Henüz horozlar bile uyanmamışken gözlerini açan Ayşe, sıcak döşeğinden doğruldu. Anacığından kalma yegâne şeyler olan kırmızı yün patiklerini ayaklarına taktı. Boydan boya on adım etmeyen odanın dökük toprak duvarına asılı, köşesi kırık puslu aynadaki cemaline baktı. Aynadaki aksi dahi uyanamamıştı besbelli. Gözlerini ovuşturdu, ardından kızıl saçlarını iki yandan ayırıp usul usul örmeye başladı. Asıldı melek yüzü, al yanaklarındaki çiller soldu. Eskiden, çok daha küçükken anası yapardı bunu. Anası odadaki sedire otururdu, o da hemen dizlerinin dibine. Kır ama parlak siyah saçlı, güleç yüzlü anası, işlemekten nasır tutmuş elleri ile başlardı saçlarını fırçalamaya. Fırça gür saçlarını her çektiğinde canı yanardı Ayşe’nin ama, anacığının elinden ağı olsa içerdi. Saç tarama faslı bittiğinde bu kez en sevdiği kısım başlardı. Saçları iki yana ayrılır; önce bir taraf, sonra diğeri büyük bir özenle örülürdü. Omuzlarına dek uzanan saçlarının uçlarına takılan solgun pembe lastik tokaların gerisindeki kızıl saç öbekleri, parım parım parlardı.
Yanaklarındaki çilleri ıslandığında kendine geldi Ayşe. Derin bir iç çekti. Tüm bu güzel anılar eskide kalmıştı, hem de çok eskide. Üzerinden tam dört kış geçmişti. Kuzular koyun olmuş sürüler semirmiş, kızıl saçları o güzel parlaklığını yitirip solgun birer püskül halini almış ama Ayşe’nin küçük yüreğindeki büyük yara hâlâ kabuk bağlamamıştı. “Azıcık daha hülyalara dalsam ne çıkar ki,” diye düşünecek oldu ama yan odadan gelen sesle irkildi. “Ufak cadı, seni kahrolmayasıcanın dölü! Kalkmadın mı daha?” Müfide Ana’ydı bu, babasının ikinci karısı. Anası ince hastalıktan göçüp gittiğinde, daha kırkı çıkmadan gelivermişti evlerine. Babası bir sabah yanında bu kadınla eve gelmiş ve “Ayşe, bu yeni anan. Ona saygıda kusur etmeyeceksin. Sen edepli ve uslu bir kız olacaksın, o da sana ana olacak, hizmet edecek,” demişti. Demişti demesine ama hiç de öyle olmamıştı. Edepli olan da hizmet eden de hep Ayşe olmuştu. Küçücük bedeniyle tüm ev işlerine yetişmeye çalışıyor, bu da yetmezmiş gibi ağıldaki tüm yapılacaklar da onun ufak ellerine bakıyordu. Müfide Ana ise tüm günü odasında geçiriyor, babasının şehirden gönderdiği kumaşları kesip biçiyor, kendisine yeni yeni, türlü türlü esvaplar dikiyordu. Buna karşın cici anasının metrelerce kumaşından Ayşe’ye bir karış bile düşmezdi. Biri sarı biri kırmızı, üzerlerinde bembeyaz çiçekleri olan iki elbisesi vardı yalnızca. Gerçi kir pas içinde çalışmaktan günün sonunda beyaz çiçekler kararırdı ama, Ayşe yatmadan hemen önce elde yıkayıp asardı onları. Her sabah kalkınca askıdan aldığı elbisesindeki tekrar bembeyaz halini gördüğü çiçekler, onu olabildiğince mutlu ederdi. Beyaz çiçekler, hayatın tüm hoyratlığına rağmen yeni bir başlangıç demekti, yeni yeni umutlar demekti.
İçeriden gelen ve ilkinden daha yüksek tonda olan seslenmeden sonra hızlıca yatağını topladı Ayşe ve askıdaki kırmızı elbiseyi alıp sırtına geçirdi. En çok bu kırmızı olanı severdi. Okula gittiği zamanlarda önlüğünün içine hep bunu giyerdi. Daha okulun başında okumayı söküvermişti. Nazlı Öğretmen’inden ilk kurdeleyi alan o olmuştu. İkinci sınıfa geçişini müjdeleyen karneyi sevinç ve gururla eve götürdüğünde ise, cici anasından duyduklarıyla tüm hayalleri hemen oracıkta suya düşüvermişti. “Bundan sonra okumayacaksın, okul yok artık. Evde bir sürü iş var, tek başıma ben yapamam,” demişti Müfide Ana. Ayşe ağlamış, sızlamış ama dediğinden dönmemişti cici anası. Çaresiz okula veda etmiş, önlüğünü bir daha hiç giymemek üzere sandığa kaldırmıştı Ayşe. Başta bir umudu vardı; babası geldiğinde anlatacaktı ona tüm olan bitenleri. O ne yapar eder, okuturdu kızını. Ama olmadı; babası gelmedi, o da bunları babasına diyemedi.
Babası gurbetteydi. Şehirde rençberlik yapardı, fırsatını bulduğundaysa hamallık. Boş durmaz, durmadan çalışırdı. Ancak gül yüzlü anacığına yetenler, bir türlü yetmiyordu cici anasına. Sürekli şehirden kumaşlar, entariler, süslü renkli taşlar istiyordu Müfide Ana. Babası da bunları alabilmek için iki büklüm sırtına ve yarım aksak ayağına rağmen dur durak bilmeden işten işe koşardı kocamış bedenini. Babası gelmiyordu, gelen tek şey cici anasına paketlerdi şehirden. İlk başlarda Ayşe için de küçük hediyeler çıkardı içlerinden; kitaplar, boya kalemleri, rengarenk patikler… Çok geçmeden kesildi arkası, devamı gelmedi. Yenileri gelmiyor muydu yoksa geliyor da Müfide Ana mı ona vermiyordu tam emin değildi Ayşe. Paketleri yalnızca cici anası açardı, sorgu sual de kabul etmezdi.
Müfide Ana’nın bir kez saha seslenmesine mahal vermeden doğruca mutfağa geçti Ayşe. Sergenden tabakları indirdi, çay suyunu koydu, kümesten yumurtaları topladı, tavukların yemini suyunu tazeledi, çarçabuk kahvaltıyı hazırlayıp tepsiyi yüklendi ve Müfide Ana’ya götürdü. Tam odasına dönecekti ki cici anası arkasından seslendi: “Keçi sütü yok hani? Seni uyuşuk tembel yer cücesi! Hemen git getir!” Bunu işiten Ayşe derhal dışarı yöneldi. Yeni bir dayak yemeye hiç gerek yoktu. Ufak ama hızlı adımlarla ağılın yolunu tuttu. Ağılın kapısına varınca bir anlık da olsa soluklanma ihtiyacı duydu. Nefesi giderek sakinleştiğinde gözleri ağıla takıldı. Anacığının zamanında her daim bakımlı olan bu yapı, şimdilerde adeta bir viraneydi. Tahtaları dökülüyordu. Paslanmış sacların ise artık birbirlerine tutunmaya tahammülleri kalmamıştı.
Tam içeriye girecekken tanıdık o sesi duydu. Evet, yine o gelmişti. Ayşe derhal arkasını döndü ve onu bekleyen köpeği gördü. Sultan’dı bu. Sultan, köyde başı boş gezen bir köpekti. Sağırdı Sultan. Bu yüzden de onu kimse sahiplenmiyordu. Adını eski muhtar koymuştu; “Adı Sağır Sultan olsun,” demişti. Zamanla ‘Sultan’ kanıksanarak yitmiş, geriye yalnızca Sultan kalmıştı. Uysal bir köpekti Sultan. Orta boylu, uzun kulaklı, hepsinden de önemlisi beyaza çalan tüylere sahip bir köpekti. Ayşe ise ona Akça Sultan derdi. Yemek vakitleri tabağındakilerin bir kısmını ona ayırırdı. Masayı toplarken, Müfide Ana’nın tepsisini kaldırırken, yemek yaparken Sultan’ı da düşünmeyi ihmal etmezdi. Bahçede iş yaparken sürekli cebinde bir şeyler olurdu Sultan için. Bugün de boş gelmemişti. Elini cebine attı; Müfide Ana’nın kahvaltısından aparttığı bir parça somunu çıkartmaya yeltendi. Bunu anlayan Sultan sevinçten deliye döndü, iri cüssesiyle yerlerde yatıp yuvarlanmaya başladı. Ayşe onu hemen ilerideki elma ağacının dibine götürdü. Elinde tuttuğu somunu ufak parçalara ayırıp çimlerin üzerine serpiştirdi. Sultan afiyetle ona sunulanı yemeye başlayınca da şöyle bir başını okşayıp işine geri döndü. Müfide Ana’yı fazla bekletmeye gelmezdi. Ağılın kapısından girince önce bir duraksadı. Gözleri içerisinin loşluğuna alışınca da şöyle bir etrafı süzdü. İşte, kara keçi oradaydı. Köşeye sinmiş o da Ayşe’yi süzüyordu. Ayşe ona doğru adımını atınca kaçacak oldu ama Ayşe tecrübeliydi. Çevik bir hareketle onu yakalayıverdi. Bir eliyle keçiyi zapt ederken diğeriyle de yanında getirdiği bakraca uzandı. Keçiyi iyice yanına çekti, yere çömeldi ve bakracı keçinin altına yerleştirdi. Ufak ama becerikli elleriyle usul usul sağmaya başladı. Anacığı öğretmişti bunu ona. “Canını yakmayacaksın, ürkütmeyeceksin. Usul usul sağacaksın,” demişti. Ayşe de aynen öyle yapıyordu, aynı anacığının dediği gibi. Bakraç yarıya dek dolduğunda birden huysuzlandı kara keçi. İlkin zapt eder gibi oldu Ayşe ama keçiydi işte, inatçıydı. Kımıldadı, kımıldadı ve bir sıçrayışta kurtuldu elinden. Yalnızca kendisi gitse iyiydi, giderken bakracı da devirdi. Bakracın yan yatık halini gören Ayşe keçiyi umursamadı bile. Çabucak bakracı doğrultup kaldırdı ama nafile, sütün neredeyse tamamı çoktan samanla kaplı toprağa karışıvermişti. Gözleri doldu Ayşe’nin. Kömür karası gözleri yaşlara boğuldu. Ne diyecekti cici anasına şimdi? Dese bile, dinleyecek miydi onu Müfide Ana? Ne yapsa ne dese dayak kaçınılmazdı artık. Düşündü sonra. Kara keçi kaçmıştı. Ağıla girdiğinde hiç ortalıkta yoktu, gitmiş deseydi olmaz mıydı? Olurdu olmasına ama, anacığı biricik Ayşe’sinin yalan söylediğini duysa ne derdi? Üzülmez miydi? Üzülürdü elbet ama onun dayak yemesine de üzülürdü. Evet, bu seferlik yalan söyleyecekti, ufacık bir yalancık. Ama nasıl söyleyecekti? Hemen kızaracaktı yüzü, buna bir çare bulmalıydı. Çareler bulmaya çabalarken arkasından gelen ayak seslerini işitmedi.
“Seni gördüm! Sen koca bir sakarsın! Hem sakar hem de beceriksiz!”
Boş bulunan Ayşe önce ürktü, sonradansa az evvel işittiklerinin ayırdına vardı. Duyduğu korku giderek tüm bedenini kapladı. Asıl şimdi dayak yemesi garantiydi. Mahmut gördüğü her şeyi, tüm olan biteni ablası Müfide’ye yetiştirecek, o da her zaman yaptığı gibi terliği ile Ayşe’nin icabına bakacaktı! Çaresizce yalvardı Ayşe: “Yapma Mahmut Ağabey. Elini ayağını öpeyim, kurbanın olayım yapma. Vallaha kazara oldu.”
