Yağmurun sesi her şeyi bastırıyordu: eldivenli ellerini ceplerinde ısıtan askerlerin “Daha hızlı!” diye bağırışını, çamurlaşmış ama külçe kadar katı toprağı yarmaya çalışan küreklerin sesini, esirlerin arasındaki on beş yaşındaki çocuğun soğuktan titremesini ve iç çekişini.
Askerlerin kurduğu çemberin ortasında kırk esir, hektarlarca genişlikte ormanlık alanın kel bir bölgesinde kendi mezarlarını kazıyordu. Eski bir Çin geleneğine uygun olarak diri diri gömüleceklerdi. Gerçi bu, modern dünyada bir savaş suçuydu ancak şiddet ortamları insanoğlunun medeni maskesini kaldırır, altındaki vahşi ve kanlı yüzü ortaya koyardı. Birliğin komutanı, esirleri iz bırakmadan ortadan kaldırabileceği ve hesap vermek zorunda kalmayacağı bu yolu seçmişti.
Karanlık her şeyi örtüyordu, en çok da Sadık’ın kan ve yağmur ile karışan gözyaşlarını. Bir haftalık işkence boyunca ölmek için yalvarmış olmasına rağmen kalbi titriyordu. Kahramanlık öyküleriyle beslenmiş ve halkının kurtuluşu için en önden koşan gönüllülerden biri olmasına rağmen o henüz on beş yaşında bir çocuktu ve boğularak can verecek olmaktan korkuyordu. Destansı bir yanı olmayan, son derece doğal, insani ve gerçek bir korkuydu.
Kazı saatlerdir sürüyordu. Neredeyse sona yaklaşmışlardı. Sadık’ın içinde olduğu çukur bir buçuk metre derinliğe yaklaşmıştı. Bir ara başını yukarı kaldıran Sadık kimsenin onu izlemediğini fark edince küreğini bırakmadan soluklandı. Yüzünü silerken sessizce “Anne…” diye mırıldandı.
İçi bir anda öfkeyle doldu. Diz çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çukurdan çıkıp çevrelerini saran, emir veren, alay eden Çin askerlerine saldırmak istedi. En fazla ne olabilirdi ki? Ölüm, gece gibi ayaklarının dibindeyken ne kaybederdi? Belki de yanında birkaç kişi daha götürürdü.
Tükenmişliğin verdiği güçle çukurdan sıçradı. En yakınındaki askere doğru koşarken “Direniş!” diye haykırdı. Bu nida diğer esirleri kendine getirdi. Küreklerini havaya kaldıran esirler mezarlardan çıkarak askerlerin üzerine yürüdü. Namlu alevleri geceyi aydınlatırken Çinli komutan, Sadık’ı arkadan yakaladı ve yere yatırdı. Yüzünün sol tarafı çamura batan çocuk göğüs kafesini çatlatırcasına derin nefesler alıyor; karnından, ayaklarından, kafasından vurulan kader arkadaşlarının çukurlara sürüklenişini seyrediyordu.
İki çift postal gördüğü manzaraya siper oldu. Bunlar Sadık’ı o çukurlara gömmek için almaya gelen askerlerdi. Ancak komutan, bu cüretkâr tutsağı diğerlerinden daha uzun ve aşağılayıcı bir ölümle cezalandırmak istiyordu. Ellerini kelepçeledi, kafasına bir poşet bağladı ve tutsağı askerlerine teslim edip en yakın kanalizasyon çukuruna atmalarını emretti.
Sadık dakikalar sonra kendini karanlık ve ağır kokulu bir tünelde buldu. Parmak uçları yaşadığı stres ve gerilimden dolayı uyuşmuştu. Ayağa kalktığında içerideki pislik dizlerine kadar geliyordu. Diz çökerek pisliğin içine iyice girdi, ayaklarının altından kelepçeli ellerini geçirdi ve kafasındaki poşeti yırtıp attı. Artık nefes alabiliyordu.
