Öykü

Yansıma

Ayna benim en iyi arkadaşımdır. Çünkü ben ağladığımda, o asla gülmez.”
Charlie Chaplin

Güneş doğdu ve battı. Defalarca. Ancak perdeleri sıkı sıkıya çekili o evde, o odada oturan adam bunu hiç bilmedi, bilemedi. Ellerini başının arasına almış, zaman zaman saçlarını karıştırıp kaşıyordu. Tik halinde, belli bir periyotta gelen bu krizler çabuk geçiyor; tekrar hareketsiz hale bürünüyordu gözlerinin altı mosmor olmuş olan adam.

Bazı bazı tüm vücuduna bir titreme geliyorsa da saçlarını karıştırma tiki gibi kısa sürüyordu bu vücut seyirme hali. Adamın bütün bu yaşananları engelleyebilecek gücü olması bir yana, hiçbir şeyin farkında değil gibiydi.

Oda orta büyüklükte sayılırdı. Adam bir köşesinde, tam iki duvarın bitiştiği “üçgen”de çömelmiş, fetüs pozisyonunda yatıyordu. Odada tahta, eski püskü bir masa vardı; diğer köşede bir şilte yatak, renkleri solmuş bir kilim yerde. Masanın üzerinde birkaç kağıt ve tepesi kemirilmiş tahta bir kalem –elbette ucu kütleşmişti.

Adamın vücudundaki seyirmeler gittikçe artıyordu. Profesyonel bir doktor müşahade altına alsa, bir ihtimal kurtulabilirdi ama bu kontrolsüz haliyle mayından bir farkı yoktu. Üç odalı evde tek başına yaşıyor olması insanlığın lehineydi, haliyle.

Cidden tek başına mıydı peki?

Ender zamanlarda açılan gözleri odayı deli gibi tarıyor, duvar diplerine; köşe bucağa bakıp geri kapanıyordu. Sanki birilerinden veya bir şeylerden korkuyor gibiydi. Derin derin nefes alıp tıksırarak veriyordu. Yutkunmakta güçlük çekiyordu ve derisi kurumuş; pul pul dökülmeler gözlenmeye başlamıştı.

Eliyle havaya belli belirsiz bir şeyler çizmeye başladı. Ve birden ayağa fırladı.

Birkaç saniye başı döner gibi oldu, gözleri titreyip kapandı ve elleriyle duvara yaslanıp ayakta durmaya çalıştı. Kusmaya gayret etti ama midesi bomboştu. Boş bile değildi, artık kendisini sindirmeye başlamış; mide öz suyu bile ağzına gelmez olmuştu. Yere düşmemek için çok uğraştığı belliydi. Dizleri titriyor, ayakları bileklerinden itibaren çöküyordu ama ayakta durmayı çok istiyor gibiydi! Nihayetinde beş dakikalık bir çaba meyvesini verdi ve ayakta yürüyebilecek bir hale geldi.

Odanın kapısını açtığında evdeki koku hissedilebilir bir seviyeye yükseldi. Bir an burnuna koku farkı çarptıysa da, çok kısa sürdü. Koku eşiği fark edilebilir bir şekilde düşmüştü. Ev kapkaranlıktı, yolunu bulmak için biraz uğraşması gerekti. Kafası karışıyordu, dikkati dağılıyordu. Derin bir nefes almaya çalıştı, boğazından kanla karışık ufak bir balgam çıktı. Kusamamasının acısı çıkıyordu. Kan pıhtısından bozma bu minik virütük üretime korkuyla baktı adam. Sanki algısı yetmiyordu, anlamıyordu; anlayamıyordu.

Gözleri iyice şişmiş bir halde tuvalete girdi. Aynanın üzeri örtüyle kapatılmıştı. Çiş yapmaya çalıştı, başaramadı. Kasıklarında müthiş bir acı hissediyordu. Sanki apandisti içinde patlamış ve tüm idrar yollarını tıkamış gibiydi. Yüzünü astı.

Tuvaletten çıkınca koridora yöneldi. Mutfakta yiyecek bir şey bulmayı ummuyordu elbette, olan son yiyeceğin de günü çoktan geçmiş olmalıydı.

Antreye geldi, portmantonun üzerindeki aynanın da üzeri örtülüydü. O an kafasına dank etti, korkuyla dönüp oturma odasına baktı…

Televizyonun ve raflardaki tüm fotoğraf çerçevelerinin üzerinde örtü vardı.

“Yansıma…” diye homurdandı adam, boğazından fışkıran harfler milyar ışık yılı öteden geliyormuşçasına üşengeçti.

Gözlerini kıstı, yansıma yapabilecek tek bir şey olmadığına emin olmak istercesine etrafına bakınıyordu. Yoktu. Oturma odasındaki her türlü cam, kapatılmıştı. Rahat bir nefes aldı. Duruşu dikleşti –bulunduğu koşullarda ne kadar dikleşebilirse- ve adımları daha sert bir hale büründü. Mutfağa girdi.

