Öykü

Ben, Razga

Kayaların arasında duran bir gurup asker daha yukarılardan dökülen irili ufaklı taş parçalarından sonra kafalarını kaldırıp baktılar. İçlerinden biri “Kim var orada” diye belli belirsiz bir sesle seslendi.

“Yabancı değil komutanım” dedi. “Ben, Razga” Alaca karanlıkta duran adam aynı ses tonunda ekledi “İyi de nereye gidiyorsun böyle” Bir zaman ses gelmedi ama tozlar ve küçük taş parçacıkları dökülmeye devam etti. Birkaç soluk alma süresi geçtikten sonra zayıf bir beden hemen yanlarında belirdi.

“Ooo Halsan sen misin? Dedi. Sesin sahibi şimdi askerlerin yanlarında dikilen irice bir çocuktu. “Kızların yollarını gözlediği geleceğin yakışıklı ve güçlü komutanı Halsan.” Cevap memnun ama tatlı sert bir tondaydı

“Şirinlik yapmayı kes”

“Kerata burada da mı karşımıza çıkacaksın” Bu defa konuşan üç dört kişilik küçük gurubun diğer üyesiydi.

“Onları ilk gören ben olmak istiyorum” Gencin yüzünde neşeli bir ifade vardı.

“Razga, sen bu işi oyun sanıyorsun değil mi? Üstelik onlar sabahtan beridir oradalar ve saat saat çoğalıyorlar.” Gölgeden diğerlerinden daha yaşlıca biri çıktı. Gür bıyıklarını hafifçe sıvazladı.

“Yamak, hemen yerine görevinin başına dön” Delikanlı gülümsemeye devam ediyordu. Adam sözlerine devam etti.

“Aç bir ordu savaşamaz, orada sana ihtiyaçları var biliyorsun” Eliyle bir zaman önce kaybolan güneşin battığı yönü gösteriyordu.

“Komutanım sizde biliyorsunuz ki bu saatte herkes yatmış dinleniyordur. Ne bir aşçıya ne de sakaya ihtiyaç yoktur” Gölgelerden çıkan adam “Senin yerin orası, ustanın yanı başı ve herkes ait olduğu yerde olmalıdır” dedi sesi daha sert ve daha kararlıydı.

“Emredersin Komutan BerKa. Birliğime döneceğim ama izin verirseniz biraz daha dolaşayım.” İşler az önce bitti, ustamdan izin aldım. Biraz dolanıp geri geleceğim, söz” dedi. Elindeki İnce uzun ama dümdüz olan değneği göstererek

“Keşke kendilerine rastlasam, rastlasam da Razga’nın büyülü iğnesinin tadına baktırsam” dedi. Bir yandan da elinde salladığı kendi boyunda olan ve olsa olsa bir başparmak kalınlığındaki uzun, düzgün dal parçasını gösteriyordu. Askerlerden biri güldü.

“Bu kürdanla mı düşmanı alt edeceksin” Diğerleri de gülmeye başladılar. Delikanlı birkaç adım atarak yanlarına geldi. Elindeki çubuğun yukarıda kalan ucunda sarılı bir bez vardı. Yavaşça bezin üzerindeki düğümü çözdü. Arkasından uzun sargıyı açtı. Sargının açılmasıyla ortaya çıkan ve değneğe küçük bakır çivilerle çakılmış kahverengi metal çıktı. Metalin sivri ucuyla en yakınındaki askerin eline dokundu. Asker bir an elini geri çekti.

“İşte Razga’nın iğnesiyle tanıştın.” Sopanın küt ucunu yere dayadı. Parmaklarıyla diğer uca takılmış sivri tunç parçasına dokundu.

“Bu uç tam iğne gibidir. Demirci bunu kızıl madenden yaptı ve ucu kutsal ateşte tütsülendi. Lantana’lardan birinin göğsüne saplanmadan da durmayacaktır” dedi. Aniden aklına gelmiş gibi devam etti.

“Kızıl dediğime aldanma sakın kızıl sevgilinin saçları gibi kızıl manasına değil akan düşman kanı gibi kızıl manasınadır.” Karanlığın içerisine doğru yürümeye başladı, bir yandan da bezi tekrar sopanın ucuna özenle sarıyordu. Berka, hemen yakınındaki askerlerden en genç olanına dönerek

Khıdara, sende peşinden git ve ona göz kulak ol. Bir delilik yapmasın” dedi. Asker yumruğunu göğsüne sertçe dokundurarak “Emredersiniz” dedi ve diğerinin arkasından karanlığa karıştı.

Bir zaman ayaklarının altındaki taşları ezmeğe korkarak yürüdüler. Beş on dakika sonra asker arkadaşının omzuna dokundu. “Dur, Razga” dedi. Hele bir dur da konuşalım”

“Bence durmayalım asker. Lantana’lara yaklaşabildiğimiz kadar yaklaşalım. Belki o sayede zayıf yönlerini öğrenebiliriz” dedi.

“Komutanıma seni Bayukan’a geri götüreceğimi söyledim. Beni üzme ve de zor kullanmaya mecbur etme sakın” dedi. Khıdara, arkadaşıyla aynı yaştaydı ama biri kısa ve kavruk kalmıştı diğeri daha güçlü bir yiğit olmuştu.

“Bayukan, bin yıllık koca kale kaçmıyor ya, orada öylece duruyor. Biraz daha ilerleyelim bakalım” dedi. Karanlık gökyüzüne baktı. “Baksana karanlıklar Tanrısı da bizimle” İki genç baş yukarıya bakmaya başladı. Gece zifir gibi karaydı. Aralarında sessiz bir mutabakat olmuş gibi geldikleri yolun tersine yürümeye devam ettiler.

Belki yarım saat belki bir saat dar uzun vadinin kuzey yamacından yukarılardan yürüdüler. Muhtemelen kenti işgale gelen ordunun casusları da buralarda olabilir diye olabildiğince sessiz hareket ediyorlardı. Vadinin doğu çıkışına vardıklarında gözlerine inanamadılar. Geniş bozkır alabildiğince önlerinde uzanıyordu ve her yer kamp ateşleriyle donanmıştı. Kimi canlı bir şekilde alev alevdi kimi sönmek üzereydi. Khıdara bulunduğu yerden saymaya çalıştı ama ateşlerin sayısı o kadar çoktu ki…

“Gökyüzündeki yıldızlar mı yoksa bozkırdaki ateşler mi daha çok” İki delikanlı arkalarını döndüklerinde Komutan Berka’yı gördüler. Gülümsüyordu.

“Geri dönme vakti geldi. Kibirli Hochin bu habere bakalım ne diyecek. Geldikleri gibi sessizce geri döndüler.

Bayukan, vadinin çıkışına kurulmuş ve ötesinde var olan Otru kentini bozkırlardan koruyacak olan büyük bir kale kentti. Otru ile aralarında at sırtında bir saatlik yol vardı. Kale sırtını kente ve kenti çevreleyen güzel ovaya dönmüş daima gün doğusundan gelebilecek tehlikelere karşı hazır bekliyordu. Kent ile geniş araziler büyük ülkeler asındaki sıra dağların en önemli geçitinde kurulmuştu kale. Kalın duvarların köşelerinde güçlü yüksek iki kule gözlerini düşmana dikmiş iki dev gibiydi. İçeride, kalenin tam ortasındaysa Cantra’nın merkezinde bulunan dev yapıya göre daha küçük ölçekli inşa edilmiş kocaman bir piramit vardı. İşte güneş tepelerin ardından yükselmeye başladığında Berka ve askerleri kaleden içeri giriyorlardı. Yol boyu arkadaşlık yapan iki genç ise onlardan ayrılıp çorba içebilmek için kalenin mutfağına yönelmişlerdi.

Yılların sertleştirdiği bir asker olan Berka, önünde dikildiği yüksek ve görkemli binaya baktı bir süre. Binanın eğimli dört yüzü ve yukarıda kale duvarlarının ötesinden bile gözükebilecek bir zirvesi vardı. Zirve de altın bir direk direğin üzerinde dev bir bayrak her daim dalgalanıyordu. Mermer basamakları adım adım çıkarken bu lüksün bir bedelinin olacağını düşündü. Eğer zenginliğinizi başkalarını alın terlerini ve emeklerini çalarak oluşturduysanız bir gün gelir hepsini kaybederdiniz. Yer yer saçları kırarmış asker o günün bu gün olmasından korkuyordu.

Piramidin ana kapısından giren komutan kendisini saygıyla selamlayan nöbetçileri geçti. Sayısız kapıdan geçti, sayısız koridor aştı. Piramidin tam ortasında bulunan büyük salona girdiğinde süslü sırmalı üniformalar giymiş dört beş yüksek rütbeli asker rahat koltuklarında oturuyor neşeli kahkahalar atıyordu. Tam karşıda oturan daha kısa boylu ve daha tıknaz biri ayağa kalktı

“Gel Berka, bize katıl ve bugün kazanacağımız zaferi şimdiden kutlayalım” dedi. Adamlar ya yaklaşan tehlikenin farkında değillerdi ya da sarhoştular.

Bu gözler sabaha karşı düşmanın ne kadar çok olduğunu gördüler” dedi kısa bir baş selamlaşmasından sonra. Grubun karşısında aldığı sert eğitimin ve disiplinin bir sembolü gibi dimdik duruyordu.

“Korkma komutan” dedi elbisesi sarıya çalan generallerden biri. “Bu kalenin surları yirmi kulaç yüksekliktedir. Duvarların üzerinde dört asker yan yana rahatlıkla yürüyebilir. Üstelik Kadim Bayukan, bizzat Khao’nun kurduğu bir kaledir ve efsunludur. İçinde bulunduğumuz bu yapı Cantra’nın merkezindeki piramidin daha küçüğüdür. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Bizlere bir şey olmaz.”

“Lantana’lar bizim tahminimizden çok daha fazla kalabalıklar. Üstelik başlarında cehennem ateşinde pişmiş General Mubor var. Tüm barbarlar bir araya gelmişler sanki. Düne kadar birbirleriyle kanlı bıçaklı olanlar bile biaradalar.” Son vergilerden sonra bize yakın olanlar bile bize karşı demek isterdi ama bir asker olarak politikaya girmek istemezdi.

“Üstelik casuslarımızın verdikleri bilgilere göre her dakika her saat sayıları daha da artıyor. Doğudan kuzeyden ve güneyden sayısız asker toplanmış. Bunlar kalenin dibinde piknik yapmaya gelmediler herhalde. Üstelik saldırı her an başlayabilir. Başka bir çare düşünmemiz gerekirse takviye almamız gerekir diye düşünüyorum.” Adamlar onu dinlemiyor kendi aralarında konuşmaya ve gülüşmeye devam ediyorlardı. Söylediklerinin hiç birinin ciddiye alınmaması Berka’nın canını daha çok sıkmıştı.

“Henüz harekete geçmemişlerken…” sözünü tamamlayamadan rahat koltuklarda oturan generallerden bir ev sahibi konumundaki liderine dönerek “Hochin, bu uğursuz söylemli subayınızın bozgunculuk yapmasına daha ne kadar izin vereceksin” dediğinde İlk konuşan ve kalenin komutanı olan general.

“Sözleriniz bittiyse işinizin başına dönebilirsiniz” dedi. Berka’nın yapabileceği bir şey kalmamıştı. Geldiği gibi sert adımlarla salonu terk etti.

Kışlanın yemekhanesinden çıktıklarında iki gencinde karınları davul gibi şişmişti. Önce sabah çorbalarından kalanları içmişler ardından öğle karavanası için hazırlanan güzel sığır etlerinden kendilerine kavurma yapmışlardı. Kalenin içerisindeki kışlaların arasındaki sokaklarda dolandılar bir zaman.

“Durum bu defa çok ciddi anlaşılan” dedi Khıdara. Hakikatten durum ciddiydi.

“Kaçmayı mı düşünüyorsun yoksa.” Aşçı yamağı böyle bir şeyin olmayacağını biliyordu ama ima etmekten de çekinmemişti.

“Bir aşçı yamağı için kaçmanın uzaklaşmanın gitmenin bir anlamı yoktur ama bir asker yerini birliğini hiçbir zaman terk etmez” dedi. Sözlerindeki gurur yürüyüşüne de yansımıştı.

“Ne yani sen kaçmazsın da ben kaçar mıyım demek istiyorsun… Unutma dün gece düşmanı görmek için o kadar yaklaşan bendim.” Gururlanma bu defa aşçı yamağı Razga’ya geçmişti. Bir zaman sessizce yürüdüler. Khıdara tam “Ben birliğime döneyim artık diyecekti ki arkadaşı birden aklına gelmiş gibi.

“Bir kere daha gitmeye var mısın?”

“Olmaz her ne kadar rütbesiz bir er olsam da emir almadan bir daha gitmem” dedi. Ama aklında gitme fikri gece yaşadığı o heyecanı bir kere daha yaşama fikri uyanmıştı. Birkaç adım daha yürüdüler. Yönleri ister istemez talim sahalarına dönmüştü.

“Hem gitmek istesek nasıl gideceğiz ki. Kale kapısından bizi salarlar mı sanıyorsun”

“Kale kapısını kullanacağımızı kim söyledi. Bizimde bir bildiğimiz var herhalde” Birbirlerine bakıştılar. Gülümsemeye başladılar. Aşçı yamağı yürümeye başlayınca arkadaşı da onu izledi. Üç dakikalık hızlı bir yürüyüşten bir sokağa girdiler. Sokağın sağında ve solunda aynı tip evler dizilmişti. Sokağın sonunda yolun bitip dik yamaçlı tepelerin başladığı yerde sıradan bir evin önünde durdular.

“Burası sokağın sonu, benim gibi aşçı yardımcılarının kaldığı yer. Hadi içeri girelim. Önce elindeki uzun düzgün değnekle kapıyı çaldı. Kısa bir bekleme süresinden sonra aralanan ağır kapının öte yanında uykulu bir yüz belirdi. “Ne istiyorsun Razga” Kendinden daha iri genci iterek içeri girdi. Neler olduğunu anlamaya çalışan Khıdara’da peşinden…

İçeride hole açılan bir dizi kapı vardı. En diptekine yürüdüler Hafif bir itmeyle kapı açıldı. İçeride boş iki yatak vardı, kapının tam karşısında da bir dolap. Razga birkaç adımda odayı geçti. Karşı duvara elini dayadı. Burası kalenin dağa dayandığı nokta. Ben buraya doğduğum ülkeden koparılıp geldiğimde buraya kapatmışlardı beni. Aylarca kaçmak için planlar yaptım. Dolabın kapağını açtı. Hemen altta kocaman bir bohça vardı. Bohçayı kaldırınca duvarda küçük ama bir kişinin sığabileceği kadar büyük bir delik göründü.

“Bu benim kaçış planımdı.” Eğildi, Kafasını içeri soktu tam girecekti ki şaşkınlığı hâlâ geçmemiş olan arkadaşına baktı. “Hadisene, ne bekliyorsun. Ufak beden oyukta kaybolacaktı ki birkaç hamlede geri çıktı “Dolabı içeriden kapatmayı unutma”

Birkaç dakika emekleyerek yürüdüler zorlukla nefes alarak. Sonra genişçe ve daha aydınlık bir boşluğa çıktılar. Bu yolu defalarca kullandığı belli olan Razga, yavaşça doğruldu. Şimdi daha rahat nefes alıyorlardı. “Burası kalenin sağ cenahının dayandığı dağ, içinde olduğumuzda dağın bağırsakları. Yürümeye başladılar. Bir zaman sessizce yürüdüler. Khıdara’nın soracağı sorular vardı ama biraz daha sessiz kalmayı ve içindeki karanlık korkusunun geçmesini bekliyordu.

Önünde yürüyen ayak seslerini izleyerek kısa bir süre daha yürüdükten sonra içerisi biraz daha aydınlandı. Yolun sonuna doğru karşılarına bir ışık çıktı. O zaman küçük bir mağaraya geldiklerini anlamışlardı. Mağara tepeler arasında yoldan epeyce içeride bir yere açılıyordu. Eğilerek dışarı çıktılar ve tam tepelerindeki güneşin ışığına gözlerinin alışması zaman aldı.

Belki yarım saat belki bir saat oldukları yerde dinlendiler. Razga yanından hiç ayırmadığı ince uzun değneğiyle oynuyordu. Khıdara yanından hiç ayırmadığı çantasını açtı ve birer parça peksimet çıkardı. Bu askere verilen paketteki özel peksimetti. İçerisinde normal una ek olarak besleyici besinlerde vardı. Ardından yukarıya doğru yürümeye başladılar. Bir yandan da olası düşmanlarından gizlenmeye çalışıyorlardı. Vadinin bozkıra açıldığı yere vardıklarında güneş geldikleri yönde alçalmaya başlamışlardı. Khıdara gözlerini kıstı. Düşman gece gördüklerinden çok daha kalabalık geldi gözüne.

“Bu kadar insan nasıl toplanmış buraya” dedi Razga. Bizim ne kadar çok düşmanımız varmış böyle.

“Bence sayıya, çokluğa aldanmamak lazım. Bunların çoğu hırsız takımı, çapulcu takımı. Çalmayı çırpmayı iyi biliyorlardır ama savaşmaya gelince gücün karşısında düzenli disiplinli ordu karşısında kaçmaya hazırdırlar. O yüzden çok da önemsememek gerekiyor.”

“Ya gözümüze görünmeyen yerlerde güçlü eğitimli birlikleri varsa. O bu haydutları önden gönderip asıl gücünü sonraya saklıyorsa” Bu genç askerin beklemediği bir yorumdu. Cevap vermedi sadece kafa sallamakla yetindi.

“Biraz daha yaklaşalım mı?” dedi Razga. Merak duygusu ağır basıyordu her ikisinin de. Birkaç adım daha yaklaştılar ve birkaç adım daha. Neredeyse vadinin tabanına inmişlerdi. Yüz, yüz elli adım sonra kayalar bitiyor ve geniş bozkırlar başlıyordu. “Razga, tam “Hadi biraz daha” diyecekti ki” Khıdara sus işareti yaptı. İleride küçük bir gurup vadiye yönelmişti. Sindiler adeta yere yapıştılar. Kalplerinin atışı iyice hızlanmıştı.

“Bizi gördüler mi dersin” aşçı yamağının sesi fısıltıdan daha bile alçaktı Verilen cevapta öyle.

“Sanmıyorum. Ama bir şeyler planladıklarına eminim.” Korkuları biraz geçince kafalar hafifçe dikildi kayaların arasından neler olduğunu görmek için. Önde süslü bir atın üzerinde sırmalı giysiler içinde bir adam vardı. Hemen bir adım gerisinde de başka bir at ve başka bir adam. Vadinin içine doğru yürüyorlardı ve ardından da beş on kişilik silahlı bir gurup yaya asker koruma görevi yapıyordu. Askerler belki de konuşulanları duymamak için geriden geliyorlardı. Öndeki adamın üzerinde gümüş renginde, solmaya başlayan güneşin ışıkları altında parıldayan bir zırh vardı. Başkomutan değilse de yüksek rütbelilerden biri olmalıydı. İki atlı kendi aralarında konuşuyorlardı ve diğerleri daha ağır adımlarla kendilerini izliyordu. Belki arkasına aldığı ordudan belki de üzerine giydiği zırhına çok güvendiğinden olsa gerek korkusuzca ilerliyordu vadiye doğru. Bir keşif ya da planlama gezisi olduğu her halinden belliydi. İki arkadaş bir kere daha gizlendiler kayaların arasına.

“Biraz daha yaklaşsınlar ne konuştuklarını anlayayım” dedi Khıdara.

“Sen bunların dillerini biliyor musun?” Şaşkınlığı belli oluyordu.

“Tabii, bunun eğitimini aldım” Birkaç adım ileri gitti. Aşçı yamağı da hareketlendi ama asker onu durdurdu.

“Eğer yakalanırsak ikimiz birden yakalanmayalım. O yüzden sen burada kal ve iyice gizlen. Genç adamın söylediği akıllıcaydı. Khıdara, aşağıya vadi tabanına iyice yaklaşmak istiyordu. Kalabalık, gürültü etmekten çekinmiyor gibiydi. Genç asker bir adım daha yaklaştı bir adım daha derken ayaklarının dibinden kopan taş parçalarından biri yuvarlanmaya başladı. Yumruk büyüklüğündeki taş diğerlerini de harekete geçirmişti. O zaman atlılar sese, yamaca yöneldiler. Uzaktaki korumalar bir şeylerin ters gittiğini anlamışlardı ama yaklaşmaya cesaret edemiyor gibiydiler. Öndeki atlı atının dizginlerini çekti ve görkemli hayvanın burnunu sesin geldiği yöne çevirdi. Hayvanın karnına çizmesiyle dokununca işareti alan at koşmaya başladı. Diğer atlı da peşinden tabii.

Khıdara, ne yapacağını bilemedi. Saklansa olmazdı kısa bir aramadan sonra hemen bulurlardı. Ortaya çıksa, çatışsa da hemen haklarlardı kendisini. İçinden bir küfür savurdu. Keşke kılıcını yanına alsaydı o zaman hiç olmazsa savaşarak ölürdü. Belindeki kısa hançerini çıkardı. Saklandığı yerde avucuna aldı. Soğuk çelik ve kemik sapı kendisine cilve yapan yavuklu gibi gelmişti. Bir saniye sonrasında ayağa kalkıp savuracak hiç olmazsa birini gebertecekti. Birden aklına sessiz kalırsa taşın düşmesini bir hayvanın ya da rüzgarın oyunu gibi düşünüp geri dönebilecekleri geldi. Geldi ama o saniye fikrinden vazgeçti. Parlak zırhlı adam vazgeçse de peşinden gelen askerler onları illaki bulurdu.

Tam vakti olduğunu hissettiği anda ayağa kalktı ama o zaman havada uçan ince uzun sopayı gördü. Razga, değneğini fırlatmıştı. Hemen ardından da o muhteşem manzaraya tanık oldu. Bütün bu kuvvetleri hareket ettirecek kudrette olan General Mubor’un göğsüne saplanmıştı Razga’nın iğnesi. Sopanın ucundaki sivri tunç parçası, özel alaşımdan dövülmüş zırhı, kumaşı delen iğne zarafetiyle yırtmış, adamın kaburgalarına gömülmüştü. Adam atın üzerinden yanındaki kurmayının korku dolu bakışları altında yere yığılmıştı. Bir an gözü açıp kapatıncaya kadar geçen bir anda ayağa dikilen genç asker olanı görmüş ve kararını vermişti. Şaşkınlıkla neler olduğunu anlamaya çalışan arkasındaki adamın gırtlağına yapıştırmıştı avucunda tuttuğu bıçağını.

Hızla ilerledi, Üzerindeki ağırlığı atmaya çalışan atın dizginlerini kavradı. Akabinde Razga’da nefes nefese yanına vardı. Olanları gören askerler yanlarına koşarak varmaya çalışıyordu ama ağır zırhları ve silahları koşmaya engeldi. Sahiplerinin yanından ayrılmayan atlara atladılar ve hayvanların burunlarını Bayukan’a çevirdiler. Besili hayvanlar hızla koşmaya başladılar. Birden bir çığlık koptu. Khıdara arkasına baktığında Razga’nın sol omzuna saplanan oku gördü. Atının üzerine yattı hedef küçülttü. Oklar ıslık sesleriyle üzerlerinden geçiyordu. Atlar dört nala koşmaya başlamıştı.

Akşamın gölgeleri kuytulara çökmeye başladığında kalenin güçlü kulelerinde nöbet tutan gözcülerden biri uzakta beliren iki gölgeyi gösterdi arkadaşına. Dikkatli bakınca iki atın dolu dizgin yaklaştığını fark etmişlerdi. Hemen kenarda duran çanı çaldı. Çanın tok sesi kalenin taş duvarlarında yankılandığında kale ayaklandı. Diğer kuledeki çan da çaldı bir kaç defa. Artık bütün ahali bir şeyler olduğunu biliyordu. Birkaç kişi surlara kulelere koştu. Bütün gün savunma pozisyonunda gergin bekleyenler akşam yaklaştığı için bu günü savaşsız atlattıklarına memnundular. Ama bu saatte ne çanıydı bu. Merdivenleri hızla tırmananların asında Berka’da vardı. Onlar, surların üzerine vardıklarında uzakta kalabalık bir gurup atlı daha gözükmüştü.

Atlılar yaklaştığında aşağıdan tanıdık boru sesi duyuldu. Bu gelenlerin kendilerinden olduğunu belli etse de tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Yorgun hayvanlar kapının önüne geldiğinde Berka, gelenlerin birinin Khıdara olduğunu anlamıştı.

“Khıdara, sen misin?” dedi gür bir sesle. Bu delikanlı ne zaman dışarı çıkmıştı, bu güzel süslü atı nereden bulmuştu.

“Benim Komutanım, hemen kapıyı açın. Geriye dönüp baktığında peşlerindeki gurubun yaklaştıklarını görüyordu. Komut vermesine gerek olmadan büyük kapının hemen yanındaki dar kapı açıldı.

“Yanındaki kim” dediğinde atın üzerine kapaklanmış duran genç delikanlı kafasını kaldırdı

“Yabancı değil komutanım; ben, Razga”

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.