Öykü

Günaydın, Canım

“Bir anlığına uykuya dalmış olmam lazımdı.”

Bir an için uykuya dalmış olmam lazımdı böyle düşünebilmem için. Evet evet, kesinlikle bir uykuya dalmış olmam lazımdı. Bunların hepsinin bir rüya, belki bir kâbus olması lazımdı böyle şeyleri düşünebilmem için. Ölecektim yoksa. Değiştirme şansımın olduğu birtakım şeylerin eskide kalmış olduğunu düşünmenin boşluğu içindeyim. Bilmiyorum ki, belki sizinle bir defasında karşılaşmışımdır. Bana unutamayacağım bir masalı anlatmışsınızdır belki. Belki de sizi rüyamda görmüşümdür, kim bilir?

Siz alelâde bir gece yarısı yine alelâde bir kitapçı dükkânında gördüğüm birisiydiniz oysaki. Nasıl bilebilirdim bir yılımın bütünüyle sizinle geçeceğini? Belki benim için alelâde değildir, hep bir anlam aradım burada. Bunca karmaşıklıktan kurtularak size gerçekten içimden gelen birkaç kelime söyleyecek olsaydım, sizinle geçirdiğim o şafak vakti hâlâ aklımdan çıkmıyor.

Hayır, isminizi bilmiyorum. Kim olduğunuzu da. Yalnızca aklımda kalan bir hatıranın hayali betimlemesi bu söylediklerim. Yüzünüz neye benziyor acaba, kumsaldayken yıldızlara baktığınızda? Bana gülüşünüz yine diğerlerininki gibi umursamaz ve baştan savmak için miydi, yoksa ruhunuzun inceliğinin bir gözyaşı üzüntüsüyle yıkanmış görünümünü gizlemesi mi? Bu üzüntünün sebebi ben miydim? Ben mi üzmüştüm sizi akşamüstü karanlığında da, o yüzden mi benimle hiç konuşmamıştınız sabaha kadar? Sabah olunca hayatımda duyacağım en güzel sesten, “Günaydın, canım.” Cümlesini işitmek istemenin nesi yanlıştır? Benim tek istediğim biraz şefkat, biraz huzurdu. Bunu sizde aramam belki sizde bana karşı bir düşmanlık oluşturdu, ama siz ne kadar beni sevmeseniz, beni üzseniz, benimle dalga geçseniz de – bunu iyi gizlerdiniz ama ben fark ederdim – benim sizi hâlâ çok sevmemin bir seslenişi yatıyordu derinlerde.. Kendime söz geçiremiyordum, kalbime söz geçiremiyordum. Siz bilmiyordunuz.

Siz şimdi burada yoksunuz. Ben bir hayalin gölgesinde kalmış, unutulmuş bir sayfadaki kelimeyim. Belki de sizin için hiçbir şeyim ya, en kötüsü de bu işte. Siz hiç değersizleştiniz mi, hiç değersiz…

“Günaydın, canım.”

“Günaydın, canım.”

Bir uykuya dalmış olmalıyım. Bu duyduğum onun sesi miydi? Rüyama geri dönebilsem onunla biraz daha dürüst, belki hiçbir düşüncenin gölgesinde kalmadan içimden geldiği gibi konuşmayı çok isterdim.

Bu onun sesi miydi? Ne kadar da ince ruhlu, ne kadar da tatlı bir ses. Bana çocukluğumu hatırlatıyor, gülümsüyorum. Bazı şeylerin o zamanlar farkına varmadığımı düşünüp kendimi avutuyorum, ne kadar da güzel olabilirdi çocukluğum oysaki.

Sesi bana neden eski ve hüzünlü bir hatıramı hatırlatıyor? Onu düşünürken neden birdenbire beynimde şimşekler çakıyor da, kendisi bana vicdanen unutmayı beklediğim bir şeymiş gibi geliyor? Bu beni üzüyor. Beni, bir çölün ortasında kimsesiz kalakalmış gibi bir durum içerisine sokuyor. Şimdi çöldeyim. Burada gece yarıları ne kadar da soğuk. Kendinle baş başa kalmanın ne demek olduğunu daha iyi kavrıyorum. İnsan yalnız kalırsa mahvolurmuş, bunu fark ediyorum. Şimdi biraz uykuya dalsam, soğuğu hissetmesem burada keşke. Tir tir titriyorum. Rüzgâr beni yavaşça ve bir çarpıntıyı andırır şekilde aniden oradan oraya iterken, ben yine onu düşünüyorum. Burada ben, kum, gökyüzü, şuradaki kaktüs ve yıldızlar birlikte yalnızız. Bizi buraya düşüren neydi, neydi o bilinmez şey? Düşüncelerim yine beni kasıp kavuruyor. Ben yine ona söyleyemediğim şeyleri düşünüyorum. Ağlıyorum.

“Siz olmayınca hislerimi cümlelerime böylesine sığdırmak…”

“Aşkım, birtanem, sevdiğim, sevgilim, cancağızım benim, hayatım, bütünüm, her şeyim. Şimdi sen benden ayrılıyorsun. Ben hep bir hatırada seni yaşayacağım, hep seni düşüneceğim rüyalarımda. Sabahları uyanmakta zorlandığımda senin sesinin hayali bana ümit verecek, yaşamaya değer kılacaksın sen bana hayatı. Senin sevgin bedenimi, varlığımı ve her şeyimi her zaman kucaklayacak. Ama şimdi sen beni bırakmazsan, şimdi bana sarıldığın kollarını benden çekmezsen bir ömür boyu böyle kalırsak seninle ve beni bırakmazsan belki de böyle bir şeyi hiç yaşamayacağız. Biz birbirimizi hâlâ seviyoruz, değil mi hayatım?”

Şafak vakti vedaları, loş sarı abajur ve şu bembeyaz perdeler. Etrafıma bakındığımda bunlar ona ilk açıldığım zamanı, ona onu sevdiğimi söylediğim ilk zamanı hatırlatıyor. Ne kadar da temizdik, ne kadar da ince ruhluyduk da, ne kadar da kirlenmemiştik yalanlarımızla öyle. Ben şimdi bir çocukluğun hatırasında yaşıyorum. Evet ya, ben bir çocuğum hâlâ. Sen adam olamazsın, derlerdi bana, haklıymışlar. Alınır, ağlar, odama çekilirdim, size öpücükler gönderirdim penceremden, hemen yakınımdaydınız. Beni teselli etmiştiniz, beni mutlu etmiş, ve belki… belki… belki…

Gözyaşlarımı tutamıyorum şimdi. Onu bana hatırlatan bir yazıya, bir şekle, bir renge, bir rüyaya bile gözyaşlarımla bakıyorum. Etraf bulanıklaşıyor. Az önceki şeklin ve benim az önceki şeklim yavaş yavaş değişiyor. Bu beni şaşırtıyor. Hep bir ağacın gölgesi altında oturmaktan başına güneş geçmemiş, ilk defa da başını gölgeden dışarıya uzatmış bir şeyim ben şimdi. Siz olmayınca hep bir eksiklik hissettiğimi cümlelerime de böylesine sığdırmak, bana neden utanç kaynağıymışçasına bir tedirginlik, bir utangaçlık, bir anlatamamak, belki anlaşılmak istememenin istencini verir? Ben uyumalıyım, aklım çok dağınık benim. Ben karmakarışığım.

“İnsan kendini bilmeli, öğrenmelidir.”

Bugün sizsiz geçen ilk günümdü. Evimin koridorlarında bir senedir ilk defa bir hafta sonu, sizin sesinizi duymadan uyandım. İçimde bir bekleyiş, gerçekliğin korkutucu hissinin sebebiyet olduğu ânı yaşayamamak korkusu var. Benim damarlarımda, beynimde, kalbimde ve ruhumda şimdiye dek pasaportsuz gezinmiş bir duygu bu. Ona bir defasında izin vermediğimde korkmuştu. Sonra beni rahatsız ettiği için ona bağırmıştım ancak kalbi kırılmış mıdır acaba, diye üzülmüştüm. Bir gece yarısı onunla konuştum, özür diledim. Her uykusu gelen varlık gibi o da bu söylediğime karşı bir üstünlük duydu bana karşı.

— Beni affediniz majesteleri, bir hata ettim!

Gölgem beni korkutan bir kahkaha attı ve konuşmaya başladı.

— Neden affedecek mişim?

— Size kötü davrandım. Birilerine kötü davranmayı hiç sevmem, kendimi kötü hissederim. Kendimi… Kendimi hep başkalarına iyi davranmaya alıştırdım, kötülüklere iyilikle karşılık verdim ama ben bir insanım, majesteleri. Benim de duygularım var. İçimde bir vicdan duygusu var herkeste aynı fazlalıkta olmayan. Ben biliyorum majesteleri, ukalaca ve narsist bir şekilde konuştuğum da yok, yalnızca kendimi tanıyorum. İnsan kendini bilmeli, öğrenmelidir, değil mi? Yoksa nasıl… Yoksa… Yoksa nasıl… Bir şeyler işte! Yoksa nasıl bir şeyler yapar, değil mi? Ben üzülüyorum başkalarına kötü davranınca. Onları üzünce, onları ağlatınca belki. Ama ben üzüldüğümde hep bir alçakgönüllülükle karşılarım bunu. Bilmem neden, ama bu beni rahatlatıyor majesteleri. Bu beni mutlu ediyor. Ne olursunuz her varlıkta bulunan vicdanınızın fazlalığını ya da azlığını umursamadan, bütün benliğinizi ve egonuzu bir kenara bırakarak bana merhamet edin, beni bağışlayın çünkü ben mutlu olmak istiyorum. Her canlı gibi, her varlık gibi… Ben mutlu olmak istiyorum. Ben, mutlu olmak, ben… ben… bayılmak üzereyim.

— Aman ne abarttın sen de, çok takma böyle şeyleri. Affettim hemen. Hadi git işine!

— Çok sağ olun majesteleri, var olun!..

“Kim bu resimdeki yabancı?”

— Kim bu?

— Ona dokunma.

Biraz tedirginlikle bekledi.

— Özür dilerim.

Bir sessizlik oluştu ikimizin arasında.

— Özel birisi sanırım.

— Bilmiyorum.

Aynanın önündeki resme dokunuyor. Dokunmasını istemiyorum. Bilmemenin ve insanlara hesap vermenin sebebini bilmediğim utancı içerisinde, parmaklarımı şakaklarıma dayamış bir şekilde yere bakar vaziyette yatakta oturuyorum. Bana baktı. Bir şeyleri anlamış görünüyordu.

— Neyin var?

— Boş ver.

— Hadi söyle bana. Neyin var kuzum?

Boğazımdaki düğümle konuşmaya çalışıyorum.

— Git başımdan.

— Hadi kuzum, söyle neyin var?

Şimdi ilk gözyaşım akıyor. Sırtımı sıvazlıyor, başımı göğüslerinin arasına alıyor ve beni avutmaya çalışıyor.

— Şşşşt. Sakin ol. Sakin ol. Her şey geçecek.

— Hayır geçmeyecek.

Şimdi ağlıyorum.

Eliyle ağzımı hızlıca ve sıkıca kapatıyor.

— Şşşşt. Her şey geçecek.

Başımı okşuyor. Beni sıkıca tutuyor, hiçbir yere kaçamıyorum. Ben konuşmaya çalışırken seslerim elinde yankılanıyor. Kendimi anlatamıyorum. Dinlemek istemiyor. Ben kollarının arasında ağlamaya devam ediyorum.

Kimdi bu beni ağlatan, ağlatmasına rağmen özleten, sevdiren, belki cümlelerimi yarım bıraktıran, konuşmama izin vermeyen, beni dinlemek istemeyen? Ona şimdi muhtacım ben. Her tek başına yaşayamayan varlık gibi, her tek başına yaşayamayan canlı gibi tek başıma yaşayamam ben. Peki ya kimdi bu resimdeki yabancı?

“Bunu yalnızca sen benden uzaktayken sana söyleyebilirim.”

İçten bir kahkaha attıktan sonra bana gülümseyerek bakmıştın. Uzun süre sonra ilk defa mutluydum. Seninle beraber mutlu olduğum için mutluydum. Gözlerimiz birbirine değmişti. Su, vücudunda bir an için öylesine dalgalandı ki, seni alıp götüreceğini, benden uzağa götüreceğini sandım – belki de anlamıştım. Sen bunu fark etmiştin. Benim korkmamdan korkmuştun her vicdan sahibi varlık gibi. Beni kırmak istemedin. Kalbimi kırmak istemedin. Söylemek istediğin şeyler olduğunu o bakışından anlamıştım. Kahkahandan sonra gelen dalga, bana o tatlı bakışını alıp götürmüştü. Bana sevgiyle, şefkatle bakan son gülüşün, bütün bir yaz mevsiminin daha başındayken “Elveda.” demişti bana.

Denizden çıktığımızda gözlerimi kapatmış dinlenirken bana söylediğin o söz hâlâ aklımdan çıkmıyor, ürkütüyor beni.

— Tatlı bir şeyler yiyelim mi?

Şaşırmıştım. Normalde ben sorardım. Afallayarak, “Olur.” dedim kafamı sallayarak.

Plajdan çıktığımızda sahili, gün batımını gören bir kafeye oturmuştuk. Hangi tatlıyı istediğimi sordun. Sipariş etmek istedim. Sen hesabı ödemek istedin. Böyle zamanlarda, yani kısa ve öz, kesin ve net konuşmalar yaptığın zamanlarda tedirginlikle beklerdim ne diyeceğini. Korkardım çünkü. Çünkü seni kaybetmekten korkardım. En büyük korkumdu bu. İnsanların bana söyleyecek ciddi ve anlamlı sözleri olmasından her zaman bir tedirginlik hissederdim çünkü. Belki suçluydum. Belki de sen bana iftira attın suçlu olduğuma dair. Beni kendimle, bir diğer tanımadığım kendimle sen belki de karşı karşıya getirdin. Belki de ben kafamda kuruyorumdur her şeyi.

Ayrılmak istediğini söyledin. Ayrıldık. Güneş turuncu ve mavi battı.

* * *

İnsan, azizim, insan… Ne de çok sever hayatı kahkahaya almayı, gülmeyi ve eğlenmeyi. Bir bebek ne kadar mutludur yeni doğmuş, ya da bir tırtıl ne kadar masumdur sonsuza dek yaşayabileceğini zanneden. O son tebessümünde yaşayabileceğim bütün masumiyeti, bütün mutluluğu bir bebek kadar mutlu ve bir tırtıl kadar masum yaşamıştım. Zamanda ilerledin, değiştin ve büyük bir asillikle gözlerime baktın. Ben seninkilere hüzünle ve kendim olmadan cesur olmaya çalışan yapmacık bir asillikle bakmıştım.

Ben hep bir hayal dünyasında yaşadım sevdiğim. Belki bazı kelimelerim, bazı cümlelerimi sana tam söyleyemedim, belki ne demek istediğimi sana tam anlatamadım. Ancak şimdi sevdiğim, yalnızca sen gidince bütün söylemek istediklerimi bir tane cümleye sığdırabilirim. Bunu sana, belki de hayalimde kurduğum ve beni gerçekte hiç anlamayacak olana, yalnızca şimdi sen benden uzaktayken, belki sen beni umursamazken sana söyleyebilirim. Ben hayallerimde yaşıyorum.

BİRİNCİ PERDE

(UZAKTAKİ SEVGİLİ ANLATIYOR)

“Şimdi ben var olmak için bir mekâna muhtacım.”

Saat gece yarısından sonra 02:18’i gösterirken uyanmıştım. Üzerimde bir sessizlik mevcuttu. Etrafıma bakındım, karanlıktı. Yatağımda biraz bekledikten, belki de hiçbir şey beklemeden öylesine yerimde durduğum, belki de şimdi unuttuğum rüyamı o an hatırlamak istercesine düşündüğüm o an içinde karanlıklar birer birer ışıldamaya başlıyordu. Ve en sonunda gözlerim bütün odayı görüyordu. Artık özgür değildim, düşüncelerim ve ben şimdi varlığımızın bir mekânı kapladığından dolayı, tek başımıza kalamayacaktık ve var olmaya, var olmak için bir mekâna muhtaç olmuştuk. Belki de düşüncelerime bile ihtiyacım yoktu gerçekten özgür olabilmek için. Ben kendi kendime yetmeliydim. Hiçbir dış etkiye bağlı kalmadan, kafana estiği gibi yaşamaktır özgürlük. Aklına, bedenine, hatta ruhuna bile ihtiyacı olmamalı insanın özgür olması için. İnsanın gerçekten böyle bir özgürlük düşünebilmesi için hiç var olmaması gerekirdi. Ancak o zaman kendisini bütün dış etkilerden soyutlayabilirdi. Ancak o zaman bir “insan” kalıbına ihtiyacı olmayabilirdi yaşamak için. Özgürlük de bir muhtaçlıktı, özgür olmak istemenin muhtaçlığıydı. Gerçekte, yaşamak da bir muhtaçlıktı. Ölmeliydi insan, eğer gerçekten özgür olmak istiyorsa. Ölseydi de bu sefer ölümle iç içe olacak, bedenini kullanamayacaktı. Gerçeklik de bir muhtaçlıktı. Hep bir bağlılık, hep bir değerli hissetmeyi istemek dürtüsü yaradılıştan gelir bize. Öyle midir? Peki ya ölüler bir konuşabilseydi, söyleyecek birkaç sözleri olabilseydi… Ne derlerdi acaba, çok merak ediyorum şimdi.

Özgürlük kelimesini kim buldu acaba, neden başka bir kelime düşünmedi, başka harflerle yazılan da, neden böyle ö z g ü r l ü k harfleriyle yazılan bir kelime düşündü? Başka bir şey düşünemez miydi mesela? İnsanları yargılamak pek hoş bir şey değildir, bunu geçelim. Ama şu an kullandığımız her şey bir tartışma sonucu oluşmuş değil midir? Bir ihtiyaç olmasa birisi neden bir şeyler yapmak istesin? Canı istediği için yapmıştır. İşte, belki de mesele budur. Belki de içinden gelmiştir hiçbir şeye bağlı kalmadan, hiçbir kimseye hizmet etmek istemeden yalnızca içinden gelmiştir belki. Kendisine muhtaç olur böylece. Acaba ben gerçek miydim? Gerçek diye bir şey var mıydı? Bu ben, ben miydim? Başka bir ben de olamazdı ki. Çoğu zaman kendimi bu bedene ait hissetmiyormuş gibi oluyorum, ruhum sanki bir bedene muhtaç değil. Ben belki ruhuma da muhtaç değilim. Ben kimim? Ben birisinin rüyasıyım belki. Belki yalnızca varım. Belki de yokum, bilmiyorum. Bunların hepsi, hepsi bir kandırmaca mıydı? Ben belki de hiç var olmadım. Bunu kim söylüyordu? Neden, neden, neden Yarabbi, neden… Ben her şeyi öğrenmek istiyorum. Her şeyi bilmek istiyorum. Bilmediğim bir şey bile olmasın istiyorum. Gerçekleri istiyorum. O gerçekler doğru mu yoksa gerçek mi, bunu bilmek istiyorum. Ben yokum. Ben varım. Ben kimim? Ben var mıyım? Her şey saçma. Her şey anlamlı. Hiçbir şey yok. Her şey var. Sevinçler, aşklar, seksler, savaşlar, uykular, yemek yemek, tuvalete çıkmak, ahlak, ahlaksızlık, küfürler, kibar sözler, dinler, inanmayanlar, sorgulayanlar, sorgulamayı sorgulayanlar, varlık, filozoflar, düşünceler, tartışmalar, onca alet, onca eşya, onca kelime, onca cümle, özgürlük, düşünceler… Neler oluyor? Neden oluyor? Ne zaman bitecek? Bitecek mi?

Aklımda bazen bazı mekânlar canlanıyor. Bir eşya gördüğümde aklıma bir hatıram geliyor, bana alakasızmış gibi geliyor. Bir bağlantısı olmalıydı. Olmalı mıydı? Bu benim aklımsa, kesinlikle olmalıydı. Peki ya öylesine gelmiş bir düşünceyse, böyle bir şey olabilir miydi? Benim aklım özgür müydü? Özgürlük nedir?

Bilime artık inanmıyorum, bugüne kadar öldükten sonra dirilen birisini görmedikleri, bilmedikleri için ölülerin tekrar canlanamayacaklarını zannediyorlar. Ey ölüler, biriniz ayağa kalkın lütfen de şu fikir aşılamaya çalışanlara bir cevap verin – ben de bir fikir aşılayıcısıydım aynı zamanda, ölülere.

Elimi yüzümü yıkarken bu gecenin de uzun süreceğini uykumu aldığımı anladığımda fark etmiştim. Yataktan kalkarken bir daha hiç uyumak istemiyor gibiydim. Aklımın bir yerlerinde uykunun bir kaçış olduğuna, gerçeklerle yüzleşmenin ise ancak acıyı azaltabileceğine, belki artırıp da yaşamaya dair bir inancın kalmamasına muhtaçlık duyacağıma dair bir bilinç akışı oluşmaya çoktan başlamıştım. Belki de uyku gerçeklikti, gerçeklik sanmadığımız şeyler bizim gerçeğimizdi. Ama kim bilebilirdi? Belki de bu da gereksiz, saçma bir şey. Belki anlamlı. Ben gerçeği istiyorum, doğruyu değil. Belki de doğru, gerçekliktir… Kafam karmakarışık.

Ve lavabodan çıktığımda koridordaki portmantonun rafındaki zarfı gördüm. Bir an için bir bariyer çarpmışa döndüğümde, küçüklüğümden beri yapmaya devam ettiğim bir alışkanlık olan iyi kötü her şeyi öğrenme arzusunu dindirmek için çok geçti. İçimde bazı şeyleri istememenin, çünkü kendimi gerçeklikten üstün hissetmenin vermiş olduğu kibir, aynı zamanda dünyadaki her şeyi öğrenmek istemenin, çünkü hiçbir şey bilmediğini düşünmenin vermiş olduğu aşağılık hissetme düşüncesi beni rahatsız mı ediyordu, bilmiyordum. Böyle zamanlarda ne yapacağımı hiç bilmem ve ya yatağıma gider tekrar uyurum, ya da kafamdaki düşüncelerin en ufak detayına inene kadar derinlemesine bir araştırma yaparım. Ama bu, “böyle zamanlar” denebilecek sıradan zamanlardan değildi. Bu bir mektuptu, uzaktaki. Bana uzak, ancak yakınlaşmak isteyen ve benim uzak olduğum bir mektup. Bu mektup, iki gece önce, sekiz sene evvel felçten vefat eden eski sevgilimin terk edilmiş evine gidip öldüğü yatağın hemen yanındaki çekmecesinden çaldığım bir mektuptu. Bu, bana yazılmış bir mektuptu. Böyle düşünmüştüm o an için.

İKİNCİ PERDE

(ÖLEN SEVGİLİNİN MEKTUBUNU, AYRILMAK İSTEYEN OKUYOR)

“Şimdi yalnızca ebediyen sürmesini istediğim bir mutluluk hayali var kalbimde.”

“Bir bahçede olmalıydım ben, huzur dolu bir bahçede.” Bana da hep bir huzur aradığını söylemişti. Bu mektubu okumasam mı, bilmiyorum ki. Aklımda hep bir yerlerde, okumamı isteyen bir tarafım da var. Bu tarafım beni geceleri uyutmaz, işimi yaptırmaz, bir şeye odaklandırmaz. Sonra uzun uzun düşündürür, doğru bir şey mi yaptım, diye. Sonra belli başlı felsefi düşüncelere dalarım – hiçbir yere de varamam, olduğum yerde bocalarım – , doğru var mıdır, varlık var mıdır, gerçek miyim diye düşünmeye kadar gider bu. Sonra derim ki, bunları bilmek hiçbir işime yaramayacak, yine öleceğim. Ama derim, öleceğim diye hayatımı hep böyle kapalı bir kutu içerisinde mi geçireceğim? Evet, kesinlikle hayatımı böyle bir kapalı kutu içerisinde geçirmeye memnunum ben, eğer ki aklımı kullanamasaydım, bir yargı mekanizmam olmasaydı kesinlikle böyle yapardım. Bendeki akıl ya, her şeyi en ince detayına kadar araştırmak isterim böyle zamanlarda. Böyle zamanlarda aklım bir şeye takılı kalır, cümlelerimi kendime inandırmak ya da daha sonrasından düşünmek için arka arkaya tekrar ederim. Düşünebiliyorsam derim, en iyi şekilde düşüneceğim! Bu beni öldürüyor, bu beni mahvediyor ve ben yine ilerliyorum düşünmekten – hiçbir yere hiçbir zaman varamıyorum.

“Şimdi bir bahçe hayal ediyorum. Bütün sevdiklerim orada. Bütün küstüklerim de orada. Bütün nefret ettiklerim, bana yalan söyleyen herkes, en sevdiklerim, en mutlu anlarımı beraber geçirdiğim, hiç sevmediklerim, kahramanlarım… Herkes orada. Tanıdığım, bildiğim herkes orada. Ve mutluyuz, biliyor musun? Çok mutluyuz. Hiçbir zaman olamayacak kadar mutluyuz. Kendimizi ânı yaşamaya adamamışız çünkü kendimizi bir şeye adamak için bile tartışmaya girmiyoruz. Yalnızca yaşıyoruz. Ölmüyoruz, ölümü de beklemiyoruz. İşte benim mutluluğum budur arkadaşım.

Sen arkadaşım, beni bıraktığından beri böyle hayallere dalıyorum. Mutluluk arıyorum. Seninle geçirdiğimiz o muhteşem şafak vaktini hatırlıyorum, gülümsüyorum. Gerçek hayatta mutluluğu tam anlamıyla hissedemediğimden böyle yazılar yazıyorum, sen şu an yanımdaymışçasına…

Sen gittiğinden beri beni hiç arayıp sormadın. Benim hiçbir günüm ve gecem, hiçbir rüyam sensiz geçmedi. Seni bekledim, beni sormadın. Belki de sordun, bilmiyorum ki, hiç sen olmadım. İşte, benim sorunum da buydu sana göre. Ben yalnızca kendimi düşündüm, hiç empati kurmadım – belki de kuramadım – çünkü ben hayalperestim. Belki sana göre, senin istediğin gibi yaşadım belki beni görürsün diye. Cümlelerimi kurarken, kelimelerimi seçerken seni incitecek bir şey söylemek istemedim hiç. Çünkü seni de kendim gibi, kırılgan zannettim. Oysa sen beni kırdın, arkadaşım, sen beni bıraktın, terk ettin.

Neden terk ederiz, arkadaşım? Bence sevmediğimizden. Hayır hayır, lütfen bana beni sevdiğine dair bir şey söyleme. İnsan sevmediği için vazgeçer. Çocuksun diyelim, çok sevdiğin bir arkadaşın var. Bir gün sana yalan söyledi ve sen de bunu öğrendin. Sonra ona karşı bir terk etme duygusu oluşur sende. Hadi diyelim, oluşmadı. O zaman için acır, bana bunu neden yaptılar diye düşünür, ağlarsın. Ağlamazsan içine atarsın. O zaman daha kötü… Ama en nihayetinde ona karşı rahat hissedemezsin. Çünkü biz insanız arkadaşım. Bizim en temel içgüdümüzdür yaşamak isteği. Bir fıçıda bile yaşasak o yaşamak bize yeteceği için çok da umursamayız hayatı, yeter ki ölmeyelim, deriz. Bu şuna da benziyor mesela: Hepimiz bir “birey” olarak mutlu olmayı isteriz ilk önce. Kendimize zarar verecek bir şeyden hep kaçınırız, ancak ya bize zarar veren şey bir diğerimizi güçlendiriyorsa, belki onu mutlu ediyorsa? Şimdi aç insanlar var ama ben, ilk başta böyle bir yazıyı yazarak kendimi düşünüyorum ve ilk başta kendi karnımı kendim doyurmam lazım. Doğada da böyledir, ya… Ama ben tokken başka birisi aç olunca, ben mutluyken başka birisi mutsuz olunca ben sanki onların hakkına giriyormuş gibi hissediyorum arkadaşım. Bunda kesinlikle seni suçlamıyorum arkadaşım. Biz insanız, biz ilk önce kendimizi düşünürüz, bunda hemfikir olalım. Ancak şöyle de bir durum söz konusu ki, bazılarımızın bazı duyguları bir diğerimizden daha şiddetli yaşadığı inkâr edilmez bir gerçek. İşte arkadaşım, bu okuduğun mektubu, duygularını çok şiddetli yaşayan birisi yazmıştır, bunu bilmeni isterim.”

Ne yapayım ben şimdi?

* * *

“Şimdi yalnızca birer hayalperestiz biz – ve uykumuz var.”

Gece yarısında iki insan pencerenin yanına oturmuş, konuşuyorlardı. Karşılarında iple bir yere bağlı balonlar vardı.

— Balonlar ne kadar da sevimliler, bana hep çocukluğumun yaşayamadığım masumiyetini hatırlatırlar.

— Belki hâlâ yaşayabilirsin, neden olmasın?

— Hiç sanmıyorum, ya. Bende bu akıl varken, bu her şeyi bilmenin, hissetmenin verdiği üzüntü varken… Sanmıyorum.

— Bu kadar karamsar olma. Hayat güzel.

— Bunu lütfen hayata karşı bir ümidi olan birine söyle, benim bütün ümidim bitti.

— Ama yaşıyorsun ya, ne güzel işte sağlığın da yerinde. Hem sağlığı yerinde olmayan insanlar var bak bu konuda şanslısın.

— Onları aşağılık görmeye ne hakkın var?

Sustu. Masumiyet arayıcısı konuşmaya devam etti.

— Küçükken çok utangaçtım. Bir defasında balon almak istediğim için baloncuya konuşmak yerine balonlarından birisini çekmiştim. Tek isteğim bir balon istemekti, çalmak değil. O da o anki şaşkınlıkla balonları tutmayı bırakınca bütün balonları havaya uçmuştu. Balonlarını çalmaya çalıştığımı zannetmişti. Bana bağırmış, birkaç tane tokat vurmuştu. Ne diyeceğimi bilemedim. Sonra hep onun bakış açısından düşündüm olayı. Sekiz yaşında bir çocuk yanıma gelse ve sattığım balonlarıma yaklaşsa ve böyle bir şey yapsa – yaptığım şeyden hâlâ utanıyorum – ne hissederim, diye düşündüm. Ben olsam belki ben de aynısını yapardım. İçimde karanlık bir taraf var benim. Hepimizin var. Bunun suçunu hiçbir şeye yüklemiyorum, ben kötü birisiyim. Kötülüğün olduğu yerde iyilikten söz edilemez. Yalnızca bütün kötüler yok olduğunda gerçek bir iyilik olabilir. Ama ben şimdi üzgünüm bunun için. Ama içten içe hep o baloncuya beni yanlış anladığı için kızıyorum. Ama şefkatliyim de bence. Bana hep küçükken empati kurmanın öneminden bahsetmişlerdi ama ben bunu aşırıya kullandım. Kendimi başka birisi gibi gördüm, kendim olamadım ve bu yüzden bütün varlığın yükünü kendime aldım. Bunu övünmek için söylemiyorum, aksine bu huyumu hiç sevmiyorum. Ama şu anda sana bunları anlatıyorum çünkü bana kendimi iyi hissettirmeni istiyorum. Bu bir çıkar ilişkisi olmalı. İnsan hep ilk önce kendisini, kendi iyiliğini düşünür. İnsanlar olarak bu huyumuzu hiç sevmiyorum. Ama böyle olmasa kendimiz olamayız, kendimizi yaşamayız da… Varsın yaşamayalım, başkaları için yaşayalım, başka insanların mutluluklarını isteyelim, biz bir kenarda duralım. Bu sağlıksız bir düşünce mi? Kendimi övmem kendimi üstün gördüğüm anlamına gelir. İnsan zaten ilk önce kendini düşünmelidir. Ama ben hep başkalarını düşünüyorum gibi hissediyorum, hep onlar için yaşıyorum sanki. Ben yaşayamıyorum. Hep aklımda türlü türlü düşünceler… Bilmiyorum ne yapacağım!

— Kalbin atıyorsa yaşıyorsundur. Çok da abartmaya gerek yok bence.

— Haklısın, ya. Ama bak sen şimdi beni manipüle etmeye, kendi duygunu bana empoze etmeye çalışıyormuşsun, beni bir birey olarak kabul etmiyormuşsun gibi bir izlenim uyandırdın bende. Öyle misin? Bunu özellikle, yalan söyleme ihtimalini göz önünde bulundurarak soruyorum. Öyle misin?

— Hayır, değilim. Söylediklerin de çok saçma. Böyle şeyleri kafaya takma, hayat böyle geçmez.

— İyi, ne yapalım. Hayat devam ediyor. Balonlar uçuyor ve ben yine hayallere dalıyorum. Şimdi uyumak istiyorum arkadaşım, uzun uzun uyumak, hiç uyanmayacakmışçasına çok güzel bir rüyaya dalmak. Orada bütün herkes var, orada bütün her şey var ve birbirimizi seviyoruz. Biz… Biz orada mutluyuz.

— Sevmek aynı zamanda bir şeylere “Hayır.” diyebilmektir.

— Ama ben herkesin her istediği olsun istiyorum, olmaz mı?

— Olmaz.

— İyi ne yapalım, balonlara bakıp hayallere dalmaya devam edeyim ben de.

Balonların ipi yırtıldı ve uçmaya, kaybolmaya başladılar. En sonunda bütün balonlar patladı.