Yiyecek bir şey tabii ki yoktu. Buzdolabındaki soğuk hava yüzüne çarpınca üstündeki kokuyu fark etti. Kafası iyice karışıyordu, eli ayağına dolaşıyordu. Hele tüm bünyesine hasıl olan kararsızlık hissi! En fenası buydu. Kendisini biraz ‘güçlenmiş’ hissediyordu. Evde tek bir yansıma görememişti. Eli titreyerek buzdolabının üstüne magnetle tutturulmuş minik yeşil post-it tomarına bağlı kalemle en üstteki kağıda “Temizlikçiye parasını öde” yazdı. Sonra ‘öde’ kelimesinin altını çizip bir de gülücük koydu. Rahatlamıştı. Yeni bir güne başlamak istiyordu; kirli ve açtı. Önce temizlenip sonra eve bir yemek söylemeye karar verdi. Durdu, gülümsedi.

Kararsızlığı silinip gitmişti.

“Yeni bir başlangıç!” diye mırıldandı, sesi bu kez çok da kötü çıkmamıştı. Duşakabinin musluğunu çevirdi, sıcak su önce yüzüne çarpıp uzamış sakallarından süzülerek yere damlamaya başladı. Üstünde terden lime lime olmuş ve kokudan rezil bir hale bürünmüş kıyafetlerini çıkardı. Çamaşır makinesine bile koymadı; kenarda duran mavi çöp poşetlerinden bir tane çıkarıp içine tıkıştırdı. Gayri ihtiyari, aynanın olması gereken yere baktığında bir örtüyle karşılaşınca önce irkildi, sonra gülümsedi. Vücudunu kendisi kontrol etti; ufak tefek çizikler haricinde bir anda aşırı kilo vermesinden kaynaklanan, çıkıntı yapmış kemikleri vardı.

Hayıflandı.

Duşa ayaklarını soktu, çenesini iyice kaldırmıştı. Su tüm yüzüne çarpıyor, zıplayarak sağa sola dağılıyordu. Her damlada biraz daha rahatlıyordu, her damlada biraz daha…

Su damlaları gözkapaklarını döverken bir ses duydu; tanıdık bir sesti. Biraz boğuk geliyordu ama geliyordu. Duymamak için eliyle uzandı ve musluğu çevirdi. Su şiddetini arttırmıştı ama beklediğinin aksine, ses de kuvvetlenmişti. Adeta bas bas bağırıyordu. Soluk soluğa kaldı. Bu imkansızdı. Her türlü aynanın ve camın üzeri kapanmıştı, ses kaybolmuştu. Finish, die ende, son.

Ama kulakları öyle demiyordu.

Dikkat kesildi.

“Beni öldürebileceğini mi sandın piç kurusu!” diye bağırıyordu, defalarca. Suyu kapattı adam. Sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştı.

“Doğada her şey aynadır, gerizekalı. Dışarıdan yiyecek söylersin, yanında gelen kutu kolanın ambalajında yansıma olur; dışarı çıkarsın, çimenin üstündeki çiğ damlasında yansıman vardır… Artık bana alışsan iyi olur, bu hep böyle olacak… Senin içindeki kötücül hisler beni doğurdu. Önce kendini yenmeye çalış. Salak herif.”

Sesin nereden geldiğini hala anlamadığı için soluk soluğa kalmıştı, tıkanmıştı. Saçı sakalı ıslak; sular şıp şıp yere damlarken duşakabinde duruyor, etrafına bakıyordu. Dizlerinde bir sancı hissedince eğilip ovuşturmaya başlamıştı ki onu gördü. O habis melunu. Onu ilk gördüğü anki gibi güçlü ve büyüktü hala.

Bir gün işyerinde lavaboda saçlarını düzeltirken görmüştü ilk kez bu fitneci yaratığı. Aynanın öte yüzünden kendisine bakıp gülümsüyordu. İrkilmiş, korkmuş, tırsmış ve birkaç gün aynalara bakamamıştı. Ancak gittikçe güçlenmiş bu yaratık, o bakmasa dahi aynalardan kendisine seslenmeye başlamıştı. Bir akşam evde tek başına yemek yerken porselen tabaktan bile fırlayınca adam kendisini kaybetmişti. Artık dengesiz günleri başlamış, işinden kısa sürede ayrılmak zorunda kalmıştı. Bir temizlikçi ayarlayıp tüm aynaların üzerini kapattırmış fakat odasından günlerce –belki de haftalarca- çıkamamıştı. Şimdi buradaydı. Bu küçücük kabinin içinde…

Su birikintisinin içinden kendisine bakıyordu. Hala çirkindi, hala kötü. Ağzını açtı, konuşmak istiyordu. Adamsa, duymak istemiyordu. Bağırarak elini kolunu sallamaya başladı, eli duşakabine çarptı ve yansımaz camdan yapılmış kabin tuzla buz oldu. Çırılçıplak ve üşüyorken odasına dönüp kapıyı kapattı. Titreyerek duvar dibine gitti, kendisine sarılıp gözlerini kapattı. Uyuyakalmıştı.

Titremesi iyice artmıştı ki, uyandı. Bulanık rüyalar zincirinden kopmuştu. Su üzerinde kurumuş, haliyle tüm soğuğu üzerine toplamıştı. Zangır zangır titriyordu. Elleriyle üzerini ovmaya başladı. Eli omzundan dirseğine kadar her inişinde daha da ısınıyordu adam. İronik bir şekilde, eski bir masalda tüm kibritlerini yakarken hayal gören ve en sonunda donarak ölen kibritçi kızı hatırladı. Gülerken öksürmeye başladı. Elini öksürüğünü bastırmak için ağzına götürdüğünde büyük bir acıyla titredi. Dudakları paramparça olmuştu.

Korkuyla ellerine baktığında daha da dehşete düştü. Duşakabinin camları elini kesmiş, kanlar elinde kurumuş ve daha fenası; cam parçaları irili ufaklı halde ellerine saplanmıştı. Gözleri büyümüş bir halde omuzlarına baktı; lime lime doğranmışlardı. Baygınlık geçirecek oldu, nabzı yavaşlamış olmalıydı. Tansiyonu düşüyordu. Kalbinin atmayı her an bırakacağından korktu. Gözleri karardı. Kızgınlıkla kendine vurmak için elini kaldıracak oldu, gücü kalmamıştı. Kolu yerden kalkmadı. Artık üşümüyordu…

Tüm kibritleri yanmış, tüm hayalleri tükenmişti.

Ama ölüm, masaldaki kadar mutlu edici bir şekilde gelmiyordu. İçinde bir yerler acıyordu.

Çok acıyordu.

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Yansıma” için 4 Yorum Var

  1. Öncelikle merhabalar!
    Hikayenizi okurken bazı yerlerde biraz eksiklikler hissettim. Mesela adamın evde korkuyla sinmiş otururken neden birden kalkmaya karar verdiğini, yeni bir başlangıç yapmak istediğini çok anlamayamadım. Yani korkuyla otururken onu cesaretlendiren şey neydi? Bu biraz havada kalmıştı sanki.
    Özellikle hikayenin girişi, başlangıcı hoşuma gitti. Betimlemeleriniz hoştu.
    Ellerinize sağlık.

  2. Selamlar alpi;

    Uzun bir aradan sonra yeni bir öyküyle aramıza katıldığını görmek güzel. Ayna teması için seçtiğin konu çok hoşuma gitti. Zaten böyle karanlık hikayeleri daha iyi yazdığını düşünmüşümdür hep. Külün Gülleri gibi mesela… Bu hikayende de o gizem havasını sezdim hafiften. Ama bir konuda altınbukle’ye katılmak zorundayım maalesef. O da bazı şeylerin biraz havada kalması…

    Adam neden yansımalarda o iblisi görüyor? Neden bir anda cesaretlenip ayağa kalkıyor? Bu sorular boşlukta asılı kalıveriyor öykü bittiğinde. Bir de en sonunda cam parçaları üzerinde yeniden o yaratığı kendisine kahkahalarla gülerken göreceğimi ummuştum.

    Yine de güzeldi. Özellikle betimlemeler konusunda bayağı iyiydin. Daha sık yaz.

    Kalemine sağlık…

  3. Merhabalar, altınbukle ve mit’e teşekkürler. Yorumlarınıza (ve mit’in “Daha sık yaz” temennisine) katılıyorum. Havada kalmışlık doğrudur, ancak öyküde ben daha çok okuyucuya pas atmayı severim. Yani, okuyucu kendi kafasında bir gelişim ve sonuç süreci yaratsın; öykü bitince “Ha, öyleymiş” deyip öyküyü kapatmasın isterim. Bu bağlamda başarılı sayılabilir, neticede merak yaratmış. Ama tren temasına belki bu öyküyü bütünleyen bir başka öykü yazarız, kim bilir 🙂

  4. Kısa öyküleri her zaman sevimli bulmuşumdur, korkutucu olsalar bile. Bu da öyle bir öyküydü. Sevimli ama ürkütücü.

    Sade bir üslubun sade bir kurguyla birleşimi güzel olmuş. Bugüne kadar çok kez rastladığımız bir olayı, aynadaki “herif” olayını bir de siz anlatmışsınız, güzel anlatmışsınız. Betimlemeler güzeldi, adamın o bitik hali de güzeldi. Özellikle “doğadaki her şey aynadır” fikrini çok beğendim.

    Tebrikler.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *