İyi İhtimal

Yolculuk boyunca uyumuştu. Hareket saati geçmiş otobüs kaptanlarının dikkatine yapılan anonslar, tekerlekli demir tezgâhı gezdirip çay, kahve vs. bilumum içeceği satanlar ve kalabalığın uğultusuyla güç bela başını mavi çiçekli koltuktan kaldırabildi. Otobüsten inmeden önce dengesini toparlayabilmek için birkaç saniye beklemesi, gözlerini sıkıca kapatıp açması ve şakaklarını ovması gerekti. Yabancıların başına toplanmasından çekinmese kendisine tokat atardı.

Herkes gittikten sonra ayağa kalkıp dikkatli adımlarla dışarı çıktı. Saçları terle ıslanarak hacmini kaybetmiş, kıyafetleri bahar aylarında elde taşınan mont gibi ağırlaşmıştı. “Otogardaki kadın bakın ne yaptı? 28 yaşındaki Ç.N. …” diye başlayan haberlerin başrolü olmayacağını bilse çırılçıplak soyunacaktı. Kaldırım taşı rengindeki eşofman üstünü çıkarıp beline bağlamakla yetindi. Böylece biraz daha rahatladı.

Sinesi susuzdu, midesi yangınlarda. AŞTİ’ye girip gördüğü ilk büfeye yaklaştı. Sandviç ve meyve suyu alıp karşılığında ufak meblağlı bir banknot verdi. Satıcının yüzünde oluşan ifadeyle birlikte gözleri büyüdü. Hata yapmıştı. Her şeyi mahvedebilecek anlık bir dikkatsizlikti bu.

“Abla, böyle bir para…” diyecekti satıcı.

“Ay, pardon!” dedi yolcu, satıcıya verdiği parayı çekiverdi. “Evet, tedavülden kalkmış. Yanlış parayı vermişim ben size. Merkez bankasına götürüyordum. Kusura bakmayın, buyurun.”

“Bereket versin.”

Delikli sacdan yapılan bekleme koltuklarının birisine geçen Çiğdem, kadının adı buydu, bir an satıcıya vermekten son anda vazgeçtiği 20 liralık banknotun ön yüzüne baktı. Kenarına kurşun kalemle silik bir şekilde şöyle bir not düştü:

“Gazali ve Leibniz’i unutma.”

Çiğdem yutkundu, dudaklarını birbirine bastırdı, parayı hızlıca cebine saklayıp sandviçini yemeye başladı. Lokmaları, hırsını alırcasına büyük ve hızlı yiyordu. Ketum ve içe dönük bir kişiliği olmasaydı çığlık atardı. İçinde bulunduğu duruma odaklansaydı, en yakın akıl hastanesine kapatılana kadar saçlarını yolardı. Kafasını dağıtmak için gelip geçen yolcuları seyretti. Maddesel görünümün, olasılık denizinde dalgalanan bir “yolcu” olduğu fikri aklına gelince izlemekten vazgeçti. Kuantum fiziğine dair bazı meseleler… Tavana asılmış olan dev saate bakıp meyve suyunu yudumladı. Tatlara odaklanmak onu rahatlatıyordu.

Saat öğlen 12’ye geldiğinde Çiğdem irkildi. 58 numaralı perona en yakın otomatik kapıya göz dikip beklemeye koyuldu. Zihninden ona verilmiş talimatları tekrar etti. Çok geçmeden kapının eşiğine yazmalı, şalvarlı yaşlıca bir kadın ve yanında saçı tıraşlı, yüzü kirli, soluk mavi tişörtlü bir erkek çocuğu geldi.

İhtiyar kadın herhangi bir otobüse binecek gibi görünmüyordu. Gelip geçenlere arabesk şarkılardan koparılmış acıklı nağmelerle basmakalıp cümleler saçıyor, evladını göstererek avucunu uzatıyordu. Çiğdem, aradığı kişinin kim olduğundan emin olduktan sonra yerinden kalktı, cebindeki -tedavülden kalkmamış- bozuk paraları şıngırdattı. Dilenci kadın arkasını dönüp gitmeden önce ona yetişti.

“Buyur teyze.” dedi bozuk paraları yaşlı kadına vererek. Aynı cepten bir de ufak çikolata çıkmıştı.

“Bu da senin.” Çocuğun gözlerinin içine baktı, buruk bir şekilde gülümsedi. “En iyi ihtimal için.”

Çocuk hiçbir şey söylemeden çikolatanın paketini açmaya çalışırken Çiğdem gözyaşlarını saklayarak başını çevirdi. İşte, bu kadardı iki yüz elli yıl öncesinin Ankara’sındaki işi.

İstanbul’a doğru giden bir otobüse binmeliydi şimdi, yarı yolda, ismini ezberlediği tenha bir tesiste inmeli, sahipsiz boş tarlaya doğru yürümeli, orada üzeri toprakla kaplı demir kapağı bulmalıydı. Kapağı açıp yerin altındaki yapıya inmeli, ATADÜM’e, yani Atom Altı Düzen Manipülasyonu’na binip doğduğu zamana geri dönmeliydi.

ATADÜM, ortalama cüssedeki bir insanın cenin pozisyonunda sığabileceği büyüklükte saydam bir küre olarak tasarlanmıştı. Yüzey alanı ne kadar küçük olursa, enerji kullanımı da o kadar az olurdu. Bu yüzden küre şeklinde bir tasarım tercih edilmişti.

Sistem atom altı parçacıkların karşıt ikizleriyle değiştirilmesine dayanıyordu. Böylece “zamanın oku” da denilen doğal akıştan kopmak mümkün oluyor, zamanda geriye ve ileriye gidilebiliyordu. Bir nevi uçan balonun yerden kesilip havada yükselmesine benziyordu. Bu yüzden sistemin parçalarına da buna uygun isimler verilmişti. Yolcuya ayrılan bölgenin adı “sepet”, parçacıkların çarpıştırıldığı bölge ise “balon”du, bu işlemin adına “ateşleme”, zamansal değişime de “yükselme” deniyordu.

Çiğdem cihazın sepetine binerek düzeneğin onu algılamasını bekledi. Cihazdan gelen onay sesini işitti. Ardından etraf kararmaya başladı ve dahi sessizleşti, öyle ki yolcu artık kendi soluk alışını bile duyamaz oldu.

Yolculuğun en büyüleyici kısmı başlıyordu.

Doğurgan bir boşluktan evrenin ortaya çıkışı gibi, her tarafta parlak ışıklar belirdi. Havai fişeğe karışmış mercanları andıran bu ışık seli sanki aynı anda her renkteydi. Morlar, maviler, kavuniçiler, yeşiller iç içe geçiyor, pembeler, turuncular dalgalanıyordu. Görüntülerin uzaklığı kestirilemiyordu. Hem net hem de bulanıktı her şey. Kâh evrenin ta öbür ucunda bir yıldıza bakar gibi gibi kâh kürenin duvarına bitişik gibi…

Kadının kulakları tiz seslerle doluydu. Çığlık atan bir kız çocuğunu, boğazını yırtarak ağlayan bir bebeği ve tahta zemine sürülen tırnakları üst üste işitiyor gibiydi. Tuhaf bir şekilde ahenkliydi ve kulağını rahatsız etmiyordu. Belirli bir kaynağı yoktu, kadın yüzünü nereye dönse ses de oradan geliyor gibiydi. Kimi zaman kafasının içinden duyuyordu.

Görevi için sıkı bir eğitim almış olan Çiğdem seslerin ve ışıkların beyniyle alakalı olduğunu biliyordu. Gördüğü yalımlar kendi düşleri, duyduğu çığlıklar hakiki iç sesiydi. Atom altı düzen manipülasyonu vücudu dış ortamdan soyutluyor ve sinir hücreleri arasındaki iletişimi etkiliyordu.

Yolculuğun başka bir etkisi de manipüle edilmiş zaman dilimi içerisinde yapılan bazı değişiklikleri ortadan kaldırmaktı. Genelde bu etki oldukça sınırlı oluyordu. Örneğin Çiğdem otogarda saçlarını kesmiş olsaydı, bu değişim büyük oranda korunurdu.

Paradoks durumundaysa etki çok yoğun oluyordu. Bir yolcunun geçmişe giderek dedesini öldürmesi, dönüş yolunda yolcunun buharlaşır gibi yok olmasıyla sonuçlanırdı. Yolcunun kendi küçüklüğüne ulaşıp ona birtakım bilgiler vermesi de öyle.

İşin püf noktası “öz paradoks”a neden olmamaktı. Zaman yolcusu kendi varoluşunu etkileyecek bir eylem yapmadığı sürece güvendeydi. Bunun haricinde, geçmişi değiştirerek bugünü etkileyebilirdi. Birini öldürerek onun şimdiki izdüşümünü ortadan kaldırabilirdi. Geçmişte yaşamış birine geleceğe ait bilgiler verebilirdi. Ancak hata payı yoktu ve tek bir işin doğuracağı neredeyse sonsuz sonucu hesaplamak gerekiyordu.

Gerekli eğitimleri tamamlamış, sınavlardan geçmiş görevliler dışında kimse zaman yolcusu olamazdı. Bilgisayarla belirlenmiş çok sınırlı değişikliklere izin verilirdi. Değişikliklerin tek amacı ise en iyi ihtimali bulmaktı; uzun vadeli, bütün evren için en iyi ihtimali. ATADÜM’ün icadından sonra konulan kanunlarda yer yer Isaac Asimov’un Sonsuzluğun Sonu kitabından ilham alınmıştı.

Bunlar yönetmelikte yazanlardı. Bir de zaman yolcusunun sahip olması gereken ve hiçbir yerde yazmayan bir özellik vardı: Gerekli hallerde kendi varoluşunu yok edebilecek denli bir fedakârlık. Bu özellik yazılı olmasa bile kanun onlardan bunu bekliyordu. Gerekli bir değişikliğin iptali için zaman görevlilerinin zarar görecek olması geçerli bir gerekçe değildi.

ATADÜM merkezinde nişanlısının saçlarını koklayacak, son kez öpecek ve benliğini yok edecek direktiflerle birlikte onu yolculuğa yollayacak bir görevli çalışıyordu.

“Belirlenen yerde dilenciyi ve mavi tişörtlü çocuğu bul.” demişti. “Onları oyala. Büyük dedem ve altsoyları doğmamış olacak. Bu olay zinciri ATADÜM’ün hiç icat edilmemiş olmasına gidecek sonuçları tetikleyecek.”

Derken sistem kendisini ortadan kaldırma kararı aldı. Çünkü yakın gelecekte her olasılık teröristlerin sistemi kötüye kullanacağı yönünde çıkıyordu. Dolayısıyla geçmişteki değişim ATADÜM’ün icadının engellenmesine hizmet etmeliydi. 2000’li yılların AŞTİ’sinden geçen bir dilenci çocuğunun kısa süre oyalanması en hasarsız neden-sonuç ilişkilerini ortaya çıkaracaktı.

Bu eylemin tek büyük yan etkisi geçmişteki bir evliliğin yapılmamasıydı. Böylece o zaman görevlisinin büyük dedesi dünyaya gelmeyecekti. Dolayısıyla görevli ve ailesi var olmayacak fakat olumsuz sonuçlar ortadan kalkacaktı.

Çiğdem ise bunu delilik olarak görüyordu. Nişanlısının ellerinden tutup “Evrenin geleceğini kurtarmak için bizimkini yok edemezsin.” diye yalvarmıştı. “Aptal bilgisayar sistemin gelecekte mutlaka kötüye kullanılacağını gösteriyor diye, sistemi tamamen yok mu edeceğiz?”

Görevli ise durumu metanetle kabullenmişti. Yolculuk gününe kadar kadını sakinleştirmeye çalıştı. Onunla vakit geçirdi, doya doya sarılıp öptü. Hoş, kabullenmese de bir etkisi olmayacaktı ya… Belli etmese de içten içe korkuyordu. Bu, ölüm değildi. Bir zamanlar var olup da geleceğin defterinde hükmünün kaldırılması değildi. Tarih çizgisinden bütünüyle silinmekti. Yokluk, zihnin alamayacağı bir bilinmezlikti.

Kendi kendine “Tanrı unutmaz,” diye fısıldayarak korkuyu aşmaya çalışıyordu. “Tanrı, kulunu unutmaz.”

Büyük gün geldiğinde Çiğdem kamuflaj için götüreceği kağıt paralara gizlice onun adını yazmaktan bahsetti. Böylece onu kaybetmiş olsa bile adı bir yerlerde yazılı kalacaktı.

“Adımı yazma.” dedi nişanlısı. “Nasılsa neden yazdığını bile hatırlayamayacaksın. Sadece, Gazali ve Leibniz’i unutma: Âlem bundan daha iyi olamazdı.”

Kadının duyduğu son sözler bunlardı. Paraya yazdığı sözler… Gazali ve Leibniz’i unutma.

Işıkların hakimiyetinden çıktı. Sepet açıldı. Yolculuk sona erdi. Çiğdem kendi güncel zamanına adım attı.

Donakaldı ve dudaklarını ısırdı.

İçerisi boş ve soğuktu. Aydınlatıcı ve ısıtıcı sistemler sönmüş, güç kesilmişti. Olağan zamanlarda ATADÜM ışıl ışıl ve daima kalabalık olurdu. Bilim insanları ve görevliler merkezi asla tenha bırakmazdı.

Biraz ileride kendisini bir görevlinin beklediğini fark etti. Onu tanıdığını anlayınca nabzı derisini parçalayacak kadar hızla çarpmaya başladı .”Erdem…” dedi koşarak. “Erdem, sen…”

Erdem nişanlısıydı. Yolculuk sonucunda doğumu engellenecek zaman görevlisiydi.

Diğerinin gözlerindeyse derin bir hayal kırıklığı vardı. Ruhsuz, pes bir sesle “Sizin burada ne işiniz var?” diye sordu.

Çiğdem’in zihni durdu. “Ben…” diye kekeledi. “Ben, sen bana ne dediysem yaptım, bilgisayar ne istediyse yaptım. Senin yok olman pahasına yaptım.” Sesi yükselerek bağırma formuna dönüştü. “Mavi tişörtlü çocuğu oyaladım. Ne oluyor? Buranın hali ne?”

“Benim yok olmam pahasına mı?” diye sordu adam. Mimikleri yumuşamıştı ama duruşu hâlâ yabancıydı. “Size bir görev mi verilmişti?”

Çiğdem saçlarını yolma arzusu veren bir ruh haline kapıldı. “Çıldırdın mı sen?” diye bağırdı avaz avaz. “Bana neden ‘siz’ diyorsun?”

“Neden demeyeyim?” dedi diğeri, şaşkınlıkla.

“Ne demek neden be adam! Biz nişanlıyız.” dedi kadın, hecelere bastıra bastıra. “Ben… Ben anlamıyorum. Gerçeklik değiştiği zaman buna ikimizin de uyum sağlaması gerekir. Yeni gerçeklikte sen beni tanımıyorsan, ben de seni tanımamalıydım. Üstelik bugüne dek bilgisayarın planı hiç yanlış çıkmamıştı ve görev sonunda sen yok olmalıydın. Yanlış anlama, burada olmandan, seni tanımaktan memnunum ama… Büyük bir hata var.”

Adam, sözleri giderek büyüyen bir gülümsemeyle dinlemiş ve ardından kahkahayla gülmeye başlamıştı. Asabı bozulmuş kadın ise yutkunmak ve bakınmak dışında bir şey yapamıyordu. Adam gülüşünü zorlukla dindirdi, nefes nefese “Açıklayacağım,” dedi. “Son bir soru sormam gerekiyor. Değişikliğin amacı neydi? Ne oldu da yok olmaya razı oldum?”

Çiğdem teröristleri durdurmakla ilgili görevi açıklarken Erdem’in bakışlarındaki hayal kırıklığı, hayranlık ve mutlulukla yer değiştirmişti. Diz çöktü ve kadının ellerini dudaklarına götürdü, tıpkı eski günlerdeki gibi öptü, öptü…

“N’oluyor?” dedi kadın, elini çekerken. “Beni tanımadığını söylüyorsun, sonra da…”

“Kendi gerçekliğimde sana platoniktim. Hislerimi açıklamaya korkuyordum çünkü çok soğuktun. Ben de sana rol yapmak zorunda kaldım. Beni bu kadar sevdiğini görmek, rüya gibi.”

“Ben de seni kaybedeceğim diye çok korktum.” Bu, kadının gözyaşlarına boğulup nişanlısına sarılmadan önce söylediği son sözdü.

“Buradayım bir tanem.” dedi Erdem. “Birlikteyiz artık…”

Daha sonra Çiğdem geri çekilip gözyaşlarını silerek “Merkezin gücü neden kesildi?” diye sordu.

“Çünkü artık merkez diye bir şey yok. ATADÜM yok.”

“Ne?”

“Kendi gerçekliğimde göreve giden bendim.” dedi Erdem. “Görevimiz de amacımız da aynıydı. Ankara’daki otogarda o mavi tişörtlü çocuğu durdurup büyük dedemin evliliğini engelleyecektim. ATADÜM yok olacaktı ama ben de yok olacaktım.”

Çiğdem ses çıkarmadan dinlemeye devam ediyordu.

“Göreve giderken soğukkanlıydım. Yok olmak korkutuyordu ama umurumda bile değildi. Seni düşündüm, mutlu olmanı diledim. Uykuya dalmak gibi olacağını düşünmüştüm ama işte buradayım.”

“Bana ne oldu?”

“Hiçbir şey. Olanların tek açıklaması şu ki ya sen de bir şekilde yok oldun ya da eski gerçekliklerimizde her şeyden habersiz paralel bir sen yaşamaya devam ediyor.”

“Peki burası…” diyecek oldu kadın.

“Uçan balondayız!” dedi adam neşeyle ve kollarını açarak. “Güç yok, çünkü dışarısı diye bir şey yok. Soyutlanmış bir paralel evrendeyiz.”

Dışarısı diye bir şey yok da ne demek?” dedi diğeri.

“Denemek serbest. Rastgele bir tarafa koş ve gör.”

Çiğdem derin bir nefes aldı, ayağını ileriye attı, Erdem’e son kez baktı ve çıkışa doğru koşmaya başladı. Önünde bir kapı olması gerekiyordu fakat şu an var olan tek şey karanlıktı. Sanki karnında bir ışık kaynağı varmış gibi geçtiği yerler aydınlanıyordu. Derken karanlık tamamen dağıldı ve Çiğdem Erdem’in yanına ters yönden geri döndü.

“Bu ne ya?” dedi nefes nefese.

“Her tarafa koştum. Her yeri denedim.” dedi kollarını kavuşturan Erdem. “Fizik kuralları eskisi gibi işliyor görünüyor. Ne bir insan var ne de çıkış. Sınırlı bir alanın dışına çıkamıyoruz.”

Kadın belirsiz bir noktaya dalmış, düşünüyordu.

“Uçan balondayız. Evrenler arasında serbestçe yüzen ufacık bir balonda.”

“Ne yiyip ne içeceğiz?”

“Ha?”

“Dışarı çıkamayacağız. Birtakım ihtiyaçlarımız olacak. Bakterilerin evrimleşmesini bekleyecek vaktimiz yok.”

“Ben…” dedi midesini tutan Erdem. “Hiç düşünmemiştim.”

Çiğdem suratını ekşitmişti. “Gel bakalım buraya.” dedi Erdem onu yanına çekip göğsüne bastırarak. “Susuzluktan çıldırana kadar üç günümüz var. Üç günde belki bir kaynak ortaya çıkar, belki de fizik kuralları değişkendir ve vücudumuzun suya ihtiyacı kalmaz, bilemiyorum. Umurumda değil çünkü seninleyim, beni seven seninle. Canımı acıtacak tek şey senin acı çekmen olur.”

Kadın, kapattığı gözlerini açtı. “Alt kata inmeye çalıştın mı?” dedi umutla.

“Hayır.”

“Eğer alt kat duruyorsa, orası sığınak biliyorsun, depo vardı. Orada bir şeyler olabilir.”

El ele tutuştular. Çiğdem sahiden de alternatif bir gerçeklikte miydi yoksa çok gerçekçi bir rüya mı görüyordu, emin değildi. Fakat ne olursa olsun, bir balonun içindeydi ve tadını çıkaracaktı. Rüya denen şey, bilinçdışının göklerine bırakılmış bir balon değil miydi?

Gizem Çetin

Adım Gizem Çetin. 1997 yılında Uşak’ta doğdum. 2008 yılında memleketimiz olan Konya’ya taşındık ailecek. 2013 yılında Meram Anadolu Lisesi’nden mezun oldum. Aynı yıl İsyancı adında bir bilim kurgu romanı yazıyordum, bu tamamlanmış ilk çalışmam olacaktı: daha sonra Üç Kentin İsyancısı adıyla internette yayınladım. 2014 yılında Wattpad’de hesap açıp yazdıklarımı okurlara ulaştırmaya başladım. 2015 yılında Papatya Tarlasında Rönesans‘ı yazmaya başladım. Üç yılın ardından Başlangıç Yayınları’ndan çıktı. 2017 yılında yedi kitaplık bir bilim kurgu roman serisi olan Yedi Mum serisini yazmaya başladım. Üç yıl içerisinde, yani 2020 yılında tamamlandı. Aynı yıl TOBB ETÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölümünden mezun oldum. Şu an özel bir firmada çalışıyorum. 2021 yılında Yedi Mum Serisi'nin ilk ve ikinci kitapları olan Yedinci Mum ve Altıncı Mum, Nar Ağacı Yayınları'ndan çıktı. 2023 yılında ise Beşinci Mum çıktı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Gazali ve Leibniz haklı mı? Âlem bundan daha iyi olamaz mı? En İyi İhtimal’i seslendirdim.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for acimatriyarka