“Hiç boşuna yalvarma. Beceriksizliğinin cezasını çekeceksin!”
Mahmut’un gözlerine baktı Ayşe. Gözlerinden adeta öfke fışkırıyordu! Aslında sakin biriydi Mahmut. Müfide Ana’nın en küçük kardeşiydi. Lise birden sonra okulu bırakıp köydeki demircinin yanında çalışmaya başlamıştı. Sakin, sessiz, kendi halinde bir çocuktu. Neredeyse hiç arkadaşı yoktu. Sürekli yalnız başına aylak aylak gezerdi. Bazen köydeki çocukların onun hakkında anlattıkları bazı şeyleri işitirdi Ayşe. Söylenenlere göre kendi başına koruluğa gittiği vakitlerde kötü şeyler yaparmış Mahmut. Ayrıca hayvanlara da kötü davranırmış. Ama Ayşe bunlara inanmazdı. Duyduklarını değil, gördüklerini bilirdi. Ona göre iyi biriydi Mahmut Ağabeyi. Bu nedenle biraz daha yalvarırsa ağabeyinin ona hak vereceğini düşündü.
“Allah rızası için ağabey. Sen de görmüşsün hem. Kara keçi kaçtı işte, bakracı da o devirdi,” dedi. Yalvardı bir umut ama elleri belinde ona bakmakta olan Mahmut, onu dinlemiyor görünüyordu. Ayşe ondan olumlu bir cevap beklerken Mahmut bir hışımla arkasını döndü. Kısa süren bir sessizlikten sonra konuştu: “İstersen gördüklerimi ablama söylemeyebilirim.”
“Vallaha mı? Aslan ağabeyim!”
“Ama bir şartım var.”
“Ne istersen yaparım ağabey.”
“Emin misin? Ne istersem mi?”
“He ya.”
Mahmut yüzünü gerisin geri Ayşe’ye döndü. Birkaç adım atarak ona yaklaştı ve hızlı bir hareketle bileğini kavradı. Canı yanan Ayşe feryatvari bir şekilde seslendi: “N’apıyorsun ağabey? Canım çok yanıyor!”
“Ne istersen yaparım dedin. Şimdi sesini çıkarma ve gel benle,” dedi Mahmut ve Ayşe’yi ağılın arka tarafına doğru sürüklemeye başladı. Öyle bir hızla çekiştiriyordu ki Ayşe’yi, terliklerinin teki geride kaldı. Mahmut ağılın arka köşesine geldiklerinde savurdu onu. Ayşe’nin küçük bedeni henüz kendine gelememişken arkadan abandı Mahmut. Bir eliyle Ayşe’nin ağzını kapatıyor, diğeriyle de kırmızı elbisesini çekiştiriyordu. Kapalı ağzından sesini çıkaramayan Ayşe ağlıyor, sızlıyor ama bir türlü kurtulamıyordu.
“Ne istersen yaparım dedin. Şimdi istediğimi yapacağım. Sesini çıkarırsan seni öldürürüm, tıpkı koruda öldürdüğüm kediler gibi! Buracıkta boğuveririm seni!” diye fısıltıyla karışık homurdandı Mahmut.
Ayşe’nin gözleri hiç kurumamacasına yaşardı. Küçük kalbi durmadan çırpınıyor ama bir türlü onu sarmalayan kafesi yaramıyordu. Ama hiçbir şey, yırtılan kırmızı elbisesi kadar üzmedi onu. Eski günlerden kalan, okulda yoldaşı olan, o en sevdiği kırmızı elbisesinin yırtılırken çıkardığı ses; Ayşe’nin çıkaramadığı çığlığıydı aslında.
İçinde bulunduğu durumdan kurtulmanın imkânı yoktu. Bir insanın üvey de olsa ağabeyi bunu nasıl yapabilirdi? Yapmak bir yana bunu nasıl aklına getirebilirdi? Duyduklarına inanmamanın bir cezası mıydı bu? Duymak, görmekle eş miydi? Duymak bu kadar önemli miydi?
Bunları düşünürken üzerindeki ağırlığın daha da arttığını hissetti. Nefes almakta zorlanıyordu. Tek yapabildiği ağlamaktı. Ağlıyordu ama göz yaşlarını dahi silemiyordu. Çaresiz kapadı gözlerini. Başına gelecekleri bekliyordu ki bir gürültü koptu. Gök gürledi sanki, yer yarıldı! Birdenbire kendini yerde buldu. Her yer karanlıktı şimdi ve başı uğulduyordu.
Gözlerini açmaya takati yoktu ki yanağında bir ıslaklık hissetti. Islak bir şey yüzüne çarpıp duruyordu! Gücünü toplayıp gözlerini araladı. Loş ortamda bir karaltı gördü. Gözlerini ovuşturdu, bir kez daha baktı. Gördüğüne inanamadı; Akça Sultan’ı karşısındaydı. Sultan etrafında dört dönüyor ve ara sıra durup yüzünü yalıyordu. Yoksa tüm bu yaşadıkları bir rüya mıydı? Kara keçi, bakraç, Mahmut Ağabey… hepsi hayal miydi? Etrafına bakındı, az ilerisinde yatan bedeni görünce anladı; rüya değildi, hepsi gerçekti!
Doğruldu, yırtık elbisesine takıldı gözleri ama hemen sonra yerde yatan Mahmut Ağabey’inin başına geldi. Eğildi, soluk alıyordu Mahmut. Ama sol eliyle başının arkasındaki derin yaralarla, hemen de kendine gelebilecek gibi görünmüyordu.
Oracığa çöktü, göz yaşlarını sildi. Yanına sokulan Sultan’ın başını okşadı ve gülümsedi. “Duymak da önemli değil aslında,” dedi, “asıl önemli olan hissetmek.”
- Akça Sultan - 15 Mayıs 2019
- Ademoğlu - 15 Nisan 2019
- İkinci Şans - 15 Mart 2019
Elinize sağlık Yasin
Bu ay okuduğum öykülerin - benimki dahil - hemen hemen hepsinde zavallı kadınlar/kızlar/teyzeler mağdur oluyor bir şekilde. Bunu ayrıca irdelemek lazım.
Öykünü güzel kaleme almışsın ve cümlelerin, kurgun, temayı kullanım biçimini ben beğendim. Sonuna kadar sıkılmadan okudum, sonunu tahmin etsem de. Tabi tahmin ettiğim ya da olmasını istediğimden daha yumuşak sonlandı o ayrı. Kalemine sağlık.
Küçük bir kaç not aldım, izninle paylaşmak isterim.
Galiba yiten Sağır olmalı. Yanılıyor muyum?
Neden hepsinden önemli, burayı anlayamadım.
Bu paragraf/ kısım olmamalı bence. Çünkü, tacize uğrayan biri için bu düşünce silsilesi hiç anlamlı gelmiyor bana.
Bu ağırlıktaki bir öykü için, sonunda verdiğin mesaj da hafif kalmış. Yani tacize uğramış biri, yerde kafası parçalanmış bir abi var ve Ayşe Sultan’a asıl önemli olan hissetmek diyor. Yok demesin
Ayşe Sultan’ı alsın, Mahmut’un kafasını patlatsın ve köyden çekip gitsin, giderken de evini ateşe versin
Şaka bir yana tamamen anlayışına sığınarak haddimi aşan cümleler kuruyorum. Eğer bana bu hiddeti hissettirmişsen, bence öykün olmuş
Tekrar kalemine sağlık
Bence hiç de çaylakça olmamış.
Mesela kızın atamadığı çığlığın kıyafetinin yırtılmasıyla ifade edilmesi gerçek bir sanat olmuş.
Kızcağızı mükemmelen anlatmışsınız. Hem de ne çok düz ne de çok ağdalı bir anlatımla yapmışsınız bunu.
Finali de güzel olmuş. Adalet yerini bulmuş.
Elinize sağlık.