“Guyucu Başa emir virmiş ya! Emred olsa dahi Celaliyi boğuvirin dimiş!”
“Gendü ellerüyle el kadar bebecüğü bile boğazlamuş! Celalünün Azraülü deerler imüş!”
Ömrü kısmen taşradan geçtiğinden konuşmalarına aşina olan ancak Kostantiniyye görmüşlüğü olduğundan bir türlü alışamayan Kadı Abdülselam içinden söylene söylene akşam alacasında at sürmekteydi. Celali taifesinin taşrayı kasıp kavurduğu vakitlerdi. Gideceği kasaba sancağa yakın olsa da, sancak beyi yanına kapu halkından iki levendi verip tayin edildiği köyün yolunu tutmuştu. “Celalîye denk gelir miyiz?” endişesi adeta içini kemirip durmaktaydı.
Bir anlık leventlere dönüp sordu: “Dere tepe gideriz. Yok mudur sonu?”
Leventlerden biri karşılık verdi: “Gonahtan çıhmadan yolu sölledilerdi. Daa dipeye doğru yol var. Hayvanlar çıkamayor. Giceye doğru ateş yahmak lazım gelir gadı efendi.”
Öteki de onu tasdikledi: “Hayvanlaru zoolasak bile gece vaktü depeden aşağuya zor inerün! Depedeki goru da ateş yakup sabahu beklerüz!
Harabe gibi görünen birkaç ev yıkıntısının uzağından geçip güç bela tepenin başındaki koruya vardılar. Ulu ağaçlar arasında bir açıklığa eriştiler. Hava kararırken atları bağlayıp bir ateş yaktıktan sonra azıklarını çıkarıp besmeleyle taam ettiler. Kadı Abdülselam: “Celalî bu yana sık gelir mi?” diye sordu. Leventlerden biri: “Yollaru düşmüşse depenün ardundan geçerler. Depeye varmazlar pek kadu efendü…” Kadı geride kalmış ev harabelerini gösterdi: “Ya bu evleri de Celalî taifesi mi harap eylemiştir?” Öteki levendin yüzü belli belirsiz asıldı: “Celalî taifesi harap itmemiştir gadı efendi. Gendi gendine oldu diyivirirler… Dipenin öbür yanında da bu yanında da oturan olur, şenliklidir dirler.” Kastamonu ağzına yakın konuşan levent belli belirsiz bir dua okuduktan sonra sanki ormanın kuytusunda dinleyen birileri varmış gibi kadıya doğru eğildi: “Allahun gazabuna uğramış, depeye çıkarken görürsünüz dedülerdi. İşün doğrusunu sen bilürsün gadu efendü!”
Kadı Abdülselam inceden zuhur eden ay ışığı altında dehlizleri andıran kapkaranlık pencerelere ve kapılara bir anlığına baktı. Ardına kadar açık kapılar öylece bırakılıp gittiğinin bir işareti olmalıydı. Leventlere bakmadan: “Celalî korkusuna terk etmişlerdir diyeceğim ama tepenin geri kalanı şenlikli dediniz. Hayli tuhaf…” Korku yüreğini sarmaya başlamıştı. Eyüp Sultan mıntıkasında doğup büyüdüğünden ömrü mezarlıklar arasında geçtiği halde yanından geçerken korkusundan neredeyse hatim indirirdi. Taşrada anlatılan peri gelinlerin, cin düğünlerinin hikâyelerini duyduğunda tarifsiz bir ürpertiye gark olurdu, hele böyle harabelerin, mezarlıkların yanından geçiyorsa korkusu yüz bin kere artardı.
Leventlerden Konya ağzıyla konuşanı köyün hikâyesini anlatmaya başladı: “Buranın ahalisi için dinden çıhmış didiler. Falanca köyde bir güzel gız görüvirdiler mi musgayla büyüyle gızı gendi köylerine getirillermiş. İşte filancanın iyi bir hayvanı varımışsa görüvirdiler mi haset idip çatlatıvırıllarmış. Allahın hikmedi gendi ayaklarına dolanmış, bırakıp gitmişler. Yakın vakitte bırakıp gitmişler.” Öbür levent de onu tasdiklemişti: “Belkü yaşayan vardur dedüler ama ne bir ışuk ne bir ses… Kaçup gitmüşler…”
Kadı Abdülselam, leventlerin anlattıklarını dinlerken karanlık pencerelerden çıkıp gelebilecek muhayyel mahlûkları hayal etmişti. Söyledikleri büyülerden, muskalardan arta kalanların hala evlerin içinde bulunma ihtimalini düşündüğünde korkusu daha da arttı. O kapkaranlık pencerelerin ardında kim bilir ne şer hadiseler tezgâhlanmıştı?
Gecenin içinde yanan ateşin çıtırtıları haricinde hiçbir ses yoktu. Bir an için sessizliğe güvendi, ne at kişnemeleri ne de piyade patırtısı duymadığına şükretti. Sabaha daha çok olduğu aklına geldiyse de rahattı. Ta ki gecenin sessizliğini yırtan bir kadın çığlığını işitene dek! Kadı ile leventler öylece donakalmışlardı. “Bu nedir?” bile demeye fırsat bulamadan gecenin içinde canhıraş bir çocuk çığlığı duymuşlardı. Ardından yine bir kadın çığlığı yinelenmişti.
Leventler bir anda ayağa fırlayarak köyden tarafa bakınmışlardı. “Köyden gelür! Vallahü de köyden gelür!” diye evlerin olduğu yeri göstermişti. Kadıya tuhaf bir cesaret gelmişti: “Cin peri değildir de eşkıyadır belki!” diye düşünerek ayağa kalktı. “Murad Paşanın emri belli. Celalîdir, acımayın! Yürüyün!” Leventler kılıçlarını çekerek ayağa kalktıklarında içinden rastlayabilecekleri şeyin şakilerin saldırısı olması için binbir dua okumaktaydı. Leventler atlarındaki heybelerinden çıkardıkları meşaleleri yakıp köye doğru yola koyulduklarında kadı da hızla peşlerinden koşturmaktaydı.
Harabelere vardıklarında belli belirsiz bir hıçkırık ve ağlama sesi gelen, kapısından bir ışıltı yayılan en uçtaki eve doğru ilerlediler. Kapıdan içeriye baktıklarında zeminin kandan kızıla kesmiş olduğunu görerek iğrendiler. Bir kadın, elinde tuttuğu kanlı bir satırla oturmuş ağlamaktaydı. Leventler kadını o halde görünce kendisine saldıran şakileri görmek için sağa sola bakındılar. Kadı: “Mütecavizler ne yandadır?” diye seslendiyse de kadın ilkin karşılık vermedi. Kadının hemen arkasındaki döşekte parçalanmış iki cesedi fark edince korkudan midesi alt üst olmuştu.
Kadın kekeleyerek konuşmaya başladı. Hem ağlıyordu, hem de arada bir konuşması hıçkırıklarla kesiliyordu: “Herkes gittü biz galduk… Herkes gittü biz galduk… Başga gaduna gider dedüler. Okudum tasa, akuttum kanu… Anamdan bubamdan gördüğümü eyledüm! Gendü gendümü bağladum… Bağladum da aklumu kaybettüm… Kaybettüm!” Kadın ellerini yüzüne kapatarak ağlamaya başladı. Bir yandan feryat ediyor bir yandan ağlıyordu. Ancak bir an sonra ağlaması gülmeye dönüştü. Ellerini indirdiğinde fal taşı gibi açılmış gözlerle kendilerine baktıklarını gördüler. Kadın çığlık atar gibi gülerken yeniden konuşmaya başlamıştı: “Ben gestüm! Hem erümü barçaladum hem bebemü! Akutuverdüm ganlarunu! Akutuverdüm!”
Kadın bağıra bağıra çöktüğü yerden doğrulup eline aldığı satırla üzerlerine atılınca leventler neye uğradıklarına şaşırdılar. Kadı Abdülselam korkuyla gerilerken leventlerden biri kılıcını savurarak kadının başını gövdesinden ayırıverdi. Abdülselam korkudan tir tir titremekteydi. Kadının kanlı başı yere düştüğünde bile fal taşı gibi açılmış gözlerle kendine bakmaya devam ediyor gibiydi. Abdülselam kendine gelir gibi olunca levende çıkıştı: “Kadıncağızdan ne istedin behey sersem! Bimarhaneye götürürdük garibanı!” Levent kadının cesedini göstererek kendini savundu: “Bunun bimarhanelük halü mü galmuş gadı efendü? Büyüyle cinle perüyle uğraşulursa olacağu bu. Aklını çeküp götürmüşler. Bizü de öldürecektü!” Kadı Abdülselam gözlerini hala kadının kesik başının fal taşı gibi açılmış gözlerinden ayıramıyordu. “Bari garipleri gömelim!” diye kekeledi. Öbür levent: “Vallahi elimi sürmem gadı efendi. Zaten bu avrat burada gala gala delirmiş, biz de galırsak deliriviririz maazallah! Köye varınca daha galabalık gelir onlarla gömeriz!”
Kadı Abdülselam kafasını sallayarak ateş yaktıkları yere doğru yürümeye başladı. Leventler de kılıçlarını kınlarına sokup peşine takıldılar. Abdülselam’ın gözünden kadının kesik başının o hali gitmiyordu. Gözlerini kapattığında gözünün önünde adeta yeniden canlanıyordu. Ateş başında uyuya kaldıklarında bile kadının kesik başının rüyasına girdiğini, konuşup küfürler ettiğini, bağırdığını görüyordu. Her kâbustan uyanışında sabahın gelemeyişine hayıflanarak devam ediyordu.
Gecenin ilerleyen saatlerine doğru ağaçların içinden bir ses duyduğunu sanıp gözlerini araladı. Kadın bağırtısına benziyordu. Rüyasında halen işittiği o deli kadının çığlık seslerini andırıyordu. Gözlerini kapatıp uyumaya çalıştığında bile sesi duymaya devam etti. En son bedeninin üzerinde bir ağırlık hissettiğinde korkuyla gözlerini açtı. Göğsünün üzerinde kadının kesik başı durmaktaydı. Ağzını açıp tek kelime söyleyemedi, zira kesik baştan çıkan acayip çığlık sesi ormanda yankılanmaktaydı…
Not: Gördüğüm bir rüyadan öyküleştirdim. Rüyamda ben uyurken eve yaşlı bir araştırmacının geldiğini gördüm. Bana eski, elyazması bir büyü kitabını bırakıp gidiyordu. Adamı araştırdığımda kara büyü üzerine araştırmalara yapan biri olduğunu öğrenip kitabı okumaya başladığımda, adamın kitabı bulma hikâyesini yaşayarak görmeye başlıyordum. Yukarıda öyküleştirdiğim kısım da gördüğüm bu hikâyeydi. Gerçi rüyamdaki hikâye 1930’larda her nasılsa Fransa’da durmakta olan bir Kelt(!) köyünde geçmekteyse de ben bunu 1600’lerin Anadolu’suna uyarladım.
SON
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
güzel bir hikaye elinize sağlık.
okuyucuyu içine çeken bir anlatım tarzınız var, beğendim. elinize sağlık 🙂