Midesini çıkarıp atarcasına kustu. Körlemesine bir yöne doğru ilerlemeye başladı. Nabzı kuşların kanat çırpma hızıyla yarışıyordu. Bu halde bilinmezliğe yürüdü. Nefes alıp verir gibi bilinçsizce, gücü yettiğince dayanmak için kendine söz vermişti.
Zaman algısı karanlıkla birlikte yitti. On dakika mı yürümüştü yoksa on saat mi, kestiremiyordu. Yürüyüşü pek yavaşlamıştı. Hatta eğer durup dinlenmezse bayılıp düşeceğini sanıyordu. Akan suyun sesine silah sesleri eşlik ettiğinde, kanına karışan adrenalin onu diriltti. Arkasını dönüp kaçarken karanlığı tam ortasından delen bir parlamayla birlikte bilincini yitirdi.
Rüyasız bir uykudan uyandığında kendini ışıklı bir odada yatarken buldu. Başı tonlarca ağırlık bağlanmış gibi ağrıyordu, üstü başı hâlâ ıslaktı ve pis kokuyordu. Kelepçe bileklerini zapt etmeye devam ediyordu. Demek ki onu hiç temizlemeden öylece getirip buraya yatırmışlardı. Üzerine düşen gölge ışıkla arasına girdiğinde Sadık, gözlerini kırpıştırdı ve üniformalı bir askerin yanı başında durduğunu fark etti. İlkin tekrar yakalandığına dair bir korkuya kapıldı fakat deniz kuvvetleri üniformasının AKO’ya ait olduğunu fark edince derin bir nefes aldı. Kurtulmuştu. AKO, yani Anadolu Kurtuluş Ordusu’nun elindeydi, evindeydi.
Erdemle sınırlanmamış güç her zaman daha fazlasını isterdi. 21. yüzyılın ortalarına doğru dünya, tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi iki kutuplu bir hale gelmişti, bir tarafta Amerika’nın liderlik ettiği Batı Bloğu, diğer tarafta da Çin’in önderliğindeki Doğu Bloğu. Yüzyılın yarısı geçtiğinde ve nükleer silahlar, meşhur başkentlerle ilerlemiş teknolojiyi yok ettiğinde, dünya bir buçuk asır geriye gitti. Artık 1. Dünya Savaşı’ndaki gibi cephe savaşı yapılıyordu. İnsan canı bozuk para ucuzluğunda yitiyordu. Kâh siperlerin ardında kâh radyasyonun zehirli dumanında…
Türkler, tıpkı 1900’lerin başında tek yumruk olup topyekün savaştıkları gibi şimdi de Anadolu topraklarını işgal eden kanlı postallara Anadolu Kurtuluş Ordusu’yla direniyordu. Profesyonel askerlerden gönüllü gençlere, profesörlerden köylülere kadar çok kapsamlı bir kadrosu vardı. Sadık ilk yıllarda yaşı küçük olduğu için geri hizmetle yetinmek zorunda kalmış, on beş yaşına bastığı an gönüllü olarak orduya yazılmıştı. Savaş yaklaşık yedi yıldır sürüyordu ve bu, Sadık’ın çocukluğunun neredeyse bütünüyle savaşta geçtiği anlamına geliyordu.
“Ben Amiral Kasım.” dedi omzu yıldızlı, üniformalı adam. “Birliğimiz seni altyapı devriyesi sırasında buldu. Kimsin sen?”
“AKO askeriyim.” Doğrulmaya çalıştı ama güç yetiremedi.
“Üzerinden neden künye çıkmadı?”
“Çinlilere esir düştüm.”
Amiral düşünceli bir ifade takındı ve belirsiz bir noktaya baktı. “Çin istihbaratından olmadığına nasıl emin olabiliriz?”
Delikanlı sustu. Hayatta kalmak kadar zor bir işle, güven sağlamakla yükümlü olduğunu fark etmişti. Nihayetinde “Beni dilediğiniz şekilde sınayabilirsiniz.” dedi. “Sadık bir AKO askeriyim ve bunu kanıtlamaya hazırım.”
Amiral bu cevaptan hoşlanmıştı. “Kimsin sen?” diye sordu tekrar.
“Sadık Soran, 2052 doğumluyum, Ankaralıyım.”
Deniz subayı arkasını döndü ve parmaklarını şıklattı. Bunun üzerine üniformalı başka bir asker demir kesme makası getirip kelepçeyi kesti. Omuzlarından tutulup ayağa kaldırılan Sadık, sorması gereken ilk soruyu henüz düşünebilmişti. “Neredeyim ben?”
Kasım manalı bir gülümsemeyle “Artık güvendesin.” demekle yetindi.
Burası alçak duvarlı beyaz odalarla dolu, Rubik küpün renksiz halini andıran bir tesisti. Her odada metal merdiven, birden fazla kapı, alttaki ve üstteki odalara açılan kapaklar vardı. Ayrıca her eşyada SAD yazıyordu: duş başlığında, bornozda, havluda, temiz yeni üniformada, hatta iç çamaşırlarında. Sadık banyo, doktor muayenesi ve yemekten sonra Kasım ile tekrar bir araya gelebildi ve bu kısaltmanın anlamını sordu.
“Sine-i Arza Dönüş.” dedi orta yaşlı amiral.
“Sine-i Arza Dönüş,” diye tekrarladı genç asker. “Ne demek?”
“Arzın, yani Dünya’nın bağrına dönmek demektir.”
Sadık bir müddet bu cümlenin anlamını düşündü. “Yerin altındayız.” diye mırıldandı. Oturduğu yerde huzursuzca kıpırdanıp ateşli bir sesle “Nasıl yani komutanım, bu kadar mı?” diye sordu. “Çinlileri fareler gibi yer altında saklanarak mı yeneceğiz?”
Gençlik ateşiyle savaşçı onuru kaçmayı ya da saklanmayı kabul edemiyordu. Kasım, Sadık’ın irileşen göz bebeklerine bakarak “İzah edeceğim.” dedi. “Dört unsur teorisini biliyor musun?”
Diğeri bir süre sessiz kaldıktan sonra “Antik bir hurafe.” dedi. “Ateş, su, toprak, hava. Evreni oluştururmuş bunlar güya!”
Amiral uzakta duran askerlerinden birine işaret etti. Kâğıt ve kalem getirdiler. Kâğıda bir pentagram, beş köşeli yıldız çizdi. Yıldızın dört köşesine küçük üçgenler çizdi: sol üst köşeye ortasında bir çizgi bulunan düz üçgen, sağ üst köşeye ortası boş ters üçgen, sol alt köşeye çizgili ters üçgen, sağ alt köşeye de boş düz üçgen. Bu üçgenlerin yanına da sırayla “hava”, “su”, “toprak” ve “ateş” yazdı.
Yıldızın üst köşesi boş kalmıştı. Buraya da bir çember çizen amiral, “ruh” yazarak Sadık’a uzattı.
“Beş köşeli yıldız, gizliciliğin temel sembollerinden biridir ama biz bu manasıyla ilgilenmiyoruz. Elinde tuttuğun, bizim varoluş stratejimizin bir gösterimi.”
“Nasıl?” dedi genç, ilgiyle.
Amiral bir süre düşündükten sonra “Bu kağıt ayrıntıları aktarmam için yeterli değil.” dedi. “Konferans salonuna geçelim.”
Büyük kırmızı koltukların tribün düzenine göre döşendiği konferans salonu hilal şeklindeydi. Tavan akustiğe uygun olacak şekilde hafifçe bükümlü olarak inşa edilmişti. Sadık başını havaya kaldırarak hayretle etrafı incelerken amiral öksürdü ve genç askerin dikkatini çekti. Beyaz, ayaklı bir tahtanın önünde duruyordu ve elinde silinebilir tahta kalemi vardı.
“Her ne kadar bu sembolü okült manada kullanmadığımızı söylesek de…” dedi kağıda çizdiklerinin aynısını tahtaya işlerken. “Bu, onlardan ilham almadığımız anlamına gelmez. Vitruvius Adamı’nı hiç duydun mu?”
Genç asker kaşlarını çattı. Bu kavram ona pek yabancı gelmişti.
Kasım, tahtanın boş kısmına bir çember çizdikten sonra ortaya kolları ve bacakları iki yana açık bir insan figürü yaptı. Ardından aynı figürün kollarının ve bacaklarının pozisyonunu değiştirerek bir daha çizdi, sanki dört kollu ve dört bacaklı tek bir insan olmuştu. Tabanı, çemberin tabanına dek gelecek bir kare çizdi. Şimdi, insan figürünün parmaklarının ucu çembere ya da kareye temas ediyordu.
“Leonardo da Vinci’yi biliyor musun?”
“Evet.” dedi çocuk duraksamadan. “Büyük ressam.”
“Aynı zamanda oranlarla ilgilenen bir matematikçi. İşte Vitruvius Adamı, da Vinci’nin bir günlüğünde yer alan eskiz. İnsan vücuduyla kainatın işleyişi arasındaki benzeşimi keşfetmek. Peki sence kare ve çember ne anlama gelir Sadık?”
Delikanlı derin bir nefes aldı. Gözleri belirsiz bir noktaya odaklanmış ve sabitti. Bir dakikayı aşan bir sessizlikten sonra içini çekti. “Tahminim yok.”
“Kare insanın maddi varlığıdır.” Tahtadaki adam dikkatlice kareyi ve ona dokunan kol-bacak ikilisini sildi. Şimdi tahtada sadece çember ve o çemberin içinde duran insan kalmıştı.
“Çember ise…” dedikten sonra durakladı ve genç askerin gözlerinin içine baktı. Devamını onun tamamlamasını bekliyordu. Sadık susmaya devam edince alçalan bir ses tonuyla “İnsanın ruhani varlığıdır.” dedi.
Derin bir sessizliğin ardından Sadık’ın gözlerinde bir kıvılcım parladı, kelimeler, aralanan dudaklarından şelale gibi dökülmeye başladı.
“Çember… Ruh… Gerek Da Vinci’nin çiziminde, gerek elementlerin gösteriminde ruhun simgesinin çember olması boş bir rastlantı değil. Ayrıca maddi varlığı da kare temsil ediyordu. Kare dört köşelidir. Maddesel elementler de dört tane ve simgeleri de üçgen şeklinde. Doğru oranlardaki dört üçgen birbirleriyle birleştirilirse bir kare olur. Yani bu dört element maddi dünyayı oluşturuyor. Bu semboller birbirleriyle benzer. Hayır… Benzer değil, aynı. Aynı şeyi anlatıyorlar.
Ayrıca şu adamın kafası, elleri, ayakları pentagramın köşelerine dek geliyor. Pentagram ‘insan’ demek, ‘insan’ı temsil ediyor.”
Kasım, Sadık’ın kırk yıllık hatip gibi akıp giden sözleri karşısında hayretini belli etmedi. Sessiz ve ilgili bir şekilde dinlemeye devam etti. Genç asker mevzunun özünü kavramıştı, hatta tecrübeli amiralin üzerinde durmadığı bazı ayrıntıları bile yakalamıştı.
“Evet,” dedi. “Bu sembol insanın temsili.” Başına dokundu. “Ruh… Ruh başımızda. Yani beynimizin, vücudun yönetiminin olduğu yerde. Bilinç beyindedir. Varoluş stratejimizin beyni yıldızın en üst noktasında.”
Nihayet sustu. Bir tepki bekleyerek amiralin gözlerinin içine baktı. Kasım başını hafifçe eğerek “Tebrik ediyorum.” dedi.
“Simgeleri önemsiz sanırdım.” dedi genç, bir şeyler keşfetmenin verdiği heyecanla. “Oysa sayfalar dolusu, hatta kitaplar dolusu bilgiyi barındırabiliyorlar. Şimdi anlıyorum.”
“Bugünlük bu kadar eğitim yeter, Sadık Soran.” dedi amiral. “Bu sembole yüklediğimiz diğer anlamları da gün be gün öğreneceksin. Şimdi sen anlat bakalım.”
“Neyi?”
“Kimsin, ailen nerede, bu savaşa nasıl katıldın, nasıl esir düştün, neler gördün, nelere şahit oldun?”
Sadık arkasına yaslandı. Gözleri tavana, sol tarafa kayarken hayalinden sandığa kaldırdığı anılar geçiyordu. “Ben…” dedi, yutkundu, “Kendimi bildim bileli bu savaşın içindeyim. Ailemizde üç şehit var. Babam, ablam, ağabeyim ben küçükken aynı yıl içinde şehit oldular. Annemle tek başına büyüdüm.”
“Şimdi tek başına.” dedi amiral, düşünceli bir şekilde.
“Maalesef komutanım.”
“İsmi nedir? Getirtelim.”
Sadık, annesinin adını ve yaşadığı yeri söyledi. Daha sonra Kasım ona okula gidip gitmediğini sordu.
“Hayır, resmi olarak bir eğitim almadım. İlkokula bile gitmedim ama annem bana okuma yazmayı öğretti. Kitaplarla arama sıkı bir bağ ördü. Ne öğrendiysem ya annemden ya da kitaplardan öğrendim.”
“Demek okumayı seviyorsun.” Tecrübeli asker çenesini sıvazladı. “Sana bir kitap versem yarın sabaha kadar bitirebilir misin? Çok değil, iki yüz küsur sayfalık.”
“Emredersiniz komutanım.” dedi genç, hızlı bir el hareketi ve acemice bir selamla.
Akşam vakti geldi. Sadık, alçak tavanlı beyaz eşyalarla dolu odasında, “SAD” logosunun işlendiği çalışma masasına oturarak kitabı incelemeye başladı. Kitabın dünya haritası baskılı bir kapağı ve “Mu” adında kayıp bir kıta ile ilgili bir başlığı vardı. Sinan Meydan’ın Atatürk ve Kayıp Kıta Mu adlı kitabı… Oldukça ilginç bir konu olduğunu düşündü. Dünyadaki tüm kıtaların eskiden birleşik olduğunu ve uzun jeolojik devirler içerisinde ayrıldığını biliyordu ama kaybolmuş, batmış bir kıtayı hiç duymamıştı.
Kitap o kadar eski duruyordu ki genç asker ilk sayfayı çevirip yayın tarihine baktı. 2007… Tam altmış yıllık bir kitaptı. Mu kıtasının Türklerin Orta Asya’dan önceki yurdu olduğuna inanılıyordu ve bir zamanlar Atatürk’ün de araştırma emrini verdiği bir konuydu.
Kitabın girişinde Atatürk’ün bir sözü vardı. Sadık titredi ve tüyleri diken diken oldu.
“… Yakın ve uzak çağlar düşünülürse Türk’e yurtluk etmemiş bir anakara yoktur. Bütün yeryüzünde Asya, Avrupa, Afrika, Türk atalarına yurt olmuştur. Bu gerçekleri yeni tarih belgeleri göstermektedir…”
“Ya şimdi,” diye düşündü. Elde avuçta kalan bir avuç topraklarına, amansız düşman, onları diri diri gömmeye çalışıyordu.
Kitap onu sandığı kadar etkilemedi. Bugünlerde çoktan çürütülmüş, 1900’lerin başında rağbet gören Mu kıtası teorisinin birkaç antik tabletten ibaret olan dayanaklarını anlatıyordu. Bu bilgiler güncele ilişkin ne söyleyebilirdi? Yalnızca, geometrik şekillerin antik tabletlere göre dinsel anlamlarını veren bilgileri not aldı. Kare, yeri, dünyayı simgeliyordu. Dört köşesi, dört ana yönü gösteriyordu. Birbirinden uzak coğrafyalarda aynı sembollerin aynı manaları ifade etmesi, doğrusu, şaşılacak şeydi.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra enerji ünitesine gittiler. Tecrübeli asker, yeni yetmeyi, enerji üreteçleri arasında gezdiriyordu. Burası, tesisin hijyenik beyazlığından uzaktı, toprak katmanları arasında açılmış boşluklardı. Sadık ise amiral ile sohbet ederken kitap hakkındaki soru işaretlerini paylaştı.
İnsanlığın Mu kıtasından türediği iddia ediliyordu. Mayalardan Da Vinci’ye kadar benzer anlam ifade eden bir sembol dilinin varlığı ona heyecan veriyordu, vermesine ama “Sine-i Arza Dönüş” projesi ile bütün bunlar arasındaki bağlantı neydi?
“Mu kıtası diye bir yer hiç olmadı, son araştırmalara göre Pasifik Okyanusu’nda batan bir kıta olmadığı ortaya çıktı,” dedi. “Niçin eskimiş bir masala bu kadar değer veriyorsunuz?”
Kasım, buna karşılık olarak “Düşün!” diye emretti.
Sadık, enerji üreteçlerinde gözlerini gezdirdi. Eski bir masal, geleceğin hakikati olabilirdi. Ateş, radyasyon ve kan, yeryüzündeki hayatı gün be gün yok ederken, arzın bağrına dönenler bekliyordu ve nesillerce bekleyecekti. Zaman bir sınır hattı çizerken varoluş stratejisi işte buydu: dirilişin kader olduğu bir çemberde beklemek ve hayatta kalmak.
Gün gelecek ve doğa bu büyük savaşın izlerini temizleyecekti. Çernobil kalıntılarından nasıl yine çiçekler büyüdüyse bir gün, nükleer aptallıkla varlığını yok eden insanların anılarını da silecekti. İşte o gün yer altından birileri çıkacak ve dört yöne dağılarak medeniyeti tekrar, tertemiz olarak kuracaklardı. Koca gezegen, yıldızının etrafında binlerce kez daha döndükten sonra kayıtlar Anadolu’yu insanlığın başlangıcı olarak anacaktı.
Zamanın kuyruğunu yiyen bir yılan olduğunu düşündü. Antik tabletlerin aslında Anadolu Kurtuluş Ordusu’nu anlattığını düşündü. Uzak gelecekle uzak geçmişin el ele tutuştuğunu ve ilk insanın SAD tesislerinde doğduğunu düşledi. Huşuyla soluk aldığında içinde ne korku ne de keder kaldı. Toprağın altındaki sükunet, vücudundan gelen nefes ve nabız seslerini duyurdu. Sanki bizatihi Dünya nefes alıyor, Dünya’nın kalbi atıyormuş gibi.
Sadık ve Dünya’nın varlığı arasındaki sınır belirsizleşti. Sanki gezegen oydu, o da gezegenin ta kendisi. Zihninin içinde olup bitenlere şahit olanlar karar veremezdi, sine-i arza dönüşün mümkün olup olmadığına: Yaşam ve ölümü ayıran sınırda, nefes almaya hasret bırakan bir işkence altında kurduğu hayal mi? Yoksa hakikat mi?
- Sonsuzluk Oteli - 1 Şubat 2024
- İnci Dalgıcı - 1 Kasım 2023
- Hayal Gezgini - 18 Eylül 2023
- Sine-i Arza Dönüş - 1 Temmuz 2023
- İstihkak - 1 Mayıs 2023
Merhaba.
Öyküyü çok güzel bir şekilde Atatürk’e, Anadolu’ya ve Kayıp Kıta Mu’ya bağlamışsın ama öykünün sonunun aceleye getirildiğini düşünüyorum. Sadık’ın öykünün sonundaki düşünceleri biraz daha detaylandırılarak okuyucunun zihni aydınlatılabilirdi. Ayrıca 4 element ile Sine-i Arza Dönüş arasındaki bağlantıyı anlayamadım.
Genel anlamda güzel bir öykü ama aceleye getirilmiş olduğunu sezdim.
Kalemine sağlık.
Ek 1: Öyküyü ikinci defa okudum; ilk okuduğumda kafama oturmayan yerler şimdi daha anlaşılır oldu ama hâlâ öykü zihninde (ya da defterinde) biraz daha damıtılsaydı daha iyi olurdu diye düşünüyorum.
Ek 2: Üslubunu ve seçtiğin konuları beğeniyorum. Klişe konulardan uzak duruyorsun ve öykünün sonunu okuyucunun beklemediği bir şekilde bağlamayı başarıyorsun.
Çok teşekkür ederim içten yorumun için
Sine-i Arza Dönüş’ün sesli hali yayında: