Öykü

Alice

1- Anlatmak

“Baş melek ve gölge, göklerin altı kanatlısı ve ışığın çocuğu. Bana güç verin, bana adınızı bahşedin ve hediyeniz, bedenim, ile doğru olanı yanlıştan ayırayım…” Mırıldandığı dua herhangi bir dine ait değildi, anlamını bile bilmiyordu ama onu rahatlattığı için söylemeden de duramıyordu. Bunu ona annesi öğretmişti. Koyu kestane rengi kısa saçları yüzünü örterken ve merdivenlere oturmuş yere bakar pozisyonu ile yanından geçen herkesin aklında “sorunlu” imgesi oluşturan diğer herhangi bir kızdı. Birkaç dakika içinde yapacağı şey için cesaret topluyordu. Aslında ne cesaret gerektirecek bir eylemdi nede gerçekten zordu. Sadece yapmazsa bir zincirin kırılacağı hissi hakimdi. İzah edilemez bir yük taşıyordu.

Ayağa kalktı ve arkasını silkeledi, yüzünde kararlı bir ifade vardı. Kendisinden emin adımlar ile sınıfının kapısına kadar geldiğinde zil çoktan çalmıştı. O anda aklına durum ile alakasız milyon şey geldi. Kapı eşiğine yakın boyu ile senelerce dalga geçilmesi gibi, yada ona kapının önünde çıkma teklif eden yan sınıftan bir oğlanın utangaçlığı gibi. Kapı açıldığında sınıfın diğer ucundan görülecek açık camın ardındaki mavi dünyaydı artık onu ilgilendiren. Ne sınıfın içerisinde oturarak dinleyeceği sözler ve öğretiler, nede uzun zaman kaybının telafisizliğiydi. Kapıyı çalmadı, sadece açtı. İçeride aynı zamanda sınıf öğretmenleri olan matematik öğretmeni vardı.

Hani sessizlik olur ya en dingininden, ağır ve durgunundan, işte öyleydi. Sınıftaki diğer öğrencilerce ertesi güne kadar anımsanacak ama sonrasında basit bir anı olarak beyinlerinin en ücra hücrelerine atılacak sıradan bir sahne. Allice açık sınıf kapısının önünde herkesçe daha iyi görülebilmek için bir adım öne, içeriye, girdi ve “Uzun süre sizlerleydim, bana iyi davrandığınız için hepinize teşekkür ederim, bir daha büyük olasılıkla asla görüşmeyeceğiz, umarım sizde kendi çıkmazlarınıza birer çözüm bulursunuz ve hiç olmadığınız kadar mutlu olursunuz.” Hafifçe eğildi ve selam verdi, yüzünde daha önce hiç bir sınıf arkadaşının görmediği bir gülümseme vardı. Büyük olasılıkla birkaçı o anda hiç düşünmeden ona aşık bile olmuş olabilir ama bu başka bir hikaye. Elbette ne diyeceğini bilemeden kalmış hoca veya diğer öğrencilerden hiç biri tekrar Alice’i görmediler. Kapı anlamayan, meraklı ve şaşkın yüzlere sakince kapandı. Kestane rengi saçlı kızın sağ ayağının bileği de kapı eşiğinden görülmez hale gelene kadar hipnotize olmuş gibi baktılar. Sonrasında da onun en öndeki boş sırasına. Gitmişti.

2- Anlamak

Sınıfını son kez gördüğü o günden tam bir ay önce, lise son sınıfın açılış gününde, saman rengi saçları ve uzun boyu ile pek çoğunu kıskandıran ve bir o kadarını da hayran bırakan güler yüzlü bir kız gelmiş geçmişti. Her zaman yeni gelenler olur. Her sene ve her dönem başı, yeniler değişen dünyanın vaz geçilmezidirler. Ancak bir gün onların da eskiyeceğini bilmek, değişmezliğin sabitliğini anlamak ve yılmamak, yine umut etmek, delilik değildir de nedir? Günlük hayatta her bireyin az veya çok, gözle görülür yada derin bir veya birden fazla kişilik bozukluğunun olması gibi bir gerçek bu deliliği manidar kılıyor. Her insan bozuk doğarken elbette Alice’in dünyasına da çarpan bir serbest radikal olacaktı.

Yabancı bir ülkede yabancı insanların eşliğinde yeni bir hayat değildi gerçekten herşeyi değiştiren. Daha çok değişiklik peşinde umutsuz arayışı ile aklı bulanmış bir zavallıydı. O okuldayken bir adam evlerine girmiş ve annesini öldüresiye yaralamıştı. Polislerin söylediklerine bakılırsa sadece bir ekmek bıçağıydı. Daha sonrasında bıçağı kalbine saplamış ve ölmeden önce onu çıkarmaya çalışmıştı. Haberlerde şok halinde izlediği üzere daha önce tarihte hiç bir insan kendi kalbini çıkarmaya bu kadar yaklaşamamıştı. Adamı tanımıyordu, kimse nereden geldiğini bilmiyordu. Belki annesi bilebilirdi, adam kesinlikle bu ülkenin insanlarından değildi. Araştırma uzun zaman sürecek gibiydi ve Alice artık kimsesizdi. Aslında uzun zaman bir şeylerden kaçmışlardı, bunu yeni anlıyordu. Annesinin sürekli iş değiştirmesi ve başka ülkelerinde yeni iş sahaları kümesinde olması hiç ilgisini çekmemişti. Diğer insanların da böyle yaşadıklarını sanıyordu Alice. Yanılmıştı, ancak şimdi anlıyordu. O günü asla unutmamıştı ve unutmayacaktı.

Kar yağıyordu. “Eylül ayı olmasına rağmen yağan kar”, eskiler böyle söylüyordu ancak Alice mevsimlerdeki tersliği göremeyecek kadar gençti. İkinci milenyum ilk yüz yılında dünya dört mevsimi yaşıyordu, öyle yada böyle döngüde terslikler olmasına rağmen halen “mevsim” manidar bir kelimeydi. Artık dünya böyle değildi, aydan aya gölgede kırk santigrad da olabiliyor, eksi yirmi ile ilikleri de dondurabiliyordu. Ancak neyse ki her şey aylar öncesinden kestirilebiliyordu.

Korkunç akşamın arifesinde kar dizlerine kadar geliyordu, düşen her tanenin sesi ile uzaklardaki arabaların tekerleklerinin asfalttaki dingin sesi birbirlerine karışıyor ona müzik gibi geliyordu. Kar örtüsünde dans ediyordu. Onu görecek pek insan yoktu hani, okul akşama doğru bitiyordu ve yeni evlerinin ana kapısına geldiğinde birden hüzünlendi. Hani olur ya, aniden bir ağırlık çöker, terslik vardır ama adını koyamazsınız. İşte öyle bir şeydi. Anahtarı ile kapıyı açtı ve merdivenleri adımladı. Apartman dairlerinin kapısının açık olduğunu gördüğünde bir an dona kaldı. Çantasını ve ona engel oluşturan diğer her şeyi yere attarak içeriye koştu ve kan gölü ile karşılaştı. Ama hayır bu başkasının kanıydı. Annesini her odada aradı, sonunda mutfak masasının altında elinde kan içinde kalmış cep telefonu ile buldu onu. Dingin akıl ile hemen nabzını kontrol etti, yaşıyordu! Bazen insanların panik anında neler yapabildiğini anımsaması ilginçti aslında ve bundan suçluluk hissetti. En yakın sağlık ocağı sadece iki sokak ötedeydi, annesini kucakladığı gibi merdivenlerden aşağıya inmeye başladı. Sokağa çıktığında dizlerine kadar gelen kar onu yavaşlattı ama o yılmak bilmedi. Pek çok kez sendeledi. Göz yaşları içinde deliler gibi kucakladığı annesi ile apartman dairelerinde kalbini sökmeye çalışarak ölmüş adamın imgesi olsa bile, elinden tek gelen koşmaktı. Onu kurtarmak zorundaydı.

3- Kabullenmek

Hemşire yanına gelip elini onun omzuna attığında ve omzunu başına yasladığında artık ağlamaktan tanınmaz hale gelmişti Alice. Gözleri kan çanağı, sıcak omzun huzurunu daha fazla ağlayabilmek için gönülden kucakladı. “Çok kan kaybetmiş kızım, onu getirdiğinde… çoktan ölmüştü. Yapabileceğimiz hiç bir şey yok.” Kadının ağzından bu sözler yumrular halinde dökülmüştü. Onun acısını paylaşıyor, belki onu anlıyordu. Ancak hiç bir şey Alice’in içindeki çığlığı dindiremedi. Hemşire, kızın söylediği cümle ile, derinden titredi. Söylediği ne bir hakaret nede gerçekten ağırdı ancak öylesine bir öfke ile söylenmişti ki sarışın kızın içindeki bir şeylerin ölüp çoktan kokmaya başladığını hissetti hemşire. “Kardan nefret ediyorum!”.

Ertesi hafta eve geri geldiğinde temizlikçiler her şeyin izini yok etmiştiler. İçeriye giren o güler yüzlü sarışın Alice değildi. Saçlarını boyamış, kısaltmış ve bir yerlerde bir şeylerini kaybetmiş eksik bir Alice’di. Bazıları “daha olgun bir Alice” diyebilirler. Sonuçta kimse bir yakınının öldüğünü görmeden gerçekten yetişkin sayılmaz. Tüm yorumlara karşın söylenebilecek en gerçek şey “Kendi gerçekliğini yaratmaya başlamış bir Alice” olacaktır. Okula gitmeye devam etti. Öyle yada böyle bunu atlatması gerekiyordu. Rasyonel düşündüğünde ömrünün en başından beri kaçtıkları adam son bulmuş ve huzurlu bir hayata tek başına bile olsa adım atmıştı. Annesinin ona bıraktığı belkide Alice’in hayatının sonuna kadar çalışmasını gerektirmeyecek kadar bir servet vardı yada önceki gün evine gelen avukat böyle söylemişti. On sekizini doldurmuştu ve özgürdü, doğduğu ülkede her ne kadar reşitlik yirmisinde olsa bile bu ülkede özgürdü. O olayları sindirmeyi seçti ve okula gitmeye devam etti. Büyük olasılıkla zaten her şeyin başı bu dramatik son ile belli olmaya başladı.

Yapılan DNA testi üstüne belli oldu ki ölen katil onun biyolojik babasıydı. Aslında bu, pek çok şeye birer açıklama getiriyordu. Üç hafta boyunca sınıftan içeriye giren uzun boylu kız ilk gün herkesin hayran kaldığı kız değildi. Bir şekilde yüzünden hüzün akıyordu. Kimisi ona acımayı seçti, bazılarının hiç bir şey olmamış gibi davranmayı seçtiği gibi. O ise halen sindirmeye çalışıyordu. Kendisine acımayı mı seçmeliydi yoksa hayatına şu anda yapmaya çalıştığı gibi devam mı etmeliydi?

Sırasında boşluğa daldığı bir öğle dersinde hoca yanında duruyordu, “zaman her şeyin ilacıdır” gibi bir klişeyi dile getirdi. Doğru ama bir o kadar komikti. Diğerleri zamanı Alice’in gördüğü gibi göremiyordu ki. Ona göre her şey olmuş, bitmiş ve unutulmuştu. Gelecekte bir gün hiç annesi yokmuşçasına mutlu olduğu bir gün olacağının bilincinde gönlü rahattı. Ancak yaşadığı deneyim ve karın ona engel olması, daha hızlı koşamamış olması gibi diğer pek çok pişmanlık nefesini daraltıyordu. Kendisine orijinal bir gerçeklik kurmaya başlamıştı. Daha uzaklarda karanlık bir uçuruma bakmaya başlamış, onunda kendisine bakmasını bekler haldeydi. Uçurumun dibinde ne olduğunu bilmiyordu, pişman olabileceği yada olamayacağı gerçeği onu yıldırmıyordu. Sınıfına elveda dilediğinde, son bir aydır ilk kez gülümsemişti. Gitmişti.

4- KABOOM!

Yaklaşık yarım ton kütlesi ile size doğru hızla gelmekte olan buz dolabını gördüğünüzde pek çoğunuzun vereceği tepkinin oldukça farklısını verdi ve onu tutmaya çalıştı. Çünki bunu yapabiliyordu. “Sana dedim ya Mahmut onu dün gece ben götürmedim, yemin ederim ben değildim” Mahmut gerçekten çok sinirliydi. Sinirlendiğinde ağır eşyalar, duvarlar, kapılar, sökülüp fırlatılabilecek hemen her nesne potansiyel beyin travması tehlikesi ile donatılmış gibi görünüyordu. “Sen değilsen Fırat yaptı, Fırat değilse sen yaptın. Demek ki sen yaptın” bu şairane mantığa varması bile dakikalar almıştı. Ali bir fırın tepsisi ona doğru jilet kıvamında uçarken bile istifini bozmadı “Hayır, sana diyorum ya ikimiz de bilmiyorduk. Bir başkası olmalı. Biraz olsun aklın varsa düşün, kanka kuralını çiğner miyiz? O kızı ilk sen görmüştün ve o senindi!” Mahmut bir süre durdu ve değerlendirme yaptı. Mantığı sonunda otonom beyin sistemine sözünü geçirebilmiş olacak ki hafifçe çatlamış ve artık oynayan bir sandalyeye çöktü. “Haklısın, siz yapmazsınız. Ama yapanı bir bulursam…” Yüzündeki ifade gerçekten korkunçtu. Ali bir sabahı daha atlatabilmiş olmanın rahatlığı ile kırık masada mısır gevreği ve iki günlük süt ile kahvaltısına oturdu. Tüm kavga boyunca kasesini sağ elinde dökmeden tutmuş ve şimdi içindekileri iştah ile miğdeye indiriyordu. Fırat, Ali ve Mahmut, üçü birlikte bir pastaneyi işletiyorlardı. Kardeş gibiydiler ancak kan bağları yoktu, Ali en küçükleriydi. Acele etmezse okula geç kalacaktı. Okul kelimesi aklında bir imge olarak canlandığında bile içi içine sığmıyordu. Birkaç gün önce bir kız ile konuşmuştu. Onu haberlerde görmüş ve gerçekten ilgi duymaya o zaman başlamıştı. Aslında ne kızlar kırılgandır ve ilgi isterler şeklinde bir fikre sahipti nede maço ruhluydu. Ancak onun yanında olmak istiyordu. Bunun diğerleri gibi ona acıması ile ilgisi yoktu. Onun yaşama bakışına hayran kalmıştı. Alice okullarında bir efsane halini almıştı.

Kulaktan kulağa büyüyen hikayeye göre bir hoca kıza “Zaman her şeyin ilacıdır” demişti ve kızda üzerinde hiç düşünmeden “Ne kadar klişe, bunu söylemek için uzun zamandır bekliyor olmalısınız?” demişti. Buraya kadarı basit bir sorunlu öksüz genç tadında ancak sonrasında, söylenenin ardından, bocalayan hocaya söylediği şey Alice’i marjinal yapmaya yetmişte artmıştı bile, “Sizin gibiler, gerçekten miğdemi bulandırıyor”. Bunu öyle duygusuz, öyle rahat ve niteliksiz seslendirmişti ki sınıftaki herkesin içine bir soğuk hava dalgası tesir etmişti.

Aklında bunlar varken son kaşık gevreği de boğazından mutluluk ile geçirdi ve koşarak harabeleşmiş pastaneden fırladı. Önüne bakıyor değildi, güzel bir gündü ve okula çoktan geç kalmıştı. Sıcak güneş yüzüne vururken gözünü aldı ve tam önündeki zavallı insana bodoslama çarptı. Normalde insanlar başkalarına çarptıklarında en fazla yarım metre beriye arka üstü düşer ve belki biraz da canı acır. Ancak ne Ali normal biriydi ne de pastanaden çıkış hızı olağan bir süratti. Zavallı öğrenci sabahın sekizinde neye uğradığını bilemeden karşı kaldırıma kadar uçtu ve sırtı duvara çarparak durabildi. Ali gerçekten korktu. Korktu çünkü üçünün güçlerinin toplumca görülebilme olasılığı hepsini rahatsız ediyordu, üzerilerinde yapılabilecek deneyler ve nice diğer unsur. Korktu çünkü çarptığı kız sokağın karşısındaki duvarda dairesel bir çatlak oluşturmuştu. Ama hepsinden daha çok korkmasının sebebi kızın Alice olmasıydı.

Alice’in dünyası bir saniye öncekinden çok farklıydı. Sırtı ve sağ omzu deli gibi ağrıyordu. Ağrımak yeterli bir tanım değildi aslında, daha çok onu öldürüyordu. Aklında yine milyonlarca hayal ve gerçek birbirine girdi. Sırtını içine gömüldüğü tuğla çukurundan çıkardı ve üstünü silkeledi. Ağrı yavaşça onu terkediyordu. Ne olmuştu gerçekten? Kamyon çarpmış gibi hissediyordu kendisini. Ancak bir şeyler tersti, omzu az önceki gibi tuhaf bir açı ile bükük durmuyordu artık. Sokakta kendisi ve diğer uçtaki oğlan dışında kimse yok gibiydi. Oğlan görmüş olmalıydı. Ancak aklı birden bulandı ve ardından karanlık tüm benliğini sardı. Son gördüğü şey oğlanın ona doğru yürüdüğüydü.

5- Uyanış ve Kapanış.

Uyandığında karşısında iki kafa buldu. Biri o çocuğun yüzüydü, öteki ise tanımadığı kaygılı bir başka çehre. “Gözlerini açtı! Tamam kabul ediyorum o senin, zaten çok genç”, Çocuk iç çekti “Evet görebiliyorum, arkadan biraz daha buz getirsene sen!”. Alice yavaşça doğrulacak gibi oldu ama oğlan onu durdurdu, “Yatmalısın, sana çarpan arabanın plakasını alamadım ve bir şeyin yok gibi. Dinlenmelisin.” Alice düşünmeden cevap verdi, “Yalan söylüyorsun, araba falan yoktu.” Kızın kısık, sorgulayan gözlerine bakamayan oğlan ne diyeceğini bilemedi, “Bak, bunu kimseye anlatamazsın. Özür dilerim. Gerçekten özür dilerim, yaşıyor olman bile bir mucize.” Alice o şekilde yatmaktan iyice sıkıldı ve doğruldu. “Seni tanıyor muyum?.” Bir an bakıştılar ve sonunda oğlan kızardı. “Ah, sen şu çocuksun…” Kızın yüzünde alaycı bir ifade vardı, tesadüf karşısında gülmemek için kendisini zor tuttu denilebilir. Diğer iri yarı olan odaya elinde koca bir torba buz ile girdiğinde kız ayaklandı. “Eh, kimseye söylemem ama bir şart ile.” Etrafına bakındı ve başını tatminsizlik ile salladı, “Beni temizlik için işe alacaksınız.” İkisi de şaşırmıştı. Sırf yüzlerindeki o alık ifade için bile bunu söylemeye değerdi.

***

Onu işe aldıklarından beri insan hayatı için uzun olarak nitelendirilebilecek bir zaman geçti. Tamı tamına yirmi yıl. Öksüz Alice ve ailesini bile tanımamış Ali on beş yıldır karı kocaydılar. Aslında birbirlerini gerçekten sevmeye ne zaman başladıklarını tam olarak kendileri de bilmiyordu. Dünya dönmeye devam ediyordu ve onlar gibi diğerleri de ortaya çıkıyordu. Mavi kürenin dört bir yanından binlerce erkek ve kadın dormant, uyku halindeki genlerinin uyanışı yüzünden medyanın hedefi haline gelmişlerdi. Yıllarca yazılıp çizilmiş mutant senaryolarının hiç biri tam olarak gerçek olmadı. Çünkü hiç birinin öylesine ölümcül özellikleri yoktu. Ancak Alice’in gücü oldukça özeldi. Ne zaman haberlere yeni güçleri olan bir başkası çıksa Alice’in de aynı güce sahip olduğu ortaya çıkıyordu. Ali ve Alice’in bir kızları vardı, onun da adını Alice koymaya karar vermeleri anını ikisi de anımsamıyordu. Alice’in annesinin adı da Alice’di ve kızın kızıl saçları güneşin altında alev alevdi.

Zaman geçmiş ve Ali ülkenin kendileri gibi olanları fişlemesi için kurduğu özel bir time girmişti. Kendisini saklamayı iyi biliyordu. Gizlice test için alınmaması adına saçlarını her zaman çok kısa kestiriyor, asla iş yerinde tuvalet kullanmıyor ve ara sıra hasta taklidi yapıyordu. Yirmi yaşından beri bir yıl daha yaşlanmamıştı ve ara sıra bu durum dikkat çekiyordu. Ancak Alice’in çoklu güçleri pek çok derde devaydı. İnsanlar bir şeyler unutabiliyor veya görmezden gelebiliyorlardı. Alice’in gerçekliği kendisine aitti. Gergin ama mutlu bir hayatları olduğu söylenebilirdi. O gün gelene kadar her şey mükemmeldi.

Mutantların düşük profilli güç seviyesi kendi bölgelerinde muazzam bir artış göstermişti. Yerel ofis durumu araştırmış ve belli bir semtin yarı çap oluşturduğu dairesel bir kesitte bu artışın en fazla olduğunu rapor etmişti. Her şeyin merkezinde Alice ile Ali’nin evleri vardı. Durumu kadına anlattığında o buna hiç şaşırmadı. “Sürekli olan bir döngü bu, bir gün anlayacaksın. Umarım bu çıkışı olmayan labirentten bir yol bulursun sevgilim.” demiş ve geçiştirmişti. Ertesi gün ise kadın kızları ile birlikte ortadan yok olmuştu. Ali eve geldiği o günü asla unutmayacaktı, sanki zaman ile ilgili uygunsuz bir kırılma vardı, daha önce yaşanmışlığın deja vu şeklinde adlandırılamayacak hissi. Daha olgun bir Deja vu, daha güçlü ve kusursuzdu boş evin karanlık havasındaki his. O günden beri Alice’i hep takip etti. Kadını bulmak her defasında çok kolay oluyordu ancak ucu ucuna elinden kaçıyordu. Bulması kolaydı çünkü her yaşadığı kesimde kendisi gibiler artış gösteriyordu. Dünyayı mutantlara boğmaya çalışan bir kaynak gibiydi.

***

Kızıl saçlı Alice uzun boyluydu ve annesini taşıyabilecek kadar güçlüydü. Halen yağan kar Ağustos’u beyaza bulamıştı. Ayağı takıldığında ve yere çöktüğünde dizleri üzerine düştü. Annesini sıkıca tutuyordu. “Lütfen, lütfen dayan, az kaldı…” Annesi Alice bir avuç kar aldı, kar elinden akan kan ile yavaşça kızıla bulanırken kızına güçsüzce fısıldadı, “Alice, kar çok güzel değil mi? Öyle saf ve öyle güzel ki. İnsanın onun adını unuttuğuna inanası gelmiyor.” Kız annesine yaşlı gözler ile baktı, “Evet anne kar çok güzel. Onu çok seviyorum. Seni çok seviyorum.”
Eylül 14, 2152 / Ağustos 11, 2190

 

Alice” için 6 Yorum Var

  1. Üzerine düşünmeden olay örgüsünü kavramak yine biraz zor. Ama son zamanlarda yazdığın öyküleri görünce, bir değişimi sezmemek elde değil. Tarzın daha anlaşılır ve okuyucuya hitap eder hale geliyor.

    Bu öykü okuduğum en hüzünlü şeylerden birisiydi. Dönüp dolaşıp umutsuzca aynı yere gelinmesi ve tüm güçlere rağmen aynı acıların tekrar yaşanması gerçekten üzücü. Melankoli seziliyor açıkçası 🙂

    Bir de belirtmek istedim, kızın sınıftan ayrıldığı kısım acayip hoşuma gitti. Güzel anlatmışsın.

    Tebrikler.

  2. Labirenti kısır bir döngü olarak ele alman ve o şekliyle işlemen dahice. Ayrıca yazılarının daha az çaba göstererek okunabilmesi de sevindirici bir gelişme. Hem de düşündürme yetisini kaybetmeden yapıyor bunu. Kalemine sağlık…

  3. Bir önceki seçkimizin birincisi yine döktürmüş! Özellikle, hikayedeki hüzünlük çok etikledi beni. Amras’ın dediği gibi diğer hikayelerinden farklı bu. Bence farklı olan kısmı, diğer hikayelerdeki melankolik havanın bu hikayeye yansımaması ama buna rağmen o hüznü bize yansıtabilmen…

    Baştan sona severek okudum Alice’ın öyküsünü. Kalemine sağlık…

  4. Labirenti ele alış şeklin farklı ve güzeldi. Hüznün hakim olduğu yerlerde böyle sanki onları hisseden ben gibi oldum, aynı hzda okumama rağmen yavaşladı bir şeyler, gözümün önüne geldi olanlar.. bilemiyorum, oldukça etkileyiciydi. 🙂

  5. Yorum yapan herkese ayrı ayrı teşekkürler. Sıkıntı ve elemin ne boyutta hissedildiğini, birey, başkalarına anlattığında kendisini daha rahat bir ruh halinde bulabilirmiş. Açıkçası Alice’i yazmak kafamı dinginleştirmedi değil, melankoli bir işe yaradığında güzeldir.

    @Kızın sınıftan ayrıldığı kısım günlerimi, diğer tüm paragraflar toplam birkaç saatimi aldı. Gerçekten onu anlatabilmek istedim, ne yazsam doğru olmuyordu. Bir denememde tamamen ingilizce bile yapmayı düşündüm umutsuzlukla.

  6. Akıcı. Hiç sıkmıyor. Merak ettiriyor ve hissettirdiği duygunun kekremsi tadı -hikâye bitse de- bizde kalıyor. Güzeldi.

Amras Ringeril için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *