Öykü

Cehennem, Araf ve Cennet; Tekmili Birden…

Güneşli bir kış günüydü, ya da denilebilirdi ki, kış güneşi beyaz güneşliklere vuruyordu. Her şekilde sahneyi kuran öğe güneşti. Mutluydu halinden ama niyeyse gözlerini kapattı, neden sonra tekrar açtı gözlerini. Bir hışımla yerinden kalktı, balkon kapısına yollandı. Balkondan dışarı çıktığında ruhunun sahnesine bir meltem eklendi. Hızlı hareketlerle içeri girdi, mutfağa geçip kombiyi kapattı bu sefer. Yine hızlı hızlı salona döndü, mavi muhabbet kuşu Gatorade’nin kafesinin kapısını açtı, sevimli hayvan cıvıldayıp omzuna kondu. Omzunda kuşla çalışma odasına geçti, vakit kaybetmeden elektronik ıvır zıvır koyduğu çekmeceyi açtı ve “anında fotoğraf basan” eski makinesini eliyle koymuş gibi buldu.

“Gel gatorade,” dedi. “Bugünü kanlı canlı ölümsüzleştirelim.”

Balkona tekrar çıktı, arkasını Boğaz ve Haliç’i aynı anda gören manzarasına döndü ve omzunda cıvıldayan kuşu ile kendisini çekiverdi. Çıkan fotoğraf kağıdını biraz salladığında karşısına çıkan manzara onu çarpmıştı. İzometrik fotoğrafa bakarken, arkasından gelen vapur, insan, satıcı, pazar sabahına özgü az ama belirgin inşaat sesleri ile özel bir anın içinde olduğunu hissetti. Fotoğrafa bu huşu ile bakarken ama… Uzaklardan ancak belirgin bir biçimde kendisine bakan genç bir kız gördü.

Güzel havanın ayırdına kendisinden daha önce varmış olan genç kız, beyaz üzerine limon sarısı desenler olan tek parça bir kıyafet giyiyor, tiril tiril görüntüsünü sarı kıvırcık saçları ve güleç yüzü tamamlıyordu. Ancak güneş gözlüğü de vardı bu kızın ve siyah boğazlı botları da. Sanki tüm insanlığı bedeninde taşır gibi olmuştu böylece.

Gözü doldu, aklı eskiden dünyanın omuzlarında yürüyüp artık karnında olan birine gitti. Öyle ki, ne arkasını dönüp kendisine güleç ama meydan okuyarak bakan kıza karşılık verebildi ne de önündeki fotoğrafa odaklanabildi. Düpedüz kaybetti görüşünü. Gözünü kapattı, küçük bir pınar taştı gözünden, karardı etraf. Tekrar açtığında gördüğü şeyi yabancılamadı. Sanki aradan uzunca bir süre geçmiş, dünyası değişmiş ve uyuşmuş gibiydi. İzlemeye başladı bu yeni dünyayı. Belli belirsiz fısıldadı, “Kâşif miyim ben şimdi?”

* * *

Yeni dünya… Gerçekten yeniydi bu dünya, harikalar diyarına hoş geldiniz der gibi başlamıştı. Yeşil, neredeyse her insanın kendini bildi bileli aklına gelen ilk uzaylı tezahürü, sanki onu hipnotize etmek ister gibi bir sağa bir sola yürüyor dönüp dönüp salak salak hareketler yapıyordu ona doğru.

Omzundaki kuşa baktı, “Sen biliyor musun bu ne?” gibilerinden.

Kuş ona cevap vermedi ama uzaylının ritmini cikleyiverdi. Sanki ciklemeler çoğalmış gibi geldi ona ama üzerinde durmadı. Tam “neyse ne…” der gibi uzaklaşacaktı ki, uzaylı ona dönüp son derece düzgün bir Türkçe ile, “bana o küçük kuytunu versene?..” dedi.

“Bir milyona olur.” diye cevapladı onu yeni kâşif.

“Türk Lirası mı?” diye sordu bu sefer de uzaylı

“Dolar.” kestirip atmıştı. Uzaylı tekrar bir soru sormadı ve cevap da vermedi.

Bir an düşündü, uzaylının ince yapısı ve saçma sapan hareketlerini madden ve manen gözüne kestirmişti ki, birisi böldü onu. Uzakta seslerinin kadife gibi çıkmasını sağlayan albenili bir mikrofonun altında karşılıklı oturan ve kulaklık takan iki adam göründü gözüne.

Bir tanesi beyaz, iri yapılı, düzgün konuşan ama aynı zamanda kaslarını kullanmayı bilen bir adamdı. Diğeri daha yaşlı, saldırgan ama bilge tavırlı ve biraz da peltek konuşan siyahi bir adamdı. Adamın ömrü kendini kontrol etmeye çalışmakla geçiyordu ve bunu yapmakta son derece zorlansa da, kendisine o bilge tavrı veren şey bu mücadelenin ta kendisiydi. Çekindi adamdan, çünkü fark etti ki, ne olursa olsun bu adam için yanındakilerin değeri, onun kendi iç savaşı ile baş edip edememesine bağlıydı. Yine de konuşmasının bir cazibesi vardı, bir süre dinledi onu. Ne zaman ki son derece sinir bozucu ve olağanüstü hızlı bir ritimle dağılan bir ses duydu, dikkati oraya kaydı. Siyahi adamdan duyduğu son şey şuydu; “Mayıs havasını sevmiyorum. Bi numara yok ona bakma…”

Sinir bozucu ses kaçınılmazdı, Thanos gibiydi. Karşısında dört kadın vardı; siyah, beyaz, sarışın ve kahverengi. Güzel olabilecekken olmayan, buz gibi soğuk dört kadındı bunlar. Konuşmuyorlardı ve huzursuzlardı, ayrıca kabul etmek gerekir ki karşılarındaki adam kaçınılmaz olduğu kadar eğlenceli, eğlenceli olduğu kadar da zor katlanılırdı. Adam keldi, kendine has çenesi ve hiç çıkartmadığı siyah gözlükleri ile bir tık bilinçli komiklik de taşıyordu üstünde. Kadınları beğenmediğini, beğense fikirlerini umursamayacağını anlamak için erkek olmak gerekliydi. Erkeklerin yaptıklarından bahsediyordu sürekli; yollar, köprüler, savaşlar, koruma, feda, avlanma…

“Eh,” dedi kâşif kendi kendi kendine, “doğru ama boş.” bu sohbeti dinlemeyi ve hakkında yorum yapmayı küçüklük saydı. Bahsettikleri şeyler başlangıçtan sona kadar değişmeyecek kurallar üzerineydi ve tıpkı kel adam gibi karşısındaki mahşerin dört kısraklısı da, kâşifin kendisi de doğru kişiyi bulduklarında pozu bırakıyorlardı. Bir gümbürtü böldü iç sesini, uzun saçlı, kısaca boylu bir adam, karşılıklı iki koltuğun birinde oturan orta yaşlı bir kadının şaşkın bakışlarının önünde, koca bir masayı devirmişti.

“İstediğim şey için özür dilemeyeceğim!” diye bağırdı.

Kâşif haliyle sakince karşılık verdi ona, “Ok.”

“Kadınlar haksız, erkekler haklı.” dedi bu sefer bir anda önünde peyda olan sarı saçlı güzel genç bir kız, o da bir radyo programı yapıyordu ve karşısında, hiçbir kazançlarından vazgeçmeyecek, en azından doğru insan dışında hiç kimse karşısında vazgeçmeyecek, ama sarışın kızı da haklı bulan bakışlar atan kızlar duruyordu dinleyici olarak.

“Aaah, kapat çeneni!” dedi kâşif. Fakat bir terslik vardı. Sanki sesi dişil bir ekoyla çıkmıştı. İçgüdüyle etrafına baktı. Ve dişi bir tavşan gördü. Esasen gördüğü şey, üzerinde Buggs Bunny yazan ve beli açık bırakan bir bluz giymiş genç bir kız ve onun tavşan gibi durmasından ibaretti. Kız yüzüstü yatmış, ayaklarını arkadan kaldırmış ve ayakları ile kendine hareket ettirdiği kulaklar yapmıştı. Yumuşak bir sesi, fettan bir bakışı vardı.

“Neyin bilgeliği bu?” diye sordu tavşan kız. “Neyin ne olduğu belli değil mi? Sen bunu istemiyor musun?” diye tamamladı sözlerini. Sonra da koca kıçını kaldırıp ters bir doggy verdi manzara olarak. Bakışları hâlâ fettan ama biraz korku doluydu bu sefer.

“Harika” dedi kâşif haliyle. “Çok güzelmiş, çok beğendim.” doya doya baktı sonra kızın kıçına.

Tavşan kız görmeye değer bir tepki verdi bu sefer, mutluydu. “Beni takip et, seni bir yere götüreceğim” dedi ve bir zıplaya, bir arkasına baka koşmaya başladı. Tavşan olmadığı için biraz yavaştı tabi ama harikalar diyarı da yakındı zaten.

Bir başka kadın çıktı önüne; orta yaşlı, ne zaman artık tamamen gözden düşeceğini bilemememin paniğiyle bakan ama hâlâ güzel bir kadındı bu. Bir silahın kurma kolunu çekme sesleri eşliğinde çekiştirdiği tişörtünün altından balık etli ama dişil bir vücut çıkana kadar yaptığı koreografiye aldığı tepki bir beğeni ıslığı olmuş, hemen ardından izleyicisi, omzundan çekilerek bir başka orta yaşlı kadını izlemek zorunda bırakılmıştı.

İzleyicinin gördüğü manzara bu sefer bir sandalyede oturan pijamalı bir kadındı. Yumuşak yavru ağzı çift parça havlu pijamasının altında pufuduk çorapları vardı, saçları toplu, yüzü doğaldı. Fakat elinde iğne topuklu siyah deri stilettolar tutuyordu. Kadın stilettoyu havaya attı, ayağını düşen ayakkabıya uzattı ve birden… Tek parça siyah diz üstü bir gece elbisesi ve siyah külotlu çorap giyen dalgalı siyah kuzguni saçlı tanınmayacak kadar güzel yüzlü bir afet haline geldi.

O ana kadar, bu kadınların hiçbirinin peşinde olmadığı için onların kendini iyi hissetmesinde bir sakınca görmemişti ama bir de kendisi vardı… Bu deliğe düşmemekte kararlıydı. Üç kadına da dönüp muhatapları olduğunu hissettirdi ve acımadan kanaatini söyledi.

“Nitelikli dolandırıcılık bu.” Sonra da bastı gitti.

Kadınlar arkasından dört mevsim gibi bakıyorlardı. Ama o bunu merak etmiyordu. Eşya ve tabiatı ile uğraşmayı bırakalı çok olmuştu çünkü.

Daha sonra garip bir şekilde sorumsuz ve hafif hissederek etrafına bakmaya devam etti. Ergen çocuklar gördü, arkadaşlarının üzerindeki A4 kağıtlarında seçimler olan ergenler canlı bir müzik eşliğinde seçimlerine doğru gidiyorlar, bazen fake atıyorlar, bazen arkadaşları tarafından zorla bir tarafa çekiliyorlar, bazen de bariz yalan seçimleri sebebiyle arkadaşlarından güleç tokatlar yiyorlardı.

Ana gruptan ayrı iki çocuksa, karşı karşıya geçmiş dans ediyor ve birbirlerine iyi dans ettiklerini söyleyip duruyorlardı. Birkaç seans izledi onları. Ne olursa olsun her seans birinin diğerinin kucağına atlamasıyla bitiyordu.

Onların kardeşleri olabilecek iki çocuk, güzel ve kırıtan bir ablalarının ardından kırıtarak yürüyor ve güzel ablanın dinlediği şarkıyı ağızlarıyla berbat bir şekilde söyleyip gülme krizine giriyorlardı. Bir ara biri diğerine “Ne orospu ama…” dedi, ama bu söz sadece gülme krizlerini derinleştirdi çocukların.

Ve ama… Kâşifi çocuklardan soğuttu. “İnsan,” dedi kendi kendi kendine “ne zaman masumdu acaba?” Derin ve anlamsız düşüncelere dalmamaya kararlıydı, kafasını kaldırdı ve bu enteresan dünyayı keşfe devam etmek istedi, edemedi ama!

O ana kadar gördüğü herkes şimdi sesleri ve yüzleriyle birer bebek gibi görünüyordu şimdi. Belli açılardan bakınca eski hallerini yakalıyordu ama konu da bu değildi. Cevabını almıştı. Bebekler bununla birlikte sevimlilerdi, hepsi yanına bir kedi almıştı şimdi. Kedi, bebek ve taşıdıkları potansiyel, sembolizmden nefret eden bir adam için fazlaydı. O yüzden veterinerde korkudan çıldıran bir kediyi görünce istemsizce güldü. Sonra acıdı hayvana da, aslında hayvana olan şey yani aşı, bir tür “hayırlısı neyse o olsun.” durumuydu. Bu konseptte son anı beklemek insanlar için de zordu doğrusu. Ama önemliydi, daha büyük iyilik ve faydaya ulaşmaktı.

Ağırlaşan kafası ve ciddiyetiyle etrafını keşfe geri döndü ve içini coşturan bir müzik duydu bu sefer. Müziğin kaynağını bilmiyordu ama biraz önceki ergen grubu bu müzikle duygulanmış hatta hırslanmış görünüyorlardı. Şarkının sözlerini seçti, hatırlamıştı sözleri; kendi gençliğinde var olan bir şarkıydı ama farklıydı şimdiki formatı. Tüm ergenler birbirlerine biyolojik güdülerinden daha ötede bakıyor ve hep bir ağızdan eşlik ediyorlardı kendi dillerinde;

“Eğer yapabilseydim Tanrı ile anlaşma yapar ve onun, yerlerimizi değiştirmesini sağlardım.”

Duygulandı insan ruhunun hâlâ bir şeyler taşıdığını düşündü, bebek görünümüne ihtiyacı olmadan… Ama yine ve yine aniden kolundan tutulup gerisin geri döndürüldü!

Kollarını tutan uzun sarı saçlı dev adam modern bir Viking gibiydi, ateş saçan gözlerini kâşifin gözlerine dikti ve dalga geçtiğini belli eden ama nazik bir tonda sordu;

“Duygulandın mı?” cevap alamayınca devam etti Viking, “Demek duygulandın, bu konuda ne yapacaksın peki?” bu sefer cevap beklemedi. “ŞU KODUMUN SPOR SALONUNA GİT! HEMEN…”

Sadece kafa salladı kâşif, adam onu eğlendirmişti. Gülümser gözlerine baktığı Viking, onu taklit etmeye devam ediyordu. Tam bu sırada her ikisinin de dikkatini çeken bir başka adam bağırmaya başladı. Adam pastel olarak kırmızı, sarı ve kahverengi tonlarda, lut atılmamış bir video görüntüsü gibiydi ve sıska sayılabilecek vücudu çıplaktı.

“AMA BENİ KESMENE GEREK YOKTU! HİÇ OLMAMIŞ VE BİZ HİÇBİR ŞEY DEĞİLMİŞİZ GİBİ DAVRANDIN. VE SENİN SEVGİNE BİLE İHTİYACIM YOK BENİM. AMA BANA BİR YABANCI GİBİ DAVRANIYORSUN VE BU ÇOK ZOR GELİYOR…”

Viking onu da es geçmedi “AAHHH, KAPAT ÇENENİ! SEN DE ŞU KODUMUN SPOR SALONUNA GİT! HEMEN…”

Bunlar olurken aşırı sesten gözlerini kısmıştı kâşif. Gözünü tekrar tam açtığında bir kahkaha koyuverdi. Çünkü yanlarından geçen adama Viking de bir şey diyememişti. Viking kadar iri ve sakallı bir adam elinde çiğ bir dana karkas yiyor, aynı zamanda ağlıyordu. Hıçkırıklarının titrettiği kolunda bir şırınga asıl kalmıştı, siyahi adamla radyo programı yapan adam da onu gösterip gülüyordu. Kısa bir süre sonra konuk siyahi adam da ona katıldı. Viking hâlâ sessizdi.

Bir Hint tarı duydu aynı anda kâşif.

“Podcast…” dedi hoş bir kadın ellerinin üzerinde dengesini sağlar ve bacakları farklı yerlere bakarken. Kadın 30’larında, elit görünüşlü ve düzgün diksiyonluydu. Ayağındaki hal hal ile seksi de görünmesi gerekirdi belki ama bir fazla kıkırdak havası vardı görünüşünde. Sağlıklı, esnek, kilosu kontrol altında ama, aseksüel.

“Artık radyo denmiyor,” diye devam etti kadın. “Spor salonunu boş ver, içindeki gücü dışarı çıkar, evrenle uyum içinde ol.”

Cevap vermeden izledi onu kâşif haliyle, tar sesinin arkasından gelen ses değişmişti; bu sefer gelen sesin sahibi bir erkekti ve Hintliydi. “Bazı şeyler olur bazı şeyler olmaz. İç huzurunu planlarla bozma, kodumun planlarını hiç gerçekleştiremezsin zaten.” dedi, eğlenceli bir ironiyle.

Ve Viking çıldırdı. “Hayır!” dedi. “Kendini bırakma, beni dinle şimdi,” ve bir rap şarkısına başladı, dev vücuduna hiç yakışmayan mekanik hareketlerle sallanıyordu şimdi;

Kahkahalar için söyle, gözyaşları için söyle

Benimle birlikte söyle, sadece bugünlük olsa bile

Belki yarın, Tanrı seni alır götürür.

Hayal kurmaya devam et

Hayal kurmaya devam et

Ama öyle bir çığlık koptu ki o daha şarkısını bitiremeden, Viking bile sustu. “ÖYLE DEĞİL!” diye bağırdı sakallı adam çiğ karkas eti yerken “Öyle değil!” Karkası elinden fırlatıp attı önce, kolunda fark ettiği şırıngayı yaşlı gözlerle çekip aldı sonra. Şırıngayı sert hareketlerle parçalayıp ayağı ile azmesi bitince, olabilecek en duygulu sesle başladı melodik bir ağıt söylemeye, ağıttı ama umut saçıyordu.

Benimle şarkı söyle, yıl için şarkı söyle

Kahkahalar için söyle, gözyaşları için söyle

Benimle birlikte söyle, sadece bugünlük olsa bile

Belki yarın, Tanrı seni alır götürür.

Hayal kurmaya devam et

Hayal kurmaya devam et

Hayal ediyorum

Burada yere çöktü yaşlı gözlerle ve titreyen bir bedenle…

Biraz hayal kur, hayal kurmaya devam edeceğim

Hayal kurmaya devam et

Hayal ediyorum

Hayal ediyorum

Biraz hayal kur, hayal kurmaya devam edeceğim

Hayal kurmaya devam et

Hayal kurmaya devam et

Hayal kurmaya devam et

Hayal kuracağım

Hayal kurmaya devam et

Hayal kurmaya devam et

Hayal ediyorum

Ve burada da olabilecek en heybetli şekilde ayağa kalktı. Gözlerinin içine baktı kâşifin ve acılı bir şekilde gülümseyip yoluna gitti.

Kâşif tekrar kafasını kaldırdığında dev adamlar gitmiş, ergenler kalmıştı. Bu sefer siyahlar içinde emo bir kızın dansını izler -ki Tchaikovski görse Kara Kuğusu’nu bulmuş olduğunu düşünürdü- ve aynı dansı çılgınca yapar halde buldu onları. Ruhları onları bir kez daha terk etmiş, doğal bir şekilde hormonlarına dönmüşlerdi. Özellikle kızlar birbirlerine bakıyor, gözlerini ve saçlarını savurup elleri ile birbirlerini cesaretlendiriyor, “Dans edeceğim, dans edeceğim ama senin için ağlamayacağım” diye bağırıyorlardı.

Ağlayacaklardı!.. Erkeklerin savaşa gitmesi gibi acı ihtiyaçlarını aşkta karşılayacaklardı. Kâşif acı ihtiyacına kafa yorarken, ortam o kadar grotesk bir hal aldı ki, kara kuğu kızın, eşliğinde dans ettiği şarkı değişti ve kafasında fes ve üzerinde kırmızı tişört olan büyük göbekli bir adam sinir bozucu ama kesinlikle bulaşıcı bir tarzda, o göbek sallama ritüeline başladı. Artık denilebilirdi ki; ortam çarşamba pazarına dönmüştü.

Tam o an, artık orayı terk etmesi gerektiğini fark etti, bu başka bir dünyaydı ve o buraları geçmişti. Ya da o öyle sanıyordu!.. Kollarına gelen birkaç tane yaşıtı erkek, Billy O’Tea adlı geminin hikayesini anlatan bir 18.yüzyıl İngiliz denizci şarkısı söyleyerek onu alıp bir nevi zorla peşlerinden götürmüşlerdi çünkü.

“Ben,” dedi “İngiliz değilim.”

Şarkıyı söyleyenler cevap vermediler. Biri İtalyanca konuşan kadın ve diğeri Türkçe konuşan bir adamdan müteşekkil bir sofranın önünde bıraktılar onu ve şarkılarının sesi azala azala uzaklaştılar.

Kadın ve adam birbirlerine boş, meydan okur ve bir noktaya kadar cinsel çekimle bakıyorlardı şimdi. Kadın ince belli bardakta bir çayı yere dökerken, adam da spagettiyi ikiye bölüyordu. Kâşif arkada çito mito sevimli bir müzik duymaya başlamıştı, eğlendi. Evlilik aynı kültürlerde de bir tür oyundu. Çok da takılmamak gerekiyordu.

Ama arkasından geçen tipleri görünce gözlerini hayal kırıklığa ile kapattı; ergenler peşindeydi… Bu müzikle bir yere doğru akıyorlardı. Kaderinin bu olduğunu düşündü ve takip etti onları. Aktıkları yer bir konser alanıydı ve alan hınca hınç doluydu. Sahnedeki yüksek bir platformun üzerinde Kastilya’yı temsil eden tacıyla bir 15. yüzyıl kraliçesi, memnuniyetsiz suratıyla oturuyordu.

Sahnede, ona dönmüş berbat bir ses ve kötü icra ile şarkı söyleyen sarı saçlı çocuk kendini ona adamıştı belli ki, ama kraliçe kâşifi seçmişti.

“Dudaklarımı oku,” dedi belirgin bir konuşma rutiniyle, “öncelikle Isabella, İzabelya değil. Ve kâşif… Benim için sonsuzluk ağacını bulabilir misin?”

“Burası ölümsüz zaten,” dedi kâşif, “burada esaslı hiçbir şey bulunamaz.”

Kraliçe hiçbir şey olmamış gibi aynı memnuniyetsiz suratlı ve sessiz haline döndü bu cevap üzerine.

“Ne kadar soğuk bir şey bu…” dedi kendi kendine kâşif halindeyken ve belinden bir ateş kavradı onu daha cümlesini bitiremeden!.. Sırtında sıcacık bir ten, kocaman göğüsler, adam akıllı şişman bir beden hissediyordu şimdi. O ateş nefes oldu ve kulağına fısıldadı, “Şu anda hemen, duygusal ve beni yükseltecek bir kadın veya erkek arıyorum. Telaşlı ve sakar olabilirim ama muhteşemliği ortaya çıkarmaya çalışıyorum, ondandır…”

Düşünmeden “evet” dedi ona ve dans etmeye başladılar. Yaklaşıp uzaklaşıp temas ederek ve vaad ederek hiçbir şey söylemeden dans ettiler. Yanan kömür gibi kadın enfes sesiyle çığlık attı finalde; “En sonunda amına koyim!” ve pufff… Yok oldu aynı anda!..

Kendini yalnız hissetti geçici kâşif, kulağında bir Fransızca şarkı vardı, tam duyamıyordu ama hissediyordu; son dans diyordu kulağına şarkı, son dans. Gökyüzüyle, gündüz, gece, rüzgarla, yağmurla dans ve dans ediyorum, dans, dans, dans, dans, dans, dans…

Ama burada gökyüzü yoktu. Burası değişikti, yabancıydı. Bura keşfedilemezdi. Burası… Ve ses değişmeden kulağındaki şarkı değişti, bir güç hissediyordu şimdi içinde, büyük bir güç, şunları duyuyordu o tatsız tuzsuz iki boyutlu evrende, “işte bu kadar alçaktır yaşam…” Güçle, hızla, tekrarla bunu duyuyordu. Bu keşif bitmeliydi artık. Her yerin anlamını kaybetmeye başladığını hissetti; bir kukla geçti önünden küfür kıyamet ama derin bakışlarla. Bir İskandinav akıllıca İskandinavya hakkındaki saçma sapan uzaylı imajını yıkıyordu gülmeden ama güldürerek. Yılanlar doldu her çeşit etrafına kâşifin nefret etmesine rağmen. Her gözü takıldığı yılandan sonra beş tanesi daha peydah oluyordu. Bunu anladığında başka bir yer, bir olay, bir manzara aradı gözleri ve buldu…

Birkaç adam birbiriyle rekabet eder şekilde bu evrende işe yarayacak ve yasa dışı olabilecek faydalı platformlardan bahsetmeye başlamışlardı ona. “Yasa dışı ise bana neden bunu öğretiyorsunuz?” diye sordu kâşif. “Neden bu kadar ciddiye alıyorsunuz?”

Uzaklardan caz gırtlağıyla bir cevap geldi; “Evet,” dedi “burası pek anlamlı bir yer değil ama eğlenceli, çok da takılma.”

Bu siyahi adam boş konuşuyor gibi gelmemişti ona, fraklar içinde birkaç arkadaşı ile bir tabut taşıyorlar ama türlü türlü dans ediyorlar, sanki bir cenazede değil de panayır eğlencesinde gibi davranıyorlardı. Çalan müziğin bir tür uzay operası soundtrack albümünden fırlamış olması olayı daha da sıra dışı kılıyordu.

“Bu kimin cenazesi?” diye sordu kâşif.

“Sizin efendim.” Bakışma gerginlikten ve aynı derecede anlamdan yoksun olunca tekrar cevap verdi grubun lideri “Baudrilliard’ın”

“Kimin?” kâşif, tüm vücudu ve mimikleriyle sordu tekrar aynı soruyu.

“Bodrilar.” ses tabutun içinden gelmişti. Adamlar tabutu indirip kapağını açınca içinden yetmiş yaşlarında Fransız aksanıyla konuşan yaşlı bir adam çıktı. “Adamlar o kadar geyiğe sarmış ki, sana bile James Bond esprisi yaptılar.” neden sonra durdu yaşlı adam, “Ah!” dedi “boş ver…Ben gidiyorum, Muhammed Ali ile takıl, adamın olağanüstü bir hayatı var.”

* * *

Gözlerini açtı, radyodan -podcastten değil- çalan müziğe takıldı, uzay şarkısı diyordu radyo, “yerine geri dön…

Kalktı fırlarcasına yerinden, kucağındaki telefon yere düştü. Kuş da omzunda değildi bu sefer. Balkona çıktı ve dışarı baktı bir heyecanla. Kız yerinde değildi. Ama biraz önceki fotoğrafın gerçeği karşısındaydı, hayat karşısındaydı. “Harcıyorsunuz kendinizi çocuklar dedi, ama hangimiz harcamadık ki…” Korkuluğuna dayandı balkonun, gülümsüyordu. Arkasından aniden kalkınca kucağından yere düşen telefonun çalma sesi geldi, bakmadı. Hayatı izliyordu, içine karışmak istedi, keşfedecek pek de bir şey yoktu aslında ya da çok şey vardı.

Bakışlarını sokağına çevirdi, Okan Bayülgen’i gördü. Ara sıra onu yürürken görürdü.

“Okan Bey!” diye bağırdı, adam sesin geldiği yeri bulamayınca bir kez daha bağırdı, “Okan Bey! Yukarı bakın.” Adam gözleriyle onu bulunca devam etti, “Sümer tabletlerinde, bu gençler bir garip oldu yazıyormuş. Çok da takılmayın, kaybedilmiş bir savaş bu…”

Okan Bayülgen sert bakışlarının ardından duramayıp “Sen deli misin?” diye vurguyla sorduğundaysa sadece güldü. Ama gülmesi uzun sürmedi. Bir an, sanki sonsuzmuş gibi süren bir an içinde; 15 yaşlarında, siyah şapkalı, siyah göz maskeli, yine siyah gömlek, siyah kot ve siyah spor ayakkabı giyen bir çocuk, nereden bulduysa iğnesiz kocaman bir şırıngayı iki eliyle kılıç gibi tutup, Okan Bayülgen’in önü kapalı balık sırtı pardösüsüne çok seri üç hareketle sıkıverdi.

Adamcağız üzerindeki Z’yi gördüğünde istikrarlı bir biçimde “Çocuğum sen deli misin?” derken çocuk kaçıyor, kâşif artık kahkaha atıyor ve hayat zenginliğinden bir kesit sunuyordu. Keşif denemezdi belki ama hayat her gün yeni bir keşifti. Kâşif, mutlu ve ümitli bir ruhla salonuna yeniden girerken, Okan Bayülgen de ne olduğunun son derece farkında, birkaç kez “Zorro çocuk” dedi, her seferi evden daha az duyulan ama daha pozitif bir his yayan şekilde.

“ZORRO ÇOCUK!”

“ZORRO Çocuk…”

“Zorro Çocuk.”

“zorro çocuk,”

ve o ikonik sesiyle kapattı hesabı.

“Güzel olaymış ama ya…”

Murat Barış Sarı

Selam, ben Murat Barış Sarı. Evli ve bir çocuk sahibiyim. Sade bir kalemim olduğunu sanıyorum. Genel olarak bilinç akışı anlatımını ve bilimkurgu fantastik edebiyat alanında cyberpunk alt türünü seviyorum. Diyaloglarım fena değildir, tasvirlerim fena. Farklı tarzlarda bir antoloji oluşturmaya çalışıyorum. Daha eskilerden; kısa filmlerim ve iki arkadaşımla yürüttüğümüz bir internet sitemiz de vardı. Tarihten de ayrıca hoşlandığımı belirtmeliyim, birinci şahıs anlatıcıyı daha çok sevdiğimi de… Kendimi şöyle tanımlıyorum: “Jack of all trades, master of none!..”

Öne Çıkan Yorumlar

  1. “Su soğuk ama girince alışıyorsun,” derler ya, öykünün oradan oraya bilinç akışı da beni biraz afallattıysa da okudukça alıştım. Popüler kültür referansları gülümsetti. Özgün bir tarzınız var.

  2. Teşekkürler @acimatriyarka, öyküyü okumanız ve beğenmiş olmanıza çok sevindim. Popüler kültür referanslarını yazmak da çok keyifliydi.

    Tekrar teşekkür ederim.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for MuratBarisSari Avatar for acimatriyarka

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *