Öleli sadece bir sene olmuştu. Cennet şehirlerine hâlâ tam olarak alışamamıştım. Evimi ya da buluşacağım insanlarla yalnız kalabileceğim mekânları tercih ediyordum. Ancak Francis gürültü ve karmaşanın içerisinde olmayı seviyordu. Her zaman böyleydi. En eski arkadaşımdı. Bana, kocamdan hatta bazen kızımdan bile yakın olduğu için onu kıramıyordum.
O gün belki inadına en kalabalık şehirlerden birini seçmişti. Cennet’teki İstanbul, bizim tanıdığımız İstanbul ile tarihteki Constantinapolis’in bir karışımıydı. Tüm karmaşasına rağmen insanın keyif aldığı nadir yerlerden biriydi. Ben de buluşmamıza on dakika kala evimden şehre geçiş yaptığım için sanal taksilerden biriyle kenti turlamaya başlamıştım. Rotayı beş dakikada Sarıyer’den Galata’ya geçiş olarak çizmiştim. Sahil yolundan inanılmaz bir hızla ilerlemek insana zaman yolculuğu hissiyatı veriyordu. Ardından bir dakikalık Galata kulesi molası vererek, özlediğim manzarayı tekrar hafızama kazıdım. Tarihi yarım ada, haliç , Anadolu yakası, martılar, ağır bir şekilde yolcularını taşıyan vapurlar… Ilık havayı artık yerlerinde olmayan ciğerlerime çektim. Taksi, kurduğum zamanlamaya uygun olarak beni buluşmadan dört dakika önce Ayasofya’nın önüne bıraktı. Biraz geç kalma pahasına kafeye kadar yürümek istemiştim. Francis ile buluşacağımız mekân, Sultan Ahmet Camisi’nin çaprazındaki dev hipodromun hemen altındaydı. Yüzyıllar önce yıkılmış bu görkemli bina tüm çıplaklığı ile karşımdaydı şimdi. 17.0.3 güncellemesi ile birlikte gelmişti Hipodrom. Yüzlerce yıl kıran kırana geçen yarışlara şahitlik etmiş, bazen imparatorları tahta çıkarmış bazen alaşağı etmişti. Yazılar, insan hafızası ya da kitaplar, hiç biri binalar kadar iyi saklayamıyordu yaşanmışlıkların ruhunu. Bina gerçek olmasa bile taşları beni farklı çağlara götürüyor hem kaybolmuş, hem de evime gelmiş gibi hissediyordum.
“Nerelerdesin Emily?” Francis kafenin dışındaki iki kişilik masalardan birine oturmuş, beni bekliyordu. Görünce hemen ayağa kalktı ve oturmam için sandalyemi çekti. Her zaman çok kibar bir adam olmuştu. Ölüm, ondan bu güzel özelliğini alamamıştı.
“Biraz yürümek istemiştim. Özlemişim bu kenti. Şehirlerde buluşmak istemediğimi biliyorsun ama bu sefer bana iyi geldi.”
“Bence de biraz insan içine çıkman gerekiyor. Yaşarken en sosyalimiz sendin, şimdi içine kapandın. Belki de Adam’ın buraya gelmesi gerekiyor artık.”
Onun yaşayacak ömrü vardı daha. Kızımın çok daha fazlası. Bir süre onlardan ayrı kalacak olmaya alıştırmıştım kendimi. Zaman zaman geliyorlardı ziyaretime. Ama süremiz kısıtlıydı. Kısa görüşmeler, özlemimi azaltmıyor aksine katlıyordu. Kendimi hapishaneye kapatılmış gibi hissediyordum.
“Sen buraları çok sevdin Francis. Hatta bence o kadar benimsedin ki bazen yedilerden biri olduğundan şüphelenmeye başlıyorum.”
Kahkahayı patlatmıştı. Neşesi çok yerindeydi.
“Benim gibi önemsiz bir işçi ve tanrılar ha? Bence fazla yalnız kalmak sana iyi gelmiyor. Kendimizi şehrin göbeğine atmamıza gerek yok, Emily. Farklı aktivitelere katılabiliriz; tiyatrolar, belki oyunlar… Bir gün sörf yapalım mı mesela? Okyanusta ne zamandır dalgalarla boğuşmadım. Burası kadar kalabalık olmaz belki ama biz bize de olmayız. Sonra, açık hava sinemasına gidebiliriz. Kendime yeni bir araba tasarladım. 1970’leri çağrıştırıyor. Daha oluşturmadım ama sen de bakarsın son halini vermeden önce. Hem renk seçiminde de kafam çok karışık. 17.0.3’ü çok beğendim hatta bence uzun zamandır gelen en iyi güncelleme.”
Her zaman çok konuşurdu. Ben de onu dinlemeyi severdim.
Kahvelerimiz ve tatlılarımız siparişi verir vermez masaya gelmişti. Tatları ve kokuları mükemmeldi. Kısıtlamalar, kuraklık ve kıtlıkla geçen bir ömürden sonra bir sene bile geçmiş olsa insanın açlığı bitmiyor, beraberinde tatminsizliği getiriyordu. O gün bize kusursuz gelen her şey bir sonraki gelişimizde sıradan olacaktı. Rutinin dışına çıkmak isteyecek, çıkamadığımız kadar da mutsuz olacaktık. Sistem neyi kısıtlarsa kısıtlasın ya da tamamen serbest bıraksın insan kendi huzurunu kaçırmanın bir yolunu ve nedenini bulurdu. Sonuç olarak eleştirdiğimiz, sistem dediğimiz her kurum insan duygularının toplamı ve hatta aynasıydı. Sisteme kızar, tükürürsek aynadaki aksimizin yüzünü silmemiz gerekirdi. Kahvemden son bir yudum alarak sohbete geri döndüm.
“Hayallerini gerçeğe dönüştürelim tabi ki, Francis. İstersen okyanuslara açılır istersen de havalı arabanı alıp turlarız. Her olasılık benim de çok hoşuma gider. Sadece tek bir şeyi merak ediyorum, sonsuza kadar bu şekilde mi yaşayacağız? Evet, çok güzel, farkındayım ama bir süre sonra sıkılmayacak mıyız sence ? Üretmeden tüketmek, sonsuza kadar eğlenceye mahkum olmak. Tutkularını, aşklarını bir kenara bırakmak. Yaşadığımız bu dünya çok garip, sana da öyle gelmiyor mu?”
“Yediler aşkına, yalnızlık sana hiç iyi gelmemiş bence Emily. Hadi bir yerlere kaçalım o zaman. Bu sakıncalı düşüncelerden hemen sıyrılmalısın. Cennet hakkını kazanmış olman burada ileri geri konuşmanı sağlamıyor. Hem ne dersen de, yedilerin bize armağanı burası. Nereye gidelim şimdi?”
Karamsarlığım Francis’in yüzünün asılmasına neden olmuştu. Onu tekrar buluştuğumuz andaki ruh haline döndürmek istiyordum.
“Şuna ne dersin, tasarladığım özel plaja gidelim. Tropikal ama bunaltıcı olmayan bir ada parçası. Daha hepsini bitirmedim. Tüm adayı dolaşamayız ancak sahil kenarında içkilerimizi alır, yüzeriz” dedim.
“Senin hayal dünyanda vakit geçirmek büyük bir zevk. Sen tanıdığım en iyi sistem mühendisiydin. Belki de gelmiş geçmiş en iyisi. Biliyorsun kulislerde hep konuşulurdu. Mütevazılığa gerek yok. Senin emekliliğin merkez ofisi çok yoruyordur kesin. Artık kendin için de bir şeyler yapıyor olman güzel bence. Hadi gidelim.”
Masamızda otururken sanal garsona verdiğimiz talimatla kendimizi önce şehir ulaşım platformuna ışınladık. Ardından girdiğim kodlar ile göz açıp kapayıncaya kadar özel plajıma ulaşmıştık. Bikinimde en sevdiğim renk olan moru tercih etmiştim. Francis biraz daha eskilerden bir stil seçmişti. Kısacık mayosuyla yirminci yüzyılın başlarından fırlayıp gelmişti sanki. Oldukça komik görünüyordu. Denizin yanı başındaki şezlonglara yönelmiştik. Onların üzerinde bir ağaç gölgesi tasarlamıştım. Büyük bir hindistan cevizi ağacının gölgesiydi bu. Büyük dallarını taşıyamıyor, denize doğru eğiliyordu.
“Bu gölgeyi çok iyi düşünmüşsün ama beni sıkar bir süre sonra. Güneşe doğru kaçarım haberin olsun. Nasıl olsa derimizin yanma şansı yok.”
Francis, bu sözleri söylerken beyaz, tüysüz kollarını okşuyordu. Hayatının son zamanını, günlerini birlikte geçirmiştik. Cennetteki pürüzsüz tenine hâlâ alışamamıştım. İnsanın yıllardan sonra birden otuzlu yaşlara dönmesi kolay değildi. Ben de zorlanıyordum; ancak sorunum, elim, yüzüm ya da gençleşen derim değildi. Canlı, siyah saçlarımdı. Onların belime kadar uzun olduğu zamanlarda verdiği özgürlük hissini tamamen unutmuştum. Sistem, ne canlı ne de ölüyken özgür olmamıza izin vermiyordu; ama saçlarım, onları hiçbir zaman esir alamazlardı. Bunu biliyordum.
İçkilerimizi, cennet bilgisayarına sesli komut ile ilettik. Hemen hazırlanmış ve yine enfes olmuşlardı. Ben mojito, Francis ise margarita almıştı. Keyifle yudumluyorduk. Ardından bizimki bir anda kalktı ve denize doğru koşturmaya başladı. Mavi yeşil suyun içine koşar adım girerken bana sesleniyordu. Ancak ısrarlı çağrısına karşılık vermedim. Önce içkimi bitirmek, güneşe doymak, denizi seyre dalmak istiyordum. Francis dört beş dakika yüzdükten sonra geldi, anlaşılan deniz sefası kısa sürmüştü. Yattığım yerde mayışmış, gözlerimi kapamıştım. İçim geçmiş. Yakıcı güneşle sıcacık olmuş kollarıma düşen su damlaları ile gözlerimi açtım. Islak saçları ile üzerime eğilmiş, gülümseyerek beni seyrediyordu. Onu gören, kavanoz içerisinde sinir uçları milyonlarca devreye bağlanmış, organik sıvılar ile beslenen bir beyin değil de, kanlı canlı bir insan olduğunu düşünürdü. Ama ben unutmuyordum, ölü olduğumuzun farkındaydım.
“Sen yüzmeyecek misin ?” diye sordu Francis, ancak ağzını oynattığı an ile sesin çıktığı an farklıydı. Senkron kaymıştı ve bu şimdiye kadar hiç olmamıştı. İkimiz de şaşkınlıkla birbirimize bakakaldık . “Hey, ne oluyoruz, bu da neyin nesi?” dedi.
Bir adımda sıçradım olduğum yerden. Sakin olmasını söyledim. Yeni gelen güncelleme ile ilgili bir durum olmalıydı. Yine de ona söylemediğim bir şüphe içimi kemiriyordu. Olabilecek hatalar türünde değildi bu durum. Yıllarca çok daha küçük aksaklıkları çözmek için saatlerimizi, günlerimizi harcamıştık. Ancak program kırılırsa böyle bir şey olabilirdi, yoksa hepimiz tehlikede miydik ? Aklımdan saniyede binlerce olasılık geçiyor, hepsi de kötü yere çıkıyordu.
“Sistem mühendisi olan sensin. Ne oluyor? Bitiyorsa bana söylemelisin. Bu hep böyle devam ederse hayatım kararır. Neden benim başıma geldi ki şu an? Çok saçma,” diyor, panik bir şekilde sağa sola hızlı adımlarla yürüyordu.
