Öykü

Bir Damla Fedakarlık

“Geliyorlar, geliyorlar! Bak!”

Tarlanın ortasında, elinde tırpanıyla durmuş, gökyüzüne bakıyordu. Gözlerindeki delice bakış ve tırpanı kavrayan elinin bembeyaz eklemleri heyecanının ifadesiydi. Kafamı kaldırıp baktığı yere baktığımda dudaklarımdan bir sevinç nidasi dökülüverdi. Bulutlar pamuk şeker cennetinden kopup gelmişcesine yumuşak ve yağmura gebe görünüyorlardı.

Lanet kalkmıştı. Zavallı köyün susuzluk sınırındaki insanları olarak bizler, çok uzun zamandır yağmura hasrettik. Yaklaşık bir yıldır bu böyleydi. Köyün karşısındaki tepede bulunan mezar yandığından beri bir damla bile yağmur düşmemişti bedbah tarlalara. Ne yaz, ne kış, ne sonbahar.

Ve şimdi düşen damlalar, bana lanetin bittiğini, yeniden güzel günlere dönebileceğimizi müjdeliyordu. Tarlanın ortasında çocuklar gibi kahkahalar atan anneme koştum. Kendi kendisine bağırmaya devam ediyordu.

“İşe yaradı. Tanrım şükürler olsun. Yaptığımız her şeye deydi. ”

Söylediklerinden pek bir şey anlamamıştım ancak sorun değildi. Yağmur yağmıştı ya, artık hiçbir şey sorun değildi.

Fakat onun gözlerine baktığımda o kadar basit olmadğını anladım. Yaşlılığın getirdiği hüzünün yanına başka bir şey daha eklenmişti. Onun sonsuz karanlıklara boğulmuş gözlerinde, tuhaf bir gücün meşalesi durmaksızın kıvılcımlar saçıyordu.

Sabah tarlaları kontrol etmeye geldiğimizde fazla tuhaflık sezmemiştim. Çünkü gözlerime bakmamıştı. Her zamanki gibi susuzluktan çatlamış topraklarda daha yeni adını koyabildiğim beklentili bir sessizlikle yürümüştü. Tüm bunlar onun davranışlarına benzemiyordu. Yine de sevincim gerçekleri görmeme engel oldu.

Beraber bir süre yağmurun altında durup bu sonsuz bereketin yüzümüzü yıkamasına ve bizi baştan aşağıya temizlemesine izin verdik. Sonra da saçlarımızdan damlayan suları görmezden gelerek eve dönüş yolunu tuttuk. Suskunluğumuz sevincimizdendi. Artık hayvanlarımız, ekinlerimiz susuzluktan ölmeyecekti. Her şey güzel olacaktı. Yeniden…

Tuhaf bir şeyler olduğunu kasabaya girdikten ve çocuk parkına doğru yaklaşmaya başladıktan sonra farkettim. Fakat durumu çözememmiştim. Annemin de giderek o mutlu halinden sıyrılıp, tedirginleşmeye başladığını görüyordum. Belki de yağmurun yavaşlamasından dolayı böyleydi.

Evimizin olduğu sokağın başına geldiğimizden birden durdu.

“Bugün biraz daha dolaşalım kızım. Ne de olsa olağanüstü bir gün yaşıyoruz.”

Kaçamak bakışlarını görmezden gelmeye çalışarak. “Tamam.” dedim. Yürümeye devam ettiğimizde pazar meydanına vardık. Her şey normal ve olması gerektiği gibi işliyordu. Satıcılar, alıcılar ve izleyiciler. Herkes işini yapıyordu. Sonra birden annemle selam verdiğimiz insanların anneme gülümsedikleri fakat bana baktıklarında yüzlerinde soğuk rüzgarların uğuldadığı kafama danketti.

Normalde hepsi tanıdığım ve sevdiğim insanlardı. Onların da bana karşı aynı sevgiyi beslediklerinden emindim. Ancak bugün herkes tersinden kalkmıştı.

Yürüdükçe pazar meydanından uzaklaştık. Nereye gittiğimizi merak ediyordum doğrusu. Hem kız kardeşimin de bu saatlerde kasaba mektebinden dönmesi gerekirdi. Evde bizi bulamazsa endişeleneceğinden adım gibi emindim.

Yürüdüğümüz yönde evler sona eriyordu. Artık merakım iyice tavan yapmıştı. Bu istikamette yürürsek sadece mezarlığa varabilirdik. Ancak hiçbir kasabalı tepedeki mezar yandığından ve gökyüzünün sulama sistemi tıkandığından beri oraya gitmezdi. Uğursuz bir yerdi mezarlık.

Dönüp bir şey soracak olduğumda annem “Sabırlı ol kızım.” cümlesiyle susturdu beni.

Bende çenemi kapayıp yürümeye devam ettim. Şimdi yağmur iyiden iyiye azalmış, bulutların arasından güneşin kolları görünür olmuştu.

Mezarlıktan içeri girdiğimizde hafifçe ürperdiğimi hissettim. Ölülerin arazisi öncelikli ziyaret mekanlarımdan biri değildi. Bembeyaz mezar taşları, simetrik dizilmiş mezarlar, sulanmış ve aynı boyda kesilmiş çimenler… Sonsuz bir kusursuzluğu simgeliyorlardı.

Yürüdüğümüz yol giderek dikleşirken, ayakkabılarım yağmur sonrası cıvıklaşmış toprakta kaymaya başladı. Mezarlıkların demirbaşı kabul edilen selvi ağaçları bana küçüklüğümü hatırlatmak istercesine üzerimde heyula gibi yükseliyorlardı. Tepenin sonundaki yanmış mezar görüş alanıma girdiğinde kalabalığı da görme şerefine nail oldum. Mezarın çevresinde tanıdık yüzler, yabancı ifadelerle gelişimizi izliyordu.

Zorlu tırmanışımız, kalabalığın önüne geldiğimizde sona erdi. Fena halde soluk soluğa kalmıştım. Ben biraz daha soluklanmaya çalışırken annem yavaş adımlarla kalabalığa doğru yürüdü. Aralarında yerini aldığında suratını bana doğru döndü. Hepsi tek tek yüzümü incelerken sanki suratımda münasebetsiz bir sinek geziniyormuş gibi rahatsız hissediyordum.

Sonunda bu sessizliği yırtan kasabanın manavı oldu. Fakat üzerindeki siyah cüppe ve çatık kaşları onu hiç olmadığı kadar sert gösteriyordu. Bu küçüklüğümde bana elma hediye eden adamla aynı kişi olamazdı.

Suçlayıcı sözcüklerini anneme yöneltti.

“Neden hala ölü değil?”

Kulaklarım bu sözcükleri duymak, beynim algılamak istemiyordu. Belimden aşağıya akan sular belki yağmur damlaları, belki de dehşetin parmaklarıydı. Selvilerin arasında uğuldayan rüzgar, beynimde yankılanıyordu.

Annemin cevabı kanımı bri kez daha dondurdu.

“O sonuncu. En büyük olan. Yağmurlara kavuşmamıza bir basamak kaldı. Onu burada, ayinle öldürmek en doğrusu olacaktır.”

Sonuncu kelimesi defalarca beynimde yankılandı.Neyin sonuncusu? Bir anda olayı anlamamla
yüzüme soğuk su gibi çarpan gerçekler beni dizlerimin üzerine çökmeye zorladı. Kalabalıktan göremediğim iki figür fırlayıp kollarıma yapıştı ve beni ayağa kaldırdı. Bu hareketlerde hiç bir sevecenlik yoktu.

Gözlerimi dolduran yaşların arasında usulca sordum. “Anne kardeşim nerede?”

Suratında gaddarca ve insanlığını sorgulatacak cinsten bir ifadeyle cevapladı.

“O istediklerimiz için küçük bir bedeldi. Tıpkı diğerlerinin çocukları gibi. Yağmurların geri gelmesi için dökülen her kan mübahtır. Sen sonuncu halka ve en yaşlı olan olarak yağmurlara kavuşmak için önümüzdeki son basamaksın.”

Hissizleşmiştim. “Kimsiniz siz?” diye haykırdım. Kelimeler rüzgarın uğultusuna karışmadan akbabalar gibi üzerimizde döndü.

Bu sefer cevaplayan belediye başkanıydı. “ Biz fedakar insanlarız.”

Artık takatim kalmamıştı. Son kelimelerimi akıllıca kullanmayı seçtim. “ Niye?”

Belediye başkanı beklemeden cevapladı.

“Şu an üzerinde durduğun mezara bak. Alelade bir mezar değil bu. Bir şamanın mezarı. Yıllar önce burada yaşamış çok güçlü bir şamanın…Ve bu mezarı yakanlardan bir intikam almak istedi. Siz hiç öğrenmediniz ama bu mezarı bir çocuk yaktı. O da bütün çocukların ruhunu istedi. Bizi anlamak zorundasın. Üzgünüm.”

Kollarımdan tutanların ellerini ağırlaştırdığını hissettim. Zorlukla nefes aldım. Belediye başkanının çıkarıp anneme uzattığı hançer, alet edildiği cinayetlerden sonra hiç temizlenmemişti anlaşılan. Üzerindeki kurumuş kan bunun kanıtıydı. Hançerein kabzasının parıltısı, ölüme doymaz bir canavarın gözlerindeki ışık gibiydi.

Belediye başkanı anneme hitaben “ O senin çocuğun. Bunu sen yapacaksın.” dedi.

Annem yüzündeki kanın çoğu çekilmiş ve endişeden dudaklarını yer durumda üzerime doğru yürüdü. Yüzündeki acımayı görmek ölmekten beterdi. Bir katilin acıması, en ölümcül zehirden bile daha yakıcı ve acı vericiydi.

Hançeri kavrayan parmakları tıpkı bu sabah yağmur bulutlarını gördüğünde tırpanı kavrarken olduğu gibi bembeyaz kesilmişti. Gözlerinde de aynı delilik vardı. Bir an duraksadı sonrasında da hançeri kalbimin üzerinde buldum.

İnanmazlıkla bir soluk koydum. Bilseydim bunun son soluğum olduğunu bir katile harcamazdım öylece. Kollarımı tutan eller gevşedi, mezarın üzerine yığılmama izin verdi. Tümsekli toprağın üzerinde, kalbimin çaresizce çırpınışını duyarak önümdeki ayakları izliyordum.

Siyah, kahverengi, gri hatta kırmızı ayakkabılar… Sıra sıra dizilmiş ölümümü izliyordu. Soluklarım yavaşlarken görüşümü kırmızı noktacıklar işgal etti. Toprağın sarsıldığını birkaç saniye geçtikten sonra anladım. Ayakkabılar korkuyla kaçışmaya başladıklar. Sesler de duyuyordum ancak sanki suyun altındaymışım gibi biraz geç ve yankılı geliyorlardı kulağıma.

Sonra ölü olsam bile duyabileceğime emin olduğum bir kahkaha duydum. “Sizi sefil insanlar. Kendi çocuklarınızı boğazladınız. Ne için, beni geri getirebilmek için. Yirmi masum ruhu öldürdünüz ve beni geri döndürdünüz. Tebrikler! Cehenneme tatil kazandınız.”

Sonrasında büyük bir patlama sesine eşlik eden çığlıklarla, ayakkabılar sendelediler. Taşıdıkları bedenler yere düşerken ben sessiz bir hüzünle izledim. Artık nefes almıyordum.

Annemin çamura bulanmış yüzü de toprakla buluştuğunda gözlerindeki deliliği kovalayan dehşet beni tatmin etmeye yetti. Katillerin suratlarını görmemek için kapanan gözlerim, beni sonsuzluğa geçirecek kapının aralanışını izlediler.

Beyza Taşdelen

1996 yılında İstanbul’da doğdum. Fransızca dilinde tamamladığım orta okul ve lise eğitimimin ardından kendimi Galatasaray Üniversitesi Karşılaştırmalı Dil Bilim ve Uygulamalı Yabancı Diller bölümünde Saussure ile didişirken buldum. Şimdilik sözcüklerin neden ve nasıl yan yana geldiğini incelemekten çok onları yan yana koyan kişi olmayı tercih ediyorum.

Bir Damla Fedakarlık” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar;

    Bu sefer sonunu tahmin edebilmiş olsam da gayet keyif alarak okudum hikayeni.
    Özellikle betimlemeler konusunda tavan yapmışsın. Ellerindeki nesneleri sıkmaktan beyazlaşan eklemler, basınca kayan ıslak çamur, mezarlık tarifi vs hepsi de tadından yenmez olmuş. Köy halkının layığını bulmasına sevinmiş olsam da kızın kurtulacağını ummuştum içten içe. Sonuçta keyif veren, güzel bir hikayeydi.

    Ellerine sağlık.

  2. Gercekten cok ezkileyici ve surukleyici bi anlatim olmus.sonuna geldigimde iki sey dusundum.
    1 keske boyle bitmeseydi
    2 keske bitmeseydi.

ceylan için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *