Telefonu elim titreyerek bıraktım, daha doğrusu telefon, terlemiş ellerimin arasından yavaşça kayıp önümdeki masaya yaklaşık otuz beş derece açıyla düştü. Nedense sanki bütün problemim buymuş gibi o anda bir de kırk beş derece ile düşseydi belki ekranı paramparça olacaktı diye düşündüm. Ama ekran koruyucuyu düzgün takmıştım bu sefer, çünkü neredeyse böbreğimin yarısını vermiştim bu telefona.
Masanın karşısında durmuş hâlâ bana bakıyorlardı. İkisi iriyarı, bir tanesi hafiften ufakça. Belki ufak olanla dalaşsam sekiz defanın üçünde döverdim ama diğer ikisi için bahis oranlarım oldukça yüksekti.
Ufaklık kendini Kerim diye tanıtmıştı ilk ziyaretlerinde. Nispeten masum sayılabilecek ismi ile sevimsiz suratı birbirine pek bir uyumsuzdu aslında. Dökülmeye yüz tutmuş saçlarını briyantinle arkaya doğru taramıştı. Yanaklarının yarısından başlayıp adem elmasına kadar gelen kirli sakalı önce biraz dinlenir gibi yapıyor, sonra tüm cüretkarlığıyla dört düğmesi açık bırakılmış gömleğinden fırlamış göğüs kıllarıyla birleşiyordu. Köşeli çene kemikleriyle bir Kemalettin havası ya da Durmuş oturaklığı vardı adamın yüzünde. İlk geldiklerinde pek de takılmamıştım ismine, hele istediğim parayı peşin ödediklerinde isterse Kerimcan olsundu adı, umurumda değildi.
– Abi yok, gönderdik diyorlar. Yok, vallahi billahi yok, gelmedi bana.
– Lan sen bize bugün için gel demedin mi?
Cevabımı vermeye fırsat bulamadan devam etti Kerim.
– Bak sen başka ne dedin, elli bin isterim dedin, tamam dedik, çıkardık verdik paranı. Bana iki hafta verin istediğiniz cihazı o zamana bitiririm dedin. Tamam dedik, bekledik. Eee hani nerede?
Bu sefer herhalde konuşmama izin verecek diye tam ağzımı açmışken, iki elinin iki işaret parmağını havaya kaldırıp arkasındaki iki tipsizi işaret etti. Birine Tayyar dedi, diğerine Cabbar. Allah için isimlerine yakışır kalıpları vardı adamların.
Tipsiz derken belki de haksızlık etmiş olabilirim. Pek de unutulacak tipleri yoktu. Tayyar olduğunu düşündüğüm, en az bir doksan boyundaydı ve kafası bir ustura ile kazınmışa benziyordu. Evin içinde sağa sola gider gelirken adamın kalın ensesi dikkatimi çekmişti. Kolum kalınlığında üç tane boğum sanki adamın kontrolünü ele almış gibi gözüküyordu. Boynunu hareket ettiremeyen zavallı, koskoca bir odun parçası gibi sadece tüm vücuduyla sağa sola dönebiliyordu.
Cabbar’ın da boyu posu yerindeydi maşallah. Ama onun suratında, içerilerde bir yerlerde gizli kalmış, bir merhamet duygusu seziliyordu. Belki gözlerinin gölgesine gizlenmiş çekingen bakışta ya da alnındaki kırışıklıklardaydı. Önünde bağladığı koca yumruklarıyla insanlara çok azap çektirdiği belli oluyordu ama kendisinin de çok çektiği belliydi.
– Bu ikisini bizim patron gönderdi. Hani bir yanlış anlaşılma olur da Tayyar’la Cabbar seninle konuşurken biraz hararet yükselirse, onları dizginleyeyim diye beni de yanlarında gönderdi. Bilmem anlatabiliyor muyum Serkan kardeş?
Anlatabiliyorsun canım abim benim diye gözyaşlarına boğulmak istedim bir an. Ama konu zaten bu sivri zekalı Kerim’in salladığı gizli kapaklı tehditkar sözleri anlamamak değildi ki. Burada asıl hayat memat meselesi, benim konuyu bir türlü açıklayamıyor olmamdı.
Tamam almıştım adamların elli bin lirasını. İki hafta önce bana gelip bir cihaz istemişlerdi.
Önce eskiden çalıştığım Salim abinin dükkanına gitmişler. Salim abi meşhur elektronikçiler çarşısının en eski esnafıdır. Kral adamdır ama bu adamları görünce biraz korkmuş anlaşılan. Belki verecekleri parayı duysaydı bu kadar korkmazdı gerçi ama artık kime niyet kime kısmet. Demiş ki bu işi yapsa yapsa bizim Serkan yapar. Aslında kafayı dükkandan çıkarıp sağa sola bağırsalar her üç kişiden biri, gel abi hallederiz derdi ama piyango bana vurmuştu bir kere.
Yapacağım cihaz bu üçünün patronunun kıskançlığının bir ceremesiydi. Artık müteahhit midir, kaçakçı mıdır bilmem ama adam kafasını Rus sevgilisine takmıştı. Kadın, iki hafta sonra Rusya’ya güya ailesini ziyarete gideceği için bay patron kafasında türlü senaryolar kurmaya başlamıştı anlaşılan. Benden istedikleri cihaz da kadının hem yerini takip edecek hem de ses kaydedecek bir cihazdı. Öyle küçük olmalıydı ki, kadının el kadar cüzdanının içine yerleştirilebilmeliydi. Dedim ya, Salim abinin oralarda kime sorsan yapardı. Bana gelip sorduklarında büyük balıklar zaten yemin etrafında dönüp duruyorlardı, sadece oltayı biraz çekiştirmek kalmıştı. Bin lira tutsun tutmasın, o da çok bile, beş yüzünü benim yazılımcı Hakan’a veririm dedim. Ama adamların söylediğim bin tane saçmalığa kafa salladığını görünce şansımı denemeye karar vermiştim.
“Yaparım ama biraz uğraştırır, elli bin lira tutar, o da Salim abinin hatırı için ha yoksa hayatta uğraşmam.” deyiverdim. Kerim denenin suratında tek bir kıl bile oynamamıştı. Cebinden bir tomar para çıkarıp masanın üzerine bıraktı. İki hafta sonrası, yani bugün, için sözleşmiştik.
İki tane lityum pil, bir elektronik devre, üç tane mikroçip, bir tanesi, zeka seviyesi ilkokul düzeyini geçememişlere açıklarken kullandığımız tabirle ‘beyin’, biri GPS, diğeri de ses için bir mikroçip. Küçük müydü peki. Evet anacığımın bana sardığı o incecik yaprak sarmalarından daha ufak olmuştu. Masraftan kaçınmamış ve en kaliteli pili, kapasitesi en yüksek hafıza çipini takmıştım ki cihaz birkaç hafta ne var ne yok kaydetsin.
Peki her şey bu kadar güzelse, neden ellerim terliyordu ki benim. İşte o sırada bir gece öncesi geldi aklıma. İşte açıklayamadığım kısım burasıydı.
Açıklamaya kalksam şöyle başlamam gerekecekti.
– Şimdi saygıdeğer Kerim abim, bak aramızda hafiften bir yakınlaşma oldu diye abi diyorum ama eğer olmaz dersen ben yine bey derim, problem değil. Şimdi abiciğim, benim bu köhne mekanımı biliyorsunuz. Sizin gibi mafya bozuntularının abuk sabuk projelerini işte bu nohut oda bakla salon evimde şuracıkta duran masamda yaparım hep. Bazen diyorum ki ne işin var oğlum burada, git düzgün bir yerde ev tut. Anacığım zaten ha desem koluna takıp getirecek bir gelin adayını. Ama benim derdim o değil ki sayın abim. Üç senedir bu evden çıkasım gelmiyor, bir sor niye. Çünkü Leyla. Evet Leyla, yan komşum Leyla. İşte onun yüzünden buradayım. Akşamları uğrar bana, iki laflarız. Sonra bazen severiz birbirimizi, yani anlıyorsun değil mi abim, severiz işte birbirimizi. Hah işte bak, abi deyince biraz daha rahatladım Kerim abi, rahat rahat anlatıyorum. Eh işte dün akşam Leyla yine bendeydi abim benim. Sohbet muhabbet gayet güzel tabi, ama sonra işler biraz daha samimi olmaya başlayınca biz biraz yuvarlandık ortalıkta. Yani ortalıkta derken, Cabbar abinin arkasındaki koltukta biraz, sonra Tayyar abinin üzerinde durduğu halıda. Sonra Leyla’nın gazıyla benim masanın üzerinde buldum kendimi. Tam şuradaki masa işte, üzerinde elektronik devrelerin, lehim tellerinin, havyanın olduğu masa. Dün akşam sizin istediğiniz cihazı bitirip de üzerine koyduğum masa. Buradan bakınca biraz cılız duruyor ama sağlam masaymış vesselam. Masa sağlammış sağlam olmasına fakat sizin cihazı o kadar sağlam yapamamışım maalesef. Üzerinde tepinirken kısa devre olmuş, biz daha keyif sigarasını tüttüremeden sizin cihaz duman tüttürmeye başladı. Ah be Leyla diyesim geldi, götünle dağları devirdin be Leyla. Ama diyemedim Kerim abi, güzel kız, kalbi kırılsın istemedim.
Aklımdan bir çırpıda bunları söylemek geçse de ellerim terlemeye, gözlerim seğirmeye devam ediyordu. Sesimi titretmeden tane tane yeniden açıklamaya çalıştım.
– Kerim bey, cihazı tamamladım ama teknik bir arıza çıktı. Bugün sabahtan beri düzeltmeye çalışıyorum. Devre kısmı kolay, zaten elimde yedek malzemeler var ama mikroçiplerden bir tanesi eksik, onu bu sabahtan beri bulmaya çalışıyorum, bulsam takıp cihazı hemen teslim edeceğim. Koca İstanbul’da sormadığım tedarikçi, aramadığım elektronikçi kalmadı. Sonunda bir tedarikçi arkadaşım tüm depolarının altını üstüne getirip tek bir tane bulabilmiş. Kurye ile benim adresime göndermiş ama bana ne gelen var ne giden. Kuryeyi bulmaya çalışıyorum ama sanki adam duman olup uçtu gitti.
Konuşmaların bundan sonraki kısımları beyin kıvrımlarımın arasında kaybolmuş olmalı, ama arada sırada böğürmelerin üstünlük kazandığı, benim ise “Yapmayın abi, vurmayın artık” diye çıkan cılız bazı inlemelerimin ahenk oluşturduğu kısımları hayal meyal hatırlıyorum. Böyle durumlarda kafa çok önemli diyerek o elektronik devrelerin çıktığı zeka küpümü kollarımın arasına almış olmalıyım, çünkü suratıma aldığım ilk birkaç darbenin sarsıntısıyla bayıldıktan sonra tüm tekmeleri kollarıma yemiş gibiyim. Omuzlarımda da hasar büyük ama şükür ki kırık çıkık yok.
Ama ağrı, sızı, kulaklarda anlamsız bir uğultu, kanayan burun, açılmış bir kaş ile yerde boylu boyunca kalakalmışım. Ta ki Kerim abi, ensesi kalın Tayyar ve merhametli Cabbar abi evin altını üstüne getirip iki haftada çoktan harcadığım elli bin lirayı bulamayıp gittikten sonra Leyla’nın kapatılmaya bile tenezzül edilmemiş kapımdan içeri sızarak yanıma geldiği ana kadar.
Şimdi evin dağıtılmamış tek yeri olan mutfakta oturuyoruz. Ben ayılmaya çalışırken Leyla çorba yapmış. Şimdi de ıslak bir bezle yaralarımı temizliyor.
– Ah be gülüm, ne yaptılar sana böyle?
Çenemi kıpırdatırken çok canım yanıyor ama yine de sormaya çalışıyorum.
– Sana bir şey yapmadılar değil mi?
– Hayır, zaten ben geldiğimde kimse yoktu. Yarım saat için dışarı çıkmıştım, o sırada geldiler herhalde. Ne istiyorlarmış? Hırsızlar mıymış?
– Boş ver uzun hikâye.
Güzel gözlerini yüzüme dikmiş bana bakıyordu. Neden sonra oturduğu sandalyenin kenarına bıraktığı çantasına doğru eğildi.
– Bugün tam dışarı çıkarken apartmanın giriş kapısındayken birisi seni soruyordu. Bir paket bırakacakmış, ben veririm deyip aldım. Bir şey mi bekliyordun?
Parmaklarının ucunda ufacık bir paket tutuyordu. Gözlerim kararır gibi oldu.
– Ah be Leyla.
Konu olarak ilgimi çekmemiş olsa da anlatımı hoşuma gitti. Cümle kuruluşları, betimlemeler vb. okumayı sekteye uğratmıyor. Kolayca okuyup bitiriyorsunuz.
Yorumunuz için teşekkür ederim, beğendiğinize sevindim.
Ritmi çok iyiydi tebrikler
Öncelikle okumaya zahmet ettiğiniz için ve sonra da yorumunuz için teşekkür ederim, beğendiğinize sevindim.
Merhaba, anlatım tarzınızı ve dilinizi çok beğendim. Tema birazcık araya iliştirilmiş olsa da, akıcı üslubunuz öyküyü keyifle okuttu. Tebrik ederim, ellerinize sağlık.