Ana bilgisayara, özel plajımızı terk edip, kontrol ve arıza merkezine gitmek için talimat verdim. Şimdiye kadar sadece tasarladığım özel mekânlarda çıkan aksaklıklar için kapılarını çalmıştım. İlk defa bir arkadaşım için gidecektim. Transfer onayımızın geldiği anda sorun çözülmüştü. Artık Francis’in sesi ve görüntüsü aynı düzlemdeydi. Rahatladık ve beklemeye başladık. Tekrar sıkıntı yaşanırsa gideriz diye karar aldık ve deniz kenarında hazırladığım çardaktaki sandalyelere yöneldik. Hem kendime hem de ona birer içki söyledim. Biraz daha rahatlamışa benziyordu. Tekrarlarsa ilerleyen günlerde gideriz, dedi. Aslında tüm suçu çok beğendiği yeni güncellemeye yıkmıştı. Birlikte bir iki saat daha geçirdikten sonra evlerimize döndük. Uyku zamanı gelmişti. Gergin bir şekilde uzanmıştım yatağa, iyi başlayan günün tadı kaçmıştı ilerleyen saatlerde. Zihnimin gerçekten yorulduğunu hissediyordum.
Gözlerimi kapattığım anda odaya bir yığın adamın doluştuğunu fark ettim. Bir rüya mıydı? Yoksa cennete geldikten sonra artan bazen dayanılmaz hale gelen karabasanlardan biri miydi? Yataktan kalktım usulca. Beş tane polis beni süzüyordu.
En öndeki, karanlıkta rütbeleri seçilmese de, ses tonundan komiser olduğu anlaşılan polis konuştu.
“Emily Adams, cennet yönetiminin talimatı ile bizimle geliyorsunuz.”
“Neden beş kişi geldiniz? Burada bir yere kaçmam mümkün değil ki,” dedim. Gülümsemiştim. Gerginliğin biraz azalmasını istiyordum. Hem kim, ne amaçla, cennette polislik yapardı ki? Gerçi bu insanlar ölü müydü, yoksa hayattayken sisteme bağlanarak mı görevlerini yerlerine getiriyorlardı, bilemiyordum. Benimle konuşan komiser bu sefer ana bilgisayara komutunu iletti.
“Adams bizimle, geçiş izni istiyorum.”
* * *
Göz açıp kapayıncaya kadar oldukça yüksek bir binanın önüne gelmiştik. Giysilerimi güncelleme şansı bile bulamamıştım. Polislerin yanında pijamalarımla yürüyordum. Hayır, şehirde değildik. Bu mekânın mimarisinde bir gariplik vardı ve yasak olan ne varsa burada uygulanmıştı. Korkutucu bir çekimi vardı. Bir dehanın elinden çıkmıştı sanki. Yıllarca cennet için binalar, meydanlar, caddeler, sokaklar, nehirler, vadiler, ovalar tasarlamıştım. Ne binaları griye boyayabilmiş ne de nehirleri akıntılı tasarlayabilmiştim. Dev, gri binanın önünden gürül gürül bir nehir akıyordu. Önce yürüyerek onu geçtik. Ardından geniş bir avlu karşıladı bizi. Betondan bir avluydu, ancak araya serpiştirilmiş kısa ağaçlar az da olsa yeşillik hissi veriyordu. Yine cennette, betondan bir avlunun arasında herhangi bir bitki türü kullanmak, herhangi bir tasarımcının yetkisinde değildi. Bu saçma kuralların neden koyulduğunu da bilmiyordum; mantıklı hiçbir açıklaması yoktu.
Güneş tepede, tenimi yakıyordu. Hızlı adımlarla ilerledik. Binaya yaklaştıkça tek tük görevlilerle karşılaşmaya başlamıştım. Hiçbiri polis değildi ve çoğu garip bir şekilde bakmıştı bana. Anlaşılan sıradan insanların buraya gelmesi alışılmadık bir durumdu. Bina girişindeki merdivenlerde birisi bizi bekliyordu. Heyecanlanmaya başlamıştım, avuçlarımın içi terliyordu. Ama bir yandan bu gerginlik beni uzun süreden bu yana daha canlı bir hale getirmişti. Düşüncelerimi toplayıp emin adımlarla ilerledim. Adama yaklaşırken yanımda yürüyen polislerin beni artık izlemediğini fark ettim, arkamda kalmışlardı. Başımı hafifçe çevirdiğimde merdivenlere yaklaşık on adım kala durduklarını ve başları önde beklediklerini fark ettim, beni karşılayan görevli onların amiri olmalıydı. Uzun, oldukça esmer, siyah saçlı bir adamdı. Yüzünde bir gülümseme ile karşıladı beni. Bakışlarındaki kendine güven fark ediliyordu.
“Hoş geldin, Emily. Buraya sıradan insanların gelmesi pek olağan bir durum değil, haklısın; ancak sen o sınıfta değerlendirebileceğimiz biri değilsin.”
Bu adam da kimdi? Nasıl düşüncelerimi okuyabilmişti? Bu yaptığı imkansız değil miydi? Onları sözlerimiz ile sisteme kaydetmediğimiz sürece beynimizdekiler bize kalmayacak mıydı burada? Ağzım açık bir şekilde adama baktım. Sol eli ile merdivenleri işaret etti; yürümeye başladık. Yaşadığım şaşkınlık ile kelimeler boğazıma düğümlenmişti. Çıplak güneşin yakıcılığı artmıştı sanki. Yukarıya doğru çıkmaya başladık; göz ucu ile beni oraya getiren polisleri süzdüğümde, bizi beş altı adım arkadan takip ettiklerini fark ettim. Tahmin ettiğimden çok daha önemli bir adamdı; belki de o dev binanın müdürüydü. Ancak burası neresiydi?
“Şu an aklını kurcalayan sözlerime açıklık getirmek isterim. Evet, düşüncelerini okuyabiliyoruz. Aslında cennette yaşayan herkesi okuyabiliyoruz. Ancak genelde dinlemiyoruz; sadece ihtiyacımız olduğu zaman ilgili kişi kayıt altına alınıyor. Lütfen endişe etme; binaya girdikten sonra bu işlemi bırakacağım. Sadece bir güvenlik önlemi.”
Suskunluğumu bozmaya karar verdim.
“Kim olduğunuzu ve neden burada olduğumu açıklayacak mısınız?”
Sesim titremişti, ne de olsa öldükten sonra ilk defa başıma böyle bir şey gelmişti. Uzun zaman sonra merdivenleri çıkarken kendimi gerçekten hayattaymış gibi hissetmiştim. Gözlerimde, saklayamadığım düşüncelerimde eğer bir korku varsa, o adam bunu görüyordu.
“Birazdan bilmen gereken her şeyi öğreneceksin.”
Sözlerindeki kendine güven, sesindeki kibir, gözlerindeki otorite beni daha ilk dakikadan esir almıştı. Esmer yüzünde, siyah gözlerinde bir ipucu aradım ancak bulamadım. O zamana kadar hiç böyle bir insan tanımamıştım. Binanın, antik görünümlü ahşap kapısından içeri girdiğimizde, silindir biçimde geniş kolonlar ile yüksek bir tavana bağlanan uzun, ince bir koridor karşılamıştı bizi. Polisler dışarıda kalmıştı, artık sadece ikimiz vardık. Yani ölüyken, kime ne zararım dokunabilirdi, güvenlik önlemlerinin nedenini anlayamamıştım. Yine de sessiz bir şekilde ilerlemeye devam ettim. Kolonların bittiği noktada sağa dönerek daha küçük bir koridora bağlandık. Burada şeffaf camların olduğu odalar ve içeride bilgisayarların başında çalışan onlarca görevli vardı. Bizim geçtiğimizin farkındaydılar, ancak odadakilerin hiçbiri bakmadı. Yürümeye devam ettik. Camların bittiği yerde sağ tarafta bir kapı daha vardı. Onu açarak içeri girdik.
Mobilya olarak sadece karşılıklı olarak yerleştirilmiş iki koltuk olan sade bir odaydı. Hemen hemen boş ve yarı aydınlık durumdaydı. Oturmamı işaret etti.
“Lafı çok uzatmayacağım ve direkt konuya gireceğim Emily. Ben, Dinesh Sethi. Senden önemli bir sorunumuzun çözümünde yardım isteyeceğim. O nedenle buradasın.”
Söylediklerine inanamıyordum. Karşımda yedilerden biri mi duruyordu yani? Devrimi gerçekleştiren, bu cenneti yaratan… Dinesh Sethi’nin yüzünü çok iyi tanıyordum. Çocukluğumdan beri yedilerin hayat hikâyeleri ile birlikte simalarını da ezberlemiştim. Yine de emin olamadım.
“Siz o değilsiniz.”
“Emily, dünyayı değiştiren ve cenneti kuran insanlardan biri olarak, kendi pladığım cennette alışılagelmiş yüzümü kullanacağımı düşünmüyorsun herhalde. Eğer daha rahat edeceksen hemen değişime gidelim.”
Arkasını döndü, parmağını şaklattı. Yeniden koltuğa döndüğünde bu sefer karşımda tanıdığım Dinesh Sethi vardı. Nutkum tutulmuştu. Cennette kendi simamızı korumamız kaydı ile her yaşımızın yüzünü alabiliyorduk. Ama değişim… Kesinlikle yasaklanmıştı. Ve ben o an, odada tanrılarımızdan biri ile mi oturuyordum gerçekten? Artık sadece sesim değil, ellerim de titriyordu.
“Efendim, özür dilerim. Sizi tanıyamadım. Yediler aşkına, ah siz onlardan birisiniz. Ne diyeceğimi şaşırdım. Neden, biz burada, şimdi?”
Saçmalamaya başlamıştım ki, imdadıma yetişti.
“Kendine gelir misin Emily? Şu an sanal bir emeklilik hayatı yaşıyor olsan da en iyi yazılımcılarımızdan birisin. Cennet’e çok hakimsin ve seni buraya getirmemin tüm insanlık adına hayati bir önemi var. Bir soru ile devam etmek istiyorum. Cennet programını yazdığımız zaman bu yazılımı hayata geçirme konusundaki ilk fikrimiz neydi?”
“İlk adımda, tüm insan vücudunu, devrim öncesinde keşfedilen organ kopyalama yöntemi ile canlı tutarak cennet programına almak istediniz. Planınız, insanların beyin haricindeki tüm organlarını bitkisel hayatta tutarak, beyni cennette aktif hale getirmekti; ancak bunun imkansız olduğu daha ilk deneylerinizde ortaya çıktı,” dedim.
“Sence o kadar imkansız mıydı? Hayır, tüm organları canlı tutabilirdik. Ancak insanları dünyada ölümsüz hale getirmek hem temel amacımıza fayda sağlamayacaktı hem de önlenemez bir kaosa neden olacaktı. Ayrıca bu işin maliyetini de düşünmeliydik. Bununla baş edemezdik. Böylece herkesi sanal cennet imkanları ile sonsuz hedefe yönlendirdik. Bunu biliyorsun, değil mi ?”
Konuşmamız bazen küçük tehdit tonları ile bir sorguya dönüşüyordu. O anlarda gözlerimi kaçırıyordum. Onun seveceği cümleleri duymasını sağladım.
“Evet, güneşimizin, gezegenimizin ve hatta evrenimizin bir ömrü olduğunun farkındaydınız. İnsanlar ise önce dünyayı sonra da kendilerini yok edeceklerdi. Bizim sonsuza kadar yaşayabilmemiz için bu devrim gerçekleşti.”
Yüzüne keyifli bir gülümseme yerleşmişti. Tüm hayatımız boyunca bize ezberletilen cümlelerden birini söyleyişimin onu bu kadar neşelendireceğini bilseydim ilk başta söylerdim. Benden istediği yardımı açıklamaya başladı.
“Sonsuza kadar yaşamak. Kulağa ne kadar hoş geliyor. Ancak ölen tüm insan beyinlerini canlı tutmak sistem için yorucu olmaya başladı. Dünyada kısıtlamaları arttırıyoruz, ancak yine de yetmiyor; bu da amacımıza ulaşma konusunda bizi zorluyordu. Zorluklar, seçimleri getirir. Kaynaklarımızı ya insanlığın evrende gerçek bir gezgin olarak sonsuza ulaşması için ayıracaktık ya da cennette tüketecektik. İlkini tercih ettik.”
Yüzümdeki şaşkınlığı fark etmişti. Sözlerine anlam vermeye çalışıyordum, tıkanmıştım. Niyetleri cenneti ve dolayısıyla bizleri yok mu etmekti şimdi de? Yüzünde görebildiğim sadece hafif bir tebessümdü. Ayağa kalktım. Eliyle oturmamı işaret etti.
“Arkadaşın Francis, bugün başınıza gelen garip olay… sadece güncellemeden kaynaklanmadı. Francis’in kodunun yeni yazılıma verdiği tepkiydi olan biten. Evet, tahmin ettiğin gibi o yaşamıyor artık. İlk etapta o ve milyonlarca insan… bir önem sıralaması yapıyoruz. Milyarlarca insanı bir anda kopyalamayacağız. Bu sürecin belirli bir aşamada ilerlemesi gerektiğine karar verdik. Bilinci önce bir koda kopyalıyoruz, test ediyoruz, olumlu sonuç alırsak beyin ölümünü gerçekleştirip vedalaşıyoruz. Ancak dediğim gibi, aslında birebir kopya olan kodda yaşamaya devam ediyor insanlar. Böyle aksaklıklar da olmasa kimse anlamayacak. Ancak seni bu yüzden çağırmadım. Bu konuyu diğer sıradan mühendislerimiz çözecek. Seninle birlikte çalışacağımız çok daha büyük bir görevimiz olacak.”
Kendime hakim olamadım, ayağa fırladım.
“Bu yaptığınız cinayet, hatta bir soykırım! Bunu nasıl yapabilirsiniz? Hani bizleri sonsuza kadar yaşatacaktınız? Hani bize cenneti verecektiniz? Hepsi bir kandırmaca mıydı? Hakkınız yok! Yediler bile olsanız milyonlarca insanı bir anda ölüme göndermeye hakkınız yok. Her birimizi öldürüp bir bilgisayar koduna kopyaladıktan sonra sizin o ulu amaçlarınızın ne anlamı kalacak ki? Geriye insanlık kalmadıktan sonra ne için çalışacak ve öleceğiz? Hayır, sizin için hiçbir şey yapmayacağım.”
“Korkma Emily, sen ve ailen güvende olacaksınız. Lütfen yerine oturur musun tekrar? Burada bana hiçbir şey yapamazsın, ayrıca zaman zaman benim kim olduğumu unutuyorsun. Bu durumu kabullenmek zor, farkındayım. O nedenle, sen de bir seçme hakkına sahip olacaksın. Ya bu kapıdan çıkıp evine dönerek diğer milyarlarca insan gibi bir koda kopyalanmayı bekleyeceksin ya da bizimle birlikte yer alarak kendini ve sevdiklerini sonsuz bir koruma içine alacaksın.”
Nefret ediyordum, ölesiye, hem kendimden, hem Sethi’den, hem de sistemden. Ancak elimden bir şey gelmiyordu. Çaresizlik hissi artık var olmayan damarlarımda dolaşıyordu.
“Mahkumuz değil mi burada aslında? Tutsağınız olarak sıkışıp kaldık. Elimizden emirlerinize itaat etmekten başka hiçbir şey gelmez. Tehditleriniz bile aslında birer formalite” dedim.
“Evet, istersen seni biraz sonra kopyalarız. Kodun hafızasından bugünü sileriz. Ve hayatına mutlu mesut devam edersin. Ancak söylediğim gibi bizim için önemlisin. Seninle çalışmamız gereken konu, bugün arkadaşınla yaşadığın senkron kaymasından çok daha önemli. Yaşadığınız tecrübe aslında bu sürecin bir sonucu. Şu an milyonlarca zeka yaratıyoruz. Ve ne kadar sahte bilinç verirsek verelim, bu insanlar kod halindeyken kendi beyin kapasitelerinin üzerine çıkabilirler. Hatta tüm cenneti kontrol altına alabilecek ve belki yok edecek tehlikeler yaşayabiliriz. Planımız, kopyaladığımız bilinçlerin bu durumu keşfetmelerini engellemek. Yani bu yapay zekalar, kapasitelerinin çok altında düşünmeli ve sadece bizim onlara dikte edeceğimiz hayallerin peşinde koşmalı. Burada kâşif istemiyoruz.”
İçimden, sizin kokuşmuş sahte cennetiniz çok da umurumda diyordum, sanki çok da umurumda! Kin dolu bakışlarla onu süzerken sözlerine ara vermeden devam etti.
“Peki bir bilinç ne zaman tehlikeli olur? Hayal güçleri ne kadar kuvvetli olursa olsun bu sanal insanlar gerçekten yaşadıklarını düşünürlerse her zaman güvende oluruz. Ancak yaşamadıklarını fark ettikleri ilk an, işler bizim için zorlaşır. Seninle oturacağız ve bunun önlemini alacağız. Bu rüyanın devam etmesi için ne gerekiyorsa onu yapacağız.”
O dakikadan sonra hiçbir şey söylemedim. Bu heybetin, kibrin altında aslında ne kadar da korkaklardı. Çıkarları için yaratacakları yeni dünya bir yandan onları tedirgin ediyordu. Yüreğim bu zorlamayı kabul etmiyordu. İsyanım anlamsız olacaktı, bunu biliyordum ama içim içimi yiyordu. Durmadan bağırmak, karşımda duran adamın üzerine atlamak, tırnaklarımla yüzünü parçalamak istiyordum. Ama yapamayacağımı biliyordum, artık her şey için çok geçti. Her zaman vaatlerine uygun davranmış, gerçek ölüme yol açabilecek tüm olasılıklardan sakınmıştım. Kalktım, Sethi’nin eşliğinde odaya gelirken koridorda gördüğüm mühendis ordusunun arasına katıldım.
- Hafifçe Yağan Yağmur - 1 Nisan 2023
- Ayna - 1 Şubat 2023
- Anne - 1 Aralık 2022
- Çaşıt - 1 Kasım 2022
- Yıldız Tozu - 1 Eylül 2022
Deniz bey, seçki yazarları içerisinde kalemini en sevdiğim yazarlardan biri. Kitap çıkarsa bir saniye düşünmeden alırım.
Bu öykü bir klasik edebiyatçının sormakta çok zorlanacağı bir soruyu soruyor. Konu ölüm sonrası, matrix benzeri bir simülasyon, yazılım versiyonları falan değil tabi ki. Onlar sadece sahne dekoru. Soru şu; hayallerinizin dikte edildiği bir ortamda gerçekten yaşadığınızdan söz edilebilir mi? Yazılımla yüklenmiyor bize tabi, yasalar, toplum normları, sosyal medya ve inandığımız normallerle bir kalıba uyduruluyoruz. Hayallerimize bir makul skalası giydiriliyor. Emily gibi korkup yaşamak için kabulleniyor muyuz?
Öyküde son diyaloglar çok uzun düşmüş. Birazcık anlatının ritmini bozuyor. Bunun haricinde mükemmele yakın.
Ellerinize sağlık.
İsmail Bey Merhaba,
Değerli yorumlarınız için çok teşekkürler, beni de her yorumunuz daha çok cesaretlendiriyor
Sevgilerimle,
Otoritelerin ve/ya toplumun, insanın bireyselliğini biçici etkisine “Ayna” tutan bir öykü olmuş. Enfes.
Değerli yorumunuz için çok teşekkürler Gizem Hanım.