Öykü

Ninni

“Kimse geçmedi. Çünkü hızlıydın, kuruttun.”

Beni unutamayacağını biliyordum. Hanın böceği tahtaları ağır ağır çıkıyor. Birazdan kapıma vuracak, rahatımı umursuyormuş gibi. Kilidin iki yankısını duyacağım. Odaya girer girmez alacağın ilk şey kokum olacak, sana armağanım. Hızlanan sinirli adımlarına gülümsemiyorum, bugün mutlu değilim. Ağır böcek perdeleri çekecek, pencereyi – ecek. Yanıma gelip nabzımı sayacaksın. Rakamları tekrarlayarak, sesli, beni de sıkarak. Duvarı izliyorum. Bileğimi bırakıp gidiyorsun, ölmemişim.

Odanın tavanı alçak banyosuna soktu, peşine düşen hamam böceği. Onu sadece ben çıplaksam getirdin. Bu ilk, o soyuyor. Benden iğrendiğini biliyordum. Kopya böceğin sararmış, sarımsak nefesimi fırçalıyor. Kopya böcek saçlarımı yıkıyor, kopya böcekle kakamın gelmesini bekliyoruz, kopya böcek dudaklarıma kırmızı ruj çalıyor, kopya böcek saçlarımı taramıyor. Hamam bitmişse, ikna olmuşsa hamam, karşına gelebilirim. Kırmızı elbisemi üstünden çıkarmamışsın, bana hâlâ katlanıyorsun.

İzbe hanınıza denk gelene dek ümitsizdim. Canlı yapılardan da, soytarı çalışanlarından da bıkmıştım. Abartıyla karşılandığım yerler çürütmüştü bacaklarımı. “Küçülerek gitmek istiyorum.” dedim.

– Bana yatak verin.

Beni arabadan sen sırtlandın, merdivenleri tek kelime etmeden çıktın. Odama getirdin, eski yolcu çok poşetli ve çok kitaplı biriymiş, ondan bahsederken dişlerini sıktın. Dağınık odayla ilgilenemezdim, küçülüp gidecektim bu odadan. Yerleşmeye gelmediğimi söyledim. Müşteriden daha fazlasıydım ve benden rahatsız oldun. Çıkarken kapıyı aralık bıraktın, iki gün gelmedin odama.

Döndüğünde hâlâ çok fazlaydım. Belki geldiğimden fazla. Bu seni öfkelendirdi. Banyoya kilitledin kendini. Sanırım ağladın. Ağlıyor musun diye seslendim sana, duymadın. Gülüyor musun diye yineledim.

– Komik değil!

Komik değilmiş. Benim hâlâ kocaman olmam gibi, siktiğimin izbe yerinde hiçbir işe yaramadan, hizmetli soytarısızlığıyla şimdi banyoda ve komik değilmiş! Komik, ne komik acaba? Ne komik!

– Çık oradan. Bana komik olanı söyle.

Dolaptan çıkardın poşetleri hışımla, altı saniye kendine ve kendine. Saçlarını toplamışsın, sinirin geçmiş, seninle ilgilenmiyorum. Ağırlığımı kabul edeceğini biliyordum. Hanın böceğini çıkarıp, odaya kilitledin bizi. Senin işin yok, dedim. Artık seninle işim kalmadı, kapıyı aç ve git. Hesabı çoktan kestiğini anladım, tepkisizliğini korudun, yanıma uzandın. Bir anlaşma yaptık seninle, konuşmamaya yemin ettik. Sesi duyulan sesini poşete tıkacak.

Benden sonra haberini aldım. Dürüst olmalıyım, seni çok kıskandım. Kopya böceğin arsama girdi, çalıntı kitap ve poşetlerini “Lüzumu kalmadı.” diyerek bana verdi. Belinden çıkardığı bıçakla kırmızı elbiseni kesti. Artık yeterince temiz olamayacağımı söylesem de dinlemedi. Arsadaki tek ve kocaman ağacın gölgesinin yanındaydık. Güneş tepemizdeydi, çok kuruydu hava, nefes alamıyordun, ikimiz de sakindik. Kopya böceğin, hamam böceğin, saatlerce çitilese de temizlendiğimden emin olamadı. Lüzumu yok diyebilirdin, ilk defa katlanamadım.

“Sağanak günü ve kalanı, öteki pençeleri sonra doyumsuz bir aç olmakla ilgili bildiğin ne varsa.

Bankına uzanmış çaresiz, sıçrayan köpek rüyasında, bacaklarında ne işi var bacaklarının?

Sana anlatmıştım, soğuğun dilini. Görmediğin. Gündüzleri geceye kesilen, taştan bir parmak ve onun hünerleri. Hep bir adım sonrası, hep. Deyyus, hiçbir şey istemezmiş. Yanıyor, damlayı bırak serçe. Göl palavra, palavra. Ve palavra kalan, damla kalmayan.”

Destan.

Üçüncü Gizem