Yazarın notu: Öyküye dair evrenin farklı zamanlarda geçen bağımsız öyküleri aylık öykü seçkisinde daha önce yayınlanmıştır. Belli bir sayıyı aştıkları için linkleri ilk etapta paylaşmıyorum. Bununla birlikte ekli öyküdeki karakterlerin tarihçesini merak ederseniz buradaki öykü bir lejant görevi görecektir. Keyifli bir zaman geçirmeniz dileğiyle…
“Gözümün önünden derhal ve hızla…” demişti Qita sonunu getirmeden.
“Saçların uzamış, gözlerinin yeşili daha gizli ama derin şimdi.”
Qita ilgilenmemişti, cümlesinin sonunu getirdi, “Siktir git Canwr.”
Canwr arkasını döndü ve karşılaştıkları patikadan ayrılarak ormanın içine girdi. İçinden geçenlerle ağzından çıkanlar farklıydı, “Elf ormanları gibi değiller hatta ülkemden bile yeşil değiller, ama ilk karşılaştığımız yere kıyasla bize daha yakın bir yer burası…”
Arkasını dönüp patikadan kendini izleyen genç kadına baktı, kadın da onun gözlerine dik dik bakıyordu. Derken kadın yere tükürdü ve tükürdüğü yerden kendisine uzanan minik bir çatlak Canwr’un ayaklarının altından geçerek ormanın içinde kayboldu. Qita hiçbir şey söylemeden eteklerini savurdu ve bir sonraki sabah yola çıkacak mini kafilenin çadırlarının olduğu açıklığa doğru hızlıca yürümeye koyuldu.
Canwr gülümsemişti, Qita kendisini izlemişti, Qita affedecekti…
O gece, kafilenin çadırlarının ortasında bulunan otuz kadar kişi yemeklerini yemiş olduklarından olsa gerek, oturdukları yerde birer taş gibiydiler. Canwr, üç gündür yolculuk ettikleri bu gruptan kimseyle tanışmamış ve kimsenin kimliğini merak etmemişti. Tek bildiği şey biri dışında hepsinin paralı asker olduğu, biri dışında hepsinin erkek olduğu, biri dışında hiçbirinde büyü gücü olmadığı ve biri dışında hiçbirinin umurunda olmadığıydı…
Neden sonra düşüncelerinin arasından bir gülümseme dışarı kaçtı Canwr’un gizeminden, yalan söylüyordu… Qita ile karşılaşana kadar da hiç kimse ve hiçbir şey umurunda değildi. Mutsuz, suçlu ve yalnızdı. Güvenebileceği veya güvenemeyeceği hiç kimseyi aramıyor sadece nefes alıyordu. Nedenini biliyordu… Derken düşünmeyi kesti, kalbinden midesine inen kaynar bir çağlayan ve utançla gözlerini kapatma isteğiydi bunun nedeni. Hayatı boşvermişliğinin değil düşünmeyi kesmesinin nedeniydi söz konusu olan. Gözlerini açmadan tekrar gülümsedi ama… Çünkü tanımıştı.
“Amadam didam bordam.”
Adamlardan bir tanesi, iri olup sürekli bağıran çağıran ve beş altı kişilik bir grubun lideri olduğu anlaşılan bir tanesi, ateşten başını çevirmeden cevaplamıştı sesi, “Spaknios Kumu yasak kardeşim!” ve derhal piyonlarıyla birlikte ayağa kalktı. Altı kişilerdi, beş değil!..
Ve aynı anda oturmuşlardı… Çünkü konuşan adam Trinevere Platosu’nda kendini tanıtmadan önce kıyafetleri tanıtmıştı kendisini…
“Merhaba saygıdeğer savaşçılar, ben Huubu Alkadah, Alemlerin İlahı’nın sadık kulu ve keşişi. Alexandrosia Kütüphanesinde eğitim gördüm ve şimdi kum, plato gezen mütevazı bir keşişim.”
Boşuna ayağa kalkan adamlar söylenerek yerlerine oturunca da keşiş, yakışıklı bir Tir Glo cücesini görmüş olmalıydı ki bağırdı. “CANWR!” Keşiş bilmiyordu, bir yandan bağırır bir yandan da koşarken duymamış ve fark etmemişti ama paralı askerlerin lideri aynı anda ona “Bir daha Spaknios Kumu konuşma!” demişti.
“Canwr!”
“Huubu!”
Biraz önce attığı çığlığın ve deparın aksine sakin bir tavırla söylenmiş bu ‘Canwr’ ve kendisine aşağıdan bakan aşırı yakışıklı cücenin çenesini kaldırarak kendi ismi ile onu selamlaması o kadar aristokratik bir manzaraydı ki, piyonlardan biri yere tükürdü. Gerçi yeri yaran bir tükürük değildi bu ama o kadar içten ve nefret doluydu ki, ateşte cız edecek kadar hacimli çıkmıştı ciğerlerinden.
Aynı anda Canwr ve Huubu birbirine büyük bir güçle sarılmışlar, birbirleriyle kenetlenmişken birbirlerini daha bir sıkmışlar ve birkaç kez karşılıklı sallanmışlardı. Hatta o kadar ki birbirlerinin kollarını kavrayıp yüzlerine iyice bakmadan önce Huubu, Canwr’un kulağına eğilip “Adam bronşit!” demeyi de ihmal etmemişti…
Canwr kollarını kavradığı adamın gözlerine uzun zamandır hissetmediği bir huzur ve neşeyle bakarken aniden gözlerini kapadı ve bir yandan sırıtarak bir yandan da kafasını aşağı yukarı sallayarak “Hadi söyle…” dedi. Sonra da gözlerini açıp beklemeye koyuldu.
Huubu ona anlamaz gözlerle bakarken de ekledi “Hadi! Numara yapmayı bırak…”
Bunun üzerine Huubu neredeyse trans gözlerle ve adeta kekeleyerek söyledi: “Üç yıl iki ay ve on iki gün oldu.”
Piyon onlara bakıp “Kırlardan çiçek toplayayım mı siz…” diye başladı ama öksürük krizine girdiği için tamamlayamadı cümlesini…
* * *
Ertesi gün Canwr garip bir durum olarak kendisini hiç tanıtmadığı paralı asker gruplarının bir harita başında yaptığı toplantıda, bir önceki gecenin ‘the adam’ını dinliyordu. Tir Glo artikeli kullanmak hoşuna gitmişti ve evini özlediğini ilk o anda fark etti. Sonra tekrar bulunduğu yere döndü zihni, Torrwr Ilofrudd sırtında siyah siyah parladığındandı belki ama kimsenin ona kim olduğunu sormamasının da ötesinde planlarına dahil etmelerini anlamıyordu. Adam konuşurken Canwr beklenmedik bir anda yere tükürdü. Neden olmasındı ki?.. Elf, insan, cüce, ork veya onlarca başka bir tür olsun fark etmezdi, beslenen tükürürdü…
The Adam ona dönüp “Bir itirazın mı var kardeşim?” diye sorduğunda verdiği cevap gerçekten de bir itirazın seslendirilmesiydi ama onu kimse anlamamıştı. Çünkü Canwr basitçe kendi kendine söylenmişti: “Dad! Stopiwch fy amddiffyn…”
Bir kişi dışında… “Tir Glo’da değiliz, kardeşim…” Bir kişi, the kişi, the adam… Canwr uzun zamandır ilk defa bir merak göstermiş, adamın tek bir gösterge ile çağrılmasının uygun olduğunu karar vermişti. Ortak dilde sordu “Adın ne senin kardeşim?”
Trinevere Plato’su konuşmamasına rağmen Tir Glo’da ısrar etmeyen Canwr’un üstü kapalı teklifi paralı asker Arağan’a uygun gelmiş olmalıydı “Arağan,” dedi, “seninki ne?” ve deri bilekli kolunu Canwr’a uzattı.
“Canwr.” adamın kolunu kavrayan Canwr, kır saçlı ve sakallı adamın kara gözlerinde bir mana gördüğünü düşündü. Ne olduğunu anlamamıştı ama bu düşünceyle kendisinden önce bir cüce ile tanışıp tanışmadığını sormaktan vazgeçti. Adam da ani bir şekilde yerdeki haritaya dönüp anlatmaya başladı.
“Spaknioslu büyücünün ölü bedenleri dirilttiğini biliyoruz.”
“Bir köy kabristanındaki ölü bedenler o köyü tarumar etmeye yetebilir…”
“Ve?”
“Otuz dört zırhlı paralı asker için ise bundan fazlası gerekir.”
Canwr sayılan otuz dört kişi içinde olup olmadığını bilmiyordu ama kafasına takılan şey bu değildi. Bu adam bu köylere neden dadanmıştı? Zela veya Bozar, Spaknios toprağı değildi. Trinevere işgaline karşı direnilecek bir yer de değildi. Trinevere toprağı bile değildi!.. Aslında Imperia’ya ait olan yerlerdi buralar ve bu adam neden burayı merkez alıp ve sadece sınır köylere saldırıyordu, dahası bu adam kimdi? Basit bir merakla ve hayatını anlamlı kılacağını umduğu için bu haberin peşine takılmış ve kafileye katılmıştı.
Burada düşünceleri dağıldı Canwr’un, takılmak ve katılmak kelimelerinin üzerinde durdu. Bunu Huubu’ya sormalıyım dedi kendi kendine ve tekrar düşüncelerine döndü, Qita ve Huubu burada ne arıyordu?.. Harita başında konuşulan konudan o kadar kopmuştu ki, elinde papatya dahil bilumum kır çiçeği ve otla kampa gelen Huubu’yla dalga geçen askerleri de, Huubu’nun onları hiç umursamadan haritanın başına gelişini de fark edememişti, ne zamanki kendine geldi, o zaman Huubu’nun cümlesinin finalini duydu.
“…Meli Mağarası’nda var, siz bal mağarası mı diyorsunuz oraya, neyse… Spaknioslu büyücü de orada…”
Ve Huubu gibi o da hiç kimseyi umursamadan sordu. “Meli Mağarası’nda ne.. Kim var?”
Huubu, bir keşiş, kütüphaneci ve alim olmanın dışında son derece de güçlü bir karakterdi, ne elindeki kır çiçeklerini kendisine gülenlerden biri olan bronşit paralı asker için topladığını söylemek gereği duyardı ne de daldığını fark ettiği Canwr’u bozarak grup içinde bir hiyerarşik tırmanma eyleminde bulunurdu.
“Meli Mağarası,” dedi “kadim bir mezarlıktır. Eski savaşların askerleri birkaç mezara toplu olarak gömülür.”
“Eski savaş?” diye sordu tecrübeli komutanlardan biri.
“Kadim son savaşlar.” diye cevapladı sakince Huubu.
“Kim kimi gömüyor?” diye sordu bir başkası.
“Kazananlar kaybedenleri.” Huubu yine sakindi.
Arağan araya girdi ve “Keşiş,” diye başladığı cümlesini şaşırtıcı bir biçimde bitirdi, “Meli Mağarası’nda bir mezarlık var mı?”
Soru keşişin hoşuna gitmişti, “Bilmiyorum,” diye cevapladı onu “ama efsane böyledir.”
Dördüncü ve son grubun lideri “Efsanelere göre mi hareket edeceğiz be adam?” diye bağırdığında, Huubu cevap verme gereği duymadan kısa bir süre baktı adama, tercümanlığını Arağan yapmıştı:
“Orada büyük bir toplu mezar olmayabilir ama,” dedi “büyücü, var olsun ya da olmasın o mezar için burada. Spaknioslu büyücü Meli Mağarası’nda…”
Huubu omuz silkip haritanın başından uzaklaşırken ama… Tercüme edilmesinin gereksiz olduğuna dair kanaatini belirtmekten geri kalmadı “Ben bunu ilk cümlemde söylemiştim zaten.”
* * *
Üç gün sonra Meli Mağarası’ndan önceki son kamp yerine ulaştıklarında, yorgun Canwr, kampın kurulmasını beklemeden seçtikleri alanın sınırından geçen patikanın batısında kalan ve kamp yerinin seçim sebebi olan dereye indi. Kurşun rengi iki kulaçlık ve aslında minicik olan dere, buz gibi akan suyuyla yeşil yaprakların gölgesinde uzanıyordu. Sesi o kadar duruydu ki, berraklığı sanki göze değil tüm benliğine işliyordu Canwr’un. Tecrübeli cüce çizmelerini çıkarttı, ayaklarını dereye soktu ve zihni tamamen bomboş olarak karşıya bakmaya başladı.
Qita patikadan dereye doğru eğimli sırttan inip çizmelerini çıkarttığında da duruşunu bozmamıştı ama tamamen olay anındaydı. Qita tıpkı kendisi gibi çizmelerini çıkartıp ayaklarını suya sokmuş ve yine tıpkı kendisi gibi karşıya bakmaya başlamıştı. Ve tıpkı Canwr gibi, aklı tamamen Canwr’daydı. Bu sefer Canwr konuştu. “Seni tanımıyordum Qita…” dedi ve devam etti:
“Ve Bain korkunç bir elftir. Güvenilmez, kanlı ve çıkarcı. Üstelik Sağır Sultan duyardı, kuşkusuz Safir’in Spaknios işgalini planladığını da duymuştu. O, buna izin vermişti…” burada kafasını Qita’ya çevirdi. Gözleri Qita ile buluştuğunda da tekrar etti “O, bunu istiyordu.” Bu dinleyenler için son derece vurgulu söylenmiş bir cümleydi.
Sonra ikili arasında uzun bir sessizlik oldu. Tek tük kuş sesleri ve su tüm sessizliği dolduruyordu, Canwr bir cevap beklemediğini fark etti, huzurlu hissediyordu. Ta ki huzurlu hissetmeyene kadar…
“Bana inanmadın. Trinevere’nin, Spaknios’u işgalini önleyememekten çok buna kızgındım sanırım. Bana inanmamış olmana…”
“Buna kızmakta haklısın.”
“Evet haklıyım.”
“Ama bütün bu olan bitende haklı olan benim.”
“Evet sensin.”
Canwr duyduğuna inanamaz şekilde bakışlarını tekrar Qita’ya çevirmişti, Qita’nın mağrur çenesi normaldeki kadar kalkık durmuyordu ama kafasını öne eğmiş de değildi. Neden sonra genç kadın oturduğu yerde eğilerek sarı bir çakıl taşını eline alıp incelemeye başladı ve gülümser bir suratla Canwr’a çevirdi bakışlarını.
“Sanırım bana aşık falan olduğunu düşünmüştüm. Yoksa iki gün içinde bana güvenmen için hiçbir sebep yoktu. Lothren Edhel’in işin içinde olduğu da düşünüldüğünde…” Sustu ama gülümsemesi gitgide gülmeye ve sonra da kahkahaya dönüştü, zar zor anlaşılan bir edayla ama net bir şekilde ifade etti aklındakileri. “Kabul et ama hoşlandın benden. Yoksa ne davet öncesi Safir’e gidip şahitler edinirdin, ne de o iki tüccar kılığındaki savaşçı cüceyi yanında getirirdin.” Sonra tekrar sessizleşti ve tekrar tüm neşesini kaybetmiş şekilde ekledi,
“Ama son anda bana güvenmemeye karar verdin.”
“Sağır Sultan’ın her şeyi zaten biliyor olması gerektiğine karar verdim.”
“Belki… Belki değil, belki ikisi de, kim bilir?”
“Ben bilmiyorum.”
“Ben ikna oldum Canwr.” genç kadın hızlıca doğrulup çizmelerine uzandı ve ayaklarını entarisinin eteklerine silerken sanki söylediği şeyin hiçbir anlamı yokmuş gibi sakince devam etti: “Mağarada olduğunu düşündüğümüz büyücü Ejder. Safir onu Sağır Sultan’ın vefatından sonra sürdü. Trinevere, Spaknios’a girdikten sonra da Ejder isyan etti.”
Canwr da Qita’yı aynı ölçüde ilgisizlikle cevapladı “Sen kimin adına buradasın?”
“Sana davette ninni okuman için ulaşan kimdi Canwr? Ya da kimin adına ulaşmıştı?”
“Safir adına buradasın.”
“O gün ne kadar o hain başvezirin tarafındaysam bugün de o kadar tarafındayım. Bana bu sefer inanabilir ya da intikam almak istediğimi, dahası istediğimizi düşünebilirsin. Karar senin…”
“Neyin kararı benim? Ben sadece bir gözlemciyim burada.”
“Ejder’i kurtaracağız.”
“Ben sadece gözlemciyim!” Canwr sinirle tıslarken Qita ayağa kalkmış, patikaya tırmanmaya koyulmuştu bile. Arkasına bakmadan cevapladı sinirlenmiş Canwr’u,
“Seninle değil, Canwr. Senden boyumun ölçüsünü aldım merak etme…”
* * *
Canwr’a göre içinde kılıç, büyü, macera ve seyahat olan şeylerin ortak bir noktası varsa o da ‘klişeydi.’ Yarın bir savaş vardı ve bu gece ateş başında savaş hikâyeleri anlatılacaktı… Daha gençken yani Canwr lavtasında mükemmel melodiyi ararken, her macerasında bir balad yazar ve mutlaka seslendirirdi. Yıllardır ise ne lavtasını eline almıştı ne de eline almayı ,içinden geçirmişti. Sıkılmıştı eni konu. Eskiden klişelere gülerdi, şimdi sıkılıyordu…
Meli mağarası yürüyerek eşek sırtında üç saatlik mesafedeydi ve güneş doğduğunda içeride olacaklardı. Askerler Spaknios’lu büyücünün kellesini almak için cesetlerle savaşacak, Qita ve en azından Arağan da onu kurtarmaya uğraşacaklardı. Kendisinin bir görevi olmadığı gibi bu macera nasıl biterse bitsin, olacak hiçbir şeye karşı da bir sorumluluğu yoktu. Ejder, Arağan ve üç düzine asker umurunda değildi. Qita’nın başının çaresine bakacağına inanıyordu, bakamazsa da, Qita yolundan dönecek birisi değildi, onu vazgeçirmeye çalışmak zaman kaybıydı. Huubu kesinlikle çatışmadan uzak duracaktı zaten. Ama ‘bir dakika, bir dakika’ dedi kendi kendine sanki bir başkası ile konuşurmuş gibi Canwr, onun zaten burada ne işi vardı ki?..
Bir kez daha etrafında olan bitene döndüğünde, kendisini ateşe bakarken buldu. Kumral uzun saçları ve bal rengi gözleriyle bir kehribar gibi yanarak ateşe eşlik ettiği geldi aklına. Tir Glo’nun kömür madenlerinin kokusu geldi burnuna, genzi yakan o kokunun bir gün kendisini özleteceğini düşünmezdi. Uzun süredir bir hayalet gibi içinde büyüyen özlem o an galip geldi. Ve hemen aynı anda karar verdi geri dönmeye. Artık bir seyyah ve ozan olarak yapacağı bir şey kalmadığını ilk o an anladı. Bilinen dünyadaki neredeyse her topluma şöyle bir göz gezdirmiş bazılarında görevler almış, neredeyse hepsinde arkadaşlar ve düşmanlar edinmişti. Ailesine, ülkesine ve lavtasına kısaca ait olduğu yere dönme zamanıydı. Düşüncelerinin bölünmesi de bir klişeydi Canwr için ve artık sıkıyordu…
“Bir lavtan var Canwr.”
“Evet Arağan.”
“Çalmaz mısın?”
Canwr öyle bir bakışla baktı ki Arağan’a, ne Arağan bu soruyu sormuştu ne de Cannwr bu soruyu duymuştu şimdi. Arağan kızmamış, bozulmamış sadece anlamıştı.
Ayağa kalktı, adamlarına doğru bir ıslık çaldı ve “Ben yatıyorum kardeşlerim,” dedi, “gece demini aldı, yarın güneş doğduğunda mağarada olacağız.” Çok geçmeden herkes çadırlarına çekilecek ve uyuyacaktı.
Canwr da dahil…
* * *
Gözlerini açtığında karşısında muhtemelen efsunlanmış ve kapüşonlu pelerinleriyle iki silüet gördü. Kafasında silüetleri tasvir etmeye gerek duymadan “Lavtamı uzat şurdan Qita!” dedi, “Sana borcumu ödeyeyim.”
“Bana borcun yok, ninnine gerek de yok, ben hepsini uyuttum zaten. Sadece bizimle gelmenizi istiyoruz.”
“Huubu?”
“Evet o da.”
Arağan araya girdi, tok ve güven verici bir sesi vardı. “Bu gece Qita ve ben tarafımızı tamamen belli ediyor olacağız ve siz Qita’nın arkadaşlarısınız!..”
Araya girme sırası Qita’daydı bu sefer, “Bana borcun hiç bitmeyecek Canwr…”
Canwr hiçbir şey söylemeden ayaklandı ve Huubu’ya doğru seğirtti. Pelerinli ikili, duyamadıkları kısık sesli bir konuşmadan sonra Huubu’nun hızla ve ciddiyetle ayaklandığını gördüler. Huubu yanına hiçbir şey almadan, Canwr ise sırtına baltasını asıp eline lavtasını alarak çadırdan çıktılar. Qita ve Arağan’ın kafaları, kimin kimi gizli bir yolculuğa çağırıyor olduğu konusunda kesinlikle karışmıştı.
Dört eşek ve binicileri, ikisi önde ikisi arkada mağaraya doğru ay ışığında ilerliyordu şimdi. Canwr her ne kadar efsunlu pelerinlerin önemli ölçüde sakladığı öncülerini tam göremese de, Arağan’ın pot sesler çıkaran deri zırhını ve araya karışan metalik şakırtıları duyabiliyordu. Konuştuğunda söylediğine ise kendisi de şaşırmıştı. Bambaşka bir şey çıkmıştı ağzından, bu ara bunu çok yaşıyordu…
“Kimin adına buradasın Huubu?”
“Manastırın Canwr.”
“Mağarada kim var biliyor musun?”
“Ejder.”
“Bu grubun amacını biliyor musun?”
“Onu öldürmek olmadığını anlıyorum. En azından şu görünmez olanların.”
“Peki sen neden buradasın?”
“Ejder’le konuşmam gerekli. Arağan bana bu, konuşmayı infazdan önce yapabileceğimi söylemişti. Şimdi anlıyorum ki zaten infaz yokmuş.” Omuz silkmişti keşiş, “Daha iyi… Uzun uzun konuşuruz.” sevimli sevimli gülümsedi sonra Canwr’a dönüp.
Canwr çok rahat değildi, Arağan’ın hafif de olsa zırhlı ve silahlı olmasından dolayı endişeliydi. Ayrıca bu adam, bu usta büyücü, basitçe bir yardım çağırmamış ya da Spaknios’ta bir direnişe katılmamıştı. Tamamen anlamsız bir şekilde, Trinevere topraklarının dibinde Imperia’nın nispeten önemsiz bir bölgesinden Trinevere köylerine büyülü saldırılar yapıyordu.
Sanki onun düşüncelerini duyuyormuş gibi cevap verdi ona Huubu, “Biz de ne aradığımızı bilmiyoruz Canwr. Kadim savaşın, efsanevi mezarlığının orada bir büyücü saçma denilecek bir iş yapıyordu. Alexandrosia da olayı araştırmaya karar verip hem Trinevere’yi hem de Spaknios’u iyi bilen kıdemli bir keşiş görevlendirdi. Tüm olay bu. Sana yalan söylemem.”
“Söylemezsin.”
Canwr bir tek şey biliyorsa, o da bu beyazlar içindeki eksantrik adamın ona yalan söylemeyen belki de tek kişi olduğuydu. Daha önemlisi, bu adam ona neden burada olduğunu bile sormuyordu…
* * *
“Neden silahlısın Arağan?”
Eğer mağara kapısında içeriden gelen bir serinlik bedenleri ürpertiyorduysa, Canwr’un bu sorusu da benlikleri ürpertmişti.
“Tecrübe Canwr…” dedi adam “Otuz yıllık ordu hizmetinin öğrettiği bir şey varsa o da tedbirli olmaktır.”
Ciddiyeti dağıtan, içeriye gözü kapalı dalıp doğan güneşin ışığından adım adım uzaklaşan Qita olmuştu, “Kendisi söylemeye utanıyor olabilir Canwr ama Nasuriddin, Trinivere tarihinin üç müşirinden biridir.”
“Müşir?”
“Mareşal” dedi Tir Glo olarak Nasuriddin. Sonra da hızlı adımlarla Qita’yı takip ederek mağaraya girdi.
* * *
İçerisi, dar başlayıp gittikçe genişleyen ve yokuş aşağı eğimlenen bir tüneldi. Güneş ışığını garipsenecek bir şekilde az ama yeterli olarak alan tünel boşluğa açıldığında, grupta herkes kimliğini, benliğini ve mevkisini unutmuş, kendisini hayranlığın kucağına bırakmıştı.
Sarkıt ve dikitler büyülü bir güzellik sergilemekle kalmıyor, görünmeyen ancak varlığı hissedilen bir dip gölü sayesinde de dalga dalga parlıyordu. Loş ve sarı bir ışık, mağaranın çehresi, dalgalanan duvarları ise dili oluyordu. Mağara onlarla konuşuyordu…
Bu güzelliği bozmak amacında değildiyse de bozan Huubu olmuştu, Nasuriddin’e dönüp, “Askerlerinden biri bronşit. Onun bizimle buraya gelmesi iyi olurdu.” demişti çünkü. Bir an grubun kalan üyeleri Canwr da dahil, kendilerini unuttukları bir rüyadan yine kendilerini uyandıran bu sözleri patavatsızca bulmuş ve belli etmemeye çalışsalar da sinirlenmişlerdi. Ancak her şeyin garip bir şekilde yerli yerine oturduğu bir maceraydı bu, Canwr’un klişe dediği şey sanki bir tekrar, bir numune gibiydi…
Mağaranın duvarlarında yankılanan kısık çığlıklar ve yuvarlanma sesini o büyülü rüyanın üzerine duysalar ayılamazlardı belki, ancak Huubu’nun patavatsızlığı sayesinde çabuk değişikliği çabuk algıladılar. Nasuriddin kavisli ve tek el için olmasına rağmen son derece büyük bir kılıcı metalik bir çınlamayla kınından çıkarırken, Canwr sırtından Tir Glo çeliği baltası Torrwr Ilofrudd’u çekmiş ve kara çeliği iki eliyle sımsıkı kavramıştı. Qita ise zarifçe ama sarmaşık gibi uzayan ‘Ruin Ur’ diye bir nefes verdi. İki eli de ateşten birer eldivene dönüşmüştü…
Olduğu yerde kalakalan Huubu’yu tek düşünen de Canwr olmuştu. “Huubu! Kaç, tünele…” diye bağırdı ve seslendiği arkadaşından, seslerin geldiği yöne tekrar döndüğünde onları gördü; fazla değil elli kadar ceset, hızla ama koşmaktan çok devinen ve ivmelenen bir çığ gibi üzerlerine geliyordu. Sararmış hatta kahverengileşmiş kefenlerinin içinden gelen acınası sesleri ve kefenlerini yırtmış durmak bilmeyen ağızları ile ürpertici, yine kefenlerini delmiş uzamış tırnakları ile tehditkar ve çürümüş kokuları ile yıkıcıydılar. Ama işte o kadardı… Bunlar zırhlı değildi, ellerinde silahları da yoktu, kadın erkek çürümüş bedenlerdi hepi topu… Burada bir toplu asker mezarı yoktu, bunlar… Köylüydü!..
Bal rengi gözlerini alan bir alev topu güruhun içinden sanki güruh yokmuş gibi geçtiğindeyse ilk kez korktuğunu fark etti Canwr. Cesetler yanmıştı ama hareketlerinde bir yavaşlama yoktu. Üzerlerine gelmeye devam ediyorlardı.
Nasuriddin bağırdığında içinde yeniden bir cesaret hissetti Canwr. “Qita! Geride kal, Canwr tünelden uzaklaş, gel benimle.”
Canwr tecrübeli askeri dinledi ve son komutu da aynı güvenle aldı, “Sert ve geniş açılarla vur. Bütün gücünle…”
Ve Canwr düşmanla ilk temasında, ırkının bütün o sarsılmaz yapısını baltasına öyle bir güçle yansıttı ki, kazanacağına kendisi de inandı. Tir Glo çeliği kendisine ulaşan ilk bedeni ortadan ikiye bölmüş karşısına çıkan ikinci bedeni de arkasından gelen bir üçüncüsü ile birlikte aşağıdaki görünmeyen göle fırlatmıştı…
Kendisine sert ve güçlü dövüşmesini salık veren tecrübeli askeri gördüğünde ise büsbütün inandı kazanacaklarına; silah arkadaşı salt umuttu… Adam Canwr’u ya görür görmez tanımış ya da daha önce cücelerin savaşını görmüş olmalıydı ki, en doğru taktiği kendisine vermişti. Yoksa bu kır saçlı yıllanmış asker bambaşka bir tarzda savaşıyordu; hızlı, atik ve akışkan hareketlerle, elindeki kılıcı darbe için değil kesmek için kullanıyor ve kendisinden gelen tıslamayı andıran nefes verme sesine kılıcının havayı yararken çıkarttığı sesler karışıyordu. Askerlerinin pars lakabını taktığı savaşçıyı belli belirsiz bir kediye benzetmişti Canwr, tarihçesi hakkında hiçbir şey bilmeden…
Ancak yaşayanlar, ölülerin aksine yorulur ve ölürler. Tıpkı Canwr ve Nasuriddin gibi… Canwr bu düşünceyle baltasını zar zor önünde tutarken Nasuriddin tarafından geri geri tünele doğru çekilmeseydi, kendisine olacak olan da buydu. Yine de ikilinin hayatını kurtaran pars değildi; bu sefer bağırarak ve hırsla söylenmiş bir cümle ve arkalarından gelip neredeyse bütün mağarayı aydınlatan bir ışık yapmıştı ne yaptıysa:
“BREGEDUR!”
Bu ışık öyle bir ısı ve güçle geçti ki aralarından sanki ateş artık ateş değil mağaradan kopmuş ve düşmanlarına doğru uçan dev bir sarkıt gibi gelmişti Canwr’a. O ateşten sarkıt, karşılarındaki tüm cansız bedenleri eriterek dağıttı önlerinden. Ancak haklarını vermeliydi ki, çıt çıkmamıştı düşmanlarından. Belki de huzura ermişlerdi.
Neşeli bir tebrik için arkasına döndü Canwr ama elleri dizlerinde nefes nefese sallanan Qita ile karşılaştı. Genç kadın iyiydi. Sadece dinlenmesi gerekiyordu.
“Dinleneceksin Elka kızı Qita, hem de bol bol. Öldüğünde!..”
“Ejder ne yapıyorsun?”
“Yapmam gerekeni Nasuriddin. Sadece yapmam gerekeni.”
“Biz aynı taraftayız Ejder, yapman gereken bu mu?”
“Seni yorup işinizi bitirmemden bahsediyorsan küçük hanım, evet aynen bu. Kendimden, sizden, Spaknios’tan, Trinevere’den, herkesten ve her şeyden daha önemli bir görevim var benim.”
Canwr, Ejder’e bakıyor ve sözlerini dinliyordu. Sözleri mağrur, yukarıdan bakan, düpedüz yapay ve saçmaydı ama gözleri, sesi, vücut dili başka bir mesaj veriyordu. Ejder övünmüyor, tıpkı sözünü ettiği gibi görevini yapıyordu.
“Ve sen cüce, ismin Canwr’du öyle değil mi?”
“Evet Ejder.”
“O ninniyi çalsaydın…” Burada durup delice bir kahkaha attı Ejder, “Burada olan şey aynen ve aynı şekilde olacaktı, tıpkı daha öncekiler gibi. Üzme kendini…”
“Zaten biraz sonra öleceğiz. Değil mi Ejder?” Nasuriddin kontrol etmeye çalışsa da kin doluydu. Aldığı cevap ise sadece müşfik bir bakış oldu. Anlamlandırması imkansız, derin, sanki Canwr’un böyle söylemeye dili varmıyordu ama ümit veren bir bakıştı. Büyücünün sözleri ise yine bütün bu vücut dili ile taban tabana zıt oldu.
“Güzel… Qita ayağa kalktı. İyisi mi işimizi çabuk bitirelim. Bana neden Ejder dediklerini biliyor musunuz?”
“Ben biliyorum.” Qita bu sözleri söylerken öyle bir ifade takınmıştı ki belki on yıl yaşlanmış görünüyordu şimdi.
“O zaman,“dedi yaşlı büyücü “belki de elfçe kelime haznene başvurmalısın, thand? Mmmhh ya da Gochel?”
Canwr, tam o anda mağaranın Ejder’in arkasında kalan duvarında yükselen kesif bir karanlık gördü, neredeyse mağaranın tavanına kadar yükselen kesif gölgenin en üst noktasında açılan iki kızıl göz ve altında kalan devasa yangın görünür olduğunda, ejderhanınkinden çok daha küçük bir ağızdan ümitsiz bir çığlık duydu:
“GOCHEL!”
Mavi bir ışık parladı Qita’nın ellerinde ve saydam bir duvar oldu önlerinde; dumanlı bir buz… Büyük ağzın cevabı korkunç oldu. O ağızdan çıkan devasa alev sütunu, grubun önündeki buzdan duvara öyle büyük bir güç ve görkemle çarptı ki, Qita’dan aynı anda bir inleme çıktı. Canwr ve Nasuriddin bu ejderha karşısında hiçbir işe yaramayacak silahlarını bırakıp, bir yandan Qita’yı ayakta tutmaya çalışırlarken bir yandan da yaşlı büyücüyü ikna etmeye çalışıyorlardı. Boş bir çaba olduğunu biliyorlardı ancak ellerinden gelen tek şey buydu.
Bir an Canwr arkasında bir ses duyduğunu sanarak arkalarındaki tünele çevirdi bakışlarını ve arkadaşı Huubu’yu gördü. Gözlerinin akı çıkmış, trans halinde ve boynundaki bir muskaya iki eliyle sarılmış halde titriyordu. Sonra konuşmaya başladı.
“Alemlerin ilahı…”
Bu bir duaydı…
“Kendisinden başka ilah olmayan, ölümsüz ve her şeyi izleyendir.”
“Ejder dur! Qita’yı öldüreceksin. Kendine gel!” Nasuriddin kendini kaybederken Huubu devam ediyordu.
“O’nu ne dalgınlık tutar ne de uyku!”
Qita artık titriyordu. Nasuriddin boşuna konuşuyor ve Canwr neredeyse hiçbir rolü olmadığını hissettiği bu yerde kendisi dahil herkesi ve her şeyi sanki dışarıdan seyrediyordu.
“O ki, göklerin ve yerin sahibidir. Kim onun yargısına ortak olabilir?!”
Qita’nın burnu kanıyor, Huubu’nun sesi yükseliyordu.
“O yarattıklarının yaptıklarını da yapacaklarını da bilir.”
Yükselen sesle dikkati çekilen Nasuridddin susmuş, artık Qita’yı desteklemekten çok tıpkı Canwr gibi olan biteni şaşkınlıkla izliyordu.
“Yarattıkları ise onun öğrettiğinden fazlasını bilmez.”
Tam o anda Qita’nın bir dizi kırılıp yere dayandı ve Canwr’la, Nasuriddin görevlerine döndüler. Bir farkla ki, artık korkudan ve panikten düşünemez olmuşlardı.
“O’nun varlığı gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları izlemek O’na zor gelmez!”
Ejderhanın ateş sütunu bitmek bilmiyor, Büyücü Ejder’in tek bir kası bile oynamıyor ve Qita’nın gücü bitiyordu. Sonunda Qita’nın kafası arkaya bir kırbaç hareketi yaptı ve Huubu’nun artık bir yıldız gibi mavi mavi parlayan gözlerle duayı bitirmesiyle:
“VE O, YÜCE VE AZAMETLİDİR!”
Genç kadın yere yıkıldı…
Sonrası bir ‘an’ sürdü, sonsuzmuş gibi bir an… Huubu bir fırtına rüzgârı gibi üfledi Ejderha’ya. Rüzgâr, buz duvarını eriten ateşi söndürdü önce sonra kara ejderhayı kendisinde dağılan yanmış bir kağıt gibi kara parçalara ayırıp, havada süzülen küller haline geldi. Son durağı Ejder olmuştu. Yaşlı büyücü kollarını iki yana açarak huzurla hissetti rüzgârı sinesinde ve bir çuval gibi yığıldı olduğu yerde. Yüzünde son bir gülümseme seçtiğini sandı Canwr.
Mağarada rüzgâr dinince bir yankı kaldı.
“Beni affedin, olmak zorunda olan oldu. Trinevere, Spaknios’ta kalmalı, İt’in İni’nin önünde bu kirli dünyanın sonu gelecek. Daha önce olduğu gibi. Hepiniz bütün gücünüzle savaşacak ve yenileceksiniz. Daha önce olduğu gibi. Ama savaşmak zorundasınız. Daha önce olduğu gibi. Ben görevimi yaptım siz de yapacaksınız. Olmak zorunda olan olacak. Hardd! Sen birleştireceksin. Sen… Tıpkı daha öncekiler gibi.”
Sonra, mağara tekrar huzura kavuştu. Nasuriddin Qita’yı uyandırmaya çalışıyor, Huubu da yerde yatıyordu. Canwr ona yöneldi ve arkadaşının geri gelen göz bebeklerinin içine bakarak. “Geldin, gördün, yendin…” dedi.
Huubu gülümsedi. Yorgundu, göz bebeklerini saklayan, bu sefer akları değil, göz kapakları oldu.
- Cehennem, Araf ve Cennet; Tekmili Birden… - 1 Şubat 2023
- Amadam Didam Bordam - 1 Eylül 2022
- Hep ve Tek Umut - 1 Kasım 2021
- Kitsch 1001: Bir “Gönderme” Masalı - 1 Temmuz 2021
- Paradoks ile Diyalektik veya Sıcak Karanlık ile Serin Aydınlık - 1 Mayıs 2021
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.