Ben çocukken Şeli’de sık sık elektrik kesintileri olurdu. Babaannemin Osmanlı’dan yadigâr konağında geçirdiğimiz o karanlık yaz gecelerinde gaz lambasının ışığında büyüyen gölgeler, basınca tuhaf gıcırtılar çıkaran ahşap merdivenler, nesnelerin girintili çıkıntılı siluetleri gözümüze korkunç görünürdü. Belediye Reisi Büyük Dedemin yukarıya doğru özenle taranmış haşmetli kaşlarının altından dik dik baktığı portresi ile göz göze gelmemeye çalışırdık.
Yemek faslının ardından, kuzenlerle babaannemin etrafını sarar, ezbere bildiğimiz hikâyeyi tütünden çatallaşmış sesinden bir kez daha dinlemek için yalvarırdık. Babaannem önce yalandan nazlanır, sonra başlardı heyecanla anlatmaya…
“Çiftlik’te o gece yaşananlar hâlâ muamma…” der, susardı. Nefesimizi tutar beklerdik. Sessizliğimize cırcır böcekleri sufle yapardı.
Uyandığımda gidişli gelişli dar bir yoldaydık. Etraftaki çatısı çatılmamış, sıvası atılmamış evler Şeli’ye yaklaştığımızı muştuluyordu. Yeşil manzarayı seyre dalmış uyukluyordum ki gördüğüm şey karşısında kalp atışlarım aniden hızlanıverdi.
“Bak!” dedim heyecanla.” Sağda, yolun başındaki tabelayı gördün mü?”
“Saatlerdir direksiyon sallamaktan hiçbir şeyi görecek halim kalmadı. Yolu görebildiğime dua et” dedi Ceyda, heyecanımı hiçe sayan bir sükûnetle.
“Çiftlik hâla duruyor demek. Şaşılacak şey.” Boynumdaki kolyenin pürüzsüz taşını elimle yoklayarak kendimi yatıştırdım.
“Şimdiden başladın nostaljik havalara. İşimiz var seninle” diye şakıdı Ceyda.
Yarım saat sonra, otelin deniz gören balkonunda, Şeli manzarasına karşı durmuş, muhtemelen bambaşka şeyler hissediyorduk.
“Sizin Şeli kıyak yermiş ama yorgunum, uyuyacağım” dedi Ceyda.
Kendimi dışarı attım. Bu mevsimde sahildeki havalı kafelerin çoğu kapalı olduğundan, meydana doğru yürüdüm. Çınar ağacının altındaki kahvehane tenhaydı. Ahşap masalardan birine oturup, duble Türk kahvesi söyledim. O sırada onu fark ettim. Birkaç masa ötede arkası bana dönük oturan tuhaf adamı.
Baştan aşağı siyahlar giymiş, ayaklarını diğer sandalyeye dayamış, kalın ciltli bir kitabı okumakta olan iri yarı birini neden tuhaf bulduğumu düşünüyordum ki, adam yerinden kalkıp bana döndü ve;
“Siz Leyla mısınız?” dedi.
Boyu, posu, lacivert gözleri, yapılı fiziğiyle hoş adamdı ama basbayağı tuhaftı işte.
Babaanneme göre Çiftlik tekinsiz bir yerdi. Bedrettin Ağa’nın tabiatından da kaynaklanıyordu bu. Kimseciklerin yanına yanaşmaya cesaret edemediği Ağanın Kurtuluş Savaşındaki cengaverlikleri kulaktan kulağa yayılmıştı. Ama kasabalılar için asıl merak konusu savaştan dönerken koluna takıp, getirdiği ecnebi hatundu. “Kız güzel miydi?” diye sormuştum. Babaannem “Kasabadaki diğer kızlara hiç benzemeyen, rüzgârda sallanan bir buğday başağı kadar ince, uzun ve sarı,acayip bakışlı bir kızdı” diye geçiştirmişti.
“Kız kimin nesiydi? Savaş zamanı nereden gelmişti? Kaçırılmış mıydı yoksa kendi isteğiyle mi buradaydı? Meçhuldü. Bu soruları Ağaya soracak cesaret kimsede olmadığından söylentilerin ardı arkası kesilmiyordu. İşin garip tarafı(burada mutlaka fısıldardı babaannem, söylediklerini duyabilmek için kulaklarımızı iyice yaklaştırırdık) bir kelime dahi konuştuğunu duyan olmamıştı kızın. Dilsiz gibiydi. ”
Bunları dinlerken Bedrettin Ağa’yı hayalimde canlandırmaya çalışırdım. İri, yarı, güçlü kuvvetli, astığı astık kestiği kestik biri olmalıydı. Peki ama birini rızası dışında alıkoyacak kadar gaddar mıydı? Galiba değildi. Çünkü “…Harmandan dönen kasabalıların söyledikleri akıl almaz şeyler kulaktan kulağa yayıldı. Anlatılana göre Ağa’nın avradı erkek gibi pantolon giyip, at biniyor, hatta silah kuşanarak kadın başına dağda bayırda ava çıkıyordu” diye devam ederdi hikâye.
“Şeli’de herkesin hem fikir olduğu şey kızın kasabaya uğursuzluk getireceğiydi” Babaannem gözlüklerinin üzerinden bizi teker teker süzer ve şöyle derdi: “Yanılmamışız, değil mi?”
Leyla kimdi acaba?
“Ben Deniz. Karıştırdınız herhalde” diye cevap verdim. Umursamaz tavrının şaşkınlığa, ardından utangaçlığa evirildiği yüzünden okunuyordu. Çabuk toparlandı.
“Pardon, ben burada avukatımla buluşacaktım. Bu mevsimde kasaba kahvesinde sizin gibi birine rastlamak zor!” Tane tane, dilimizi yeni öğrenmiş gibi konuşuyordu.
“Rastladınız işte!” dedikten sonra hesabı bırakıp, kalktım.
Babaannemin evi harap durumdaydı. Tarihi eser niteliği taşıdığından restorasyonu pahalıya mal olacaktı. Neyse ki mimar gereken izinleri alınmış, inşaat aşamasına gelinmişti. Kalan birkaç konuyu halletmek yarım günümü almıştı.
Ertesi gün Ceyda’ya Şeli’de bir hafta daha kalmak istediğimi söyledim.
“Sen hâlâ çocukluğundaki sırların peşindesin” dedi Ceyda. İtiraz etmedim.
“Bu hafta zaten evden çalışacaktım. Bu vesileyle kafamı dinlerim. Fena mı olur?”
Ceyda’yı yolcu ettikten sonra kasaba meydanına doğru yürüdüm. Tatilcilerin dönmesiyle sakinleyen kasabayı serin bir sonbahar esintisi süpürüyordu. Ayaklarımın altında çıtırdayan yaprakların sesini dinleyerek arka sokaklarda biraz oyalandım. Kahvede siyahlı adamı yine kitabını okurken buldum. Bu sefer kitabı da gördüm. Akdoğan’ın Kinyas ve Kayra’sıydı. En sevdiğim kitap.
“Hayalet arabalı kısma geldiniz mi?” diye sordum teklifsizce. Şaşırmadı. Karşısındaki sandalyeyi gösterdi. Oturdum.
“Hayaletlere inanırım” dedi.
“Belli ki henüz o kısma gelmemişsiniz.”
“Depresif bir pilotunu çağındaki yüzlerce yolcuyu intiharına ortak ettiği bu çılgın zamanda hayalet arabalar masum kalıyor. Ne de olsa çeyrek asırlık bu kitap” diyerek,
“Ben Deniz” diye elini uzattı.
“Şaka mı bu?”
“Yoo, sanmıyorum. Adım bu! “
“O zaman memnun oldum Deniz Bey.”
Kader iki Deniz’i Şeli meydanındaki kahvede bir araya getirmeye karar verdiyse söylenecek fazla şey yoktu.
Babaannem anlatmaya başladı mı değil elektrikler, yedi düvel kalkıp Şeli’ye gelse onu susturamazdı. “O ilkbahar yağmur yağmadı. Yazın harman tatsız, ambarlar boştu. Hanelerde dirlik, düzen kalmamıştı. Gelinlik kızlar boşuna koca beklediler. Düğünler gelecek yılın harmanına ertelendi. “Annemin babama yaklaşarak; “Senin valide de o yaz nişanlısına varamadığından hikâyeye takık olmasın? Ağa’nın avradının güzelliğini gören delikanlılar, kasabanın kara kuru kızlarını beğenmez olmuşlar” diye fısıldadığını duymuşluğum vardı.
“Yaz sonunda Ağa’nın avradının hamile olduğunu haber aldık. Kasabaya uğursuz avrat yetmiyormuş gibi bir de uğursuz evlat doğacaktı yani…” En küçüğümüz bir keresinde “babaanne, uğursuz ne demek?” diye sormuştu. Babaannem her nedense sinirlenmiş “O ucubeden kimseye hayır gelmeyecek demek” deyivermişti. Üstüne ben “Ucube ne demek?” diye sormuştum. Babaannem “Elinin körü demek” diye paylamıştı beni.
Bedrettin Ağa’nın yeni doğan kızının şerefine kasaba meydanında baklavalar börekler dağıtılmıştı. Kız çocuğunun doğumunu kutlamak Şeli’de ne görülmüş ne duyulmuş şeydi. Herkes Ağa’nın aklını kaçırdığını, hatta avradının büyü yaptığını konuşur olmuşlardı. Ben “Neden kız bebek kutlanmazmış babaanne?” diye sorunca aslan gibi dört erkeğin anası olmakla kıvanan babaannem ne diyeceğini bilememiş, “Geçmiş zaman canım. Öyleydi işte” diye kestirip atmıştı. Ama somurttuğumu görünce dayanamamış “Cehalet işte kızım. Evlat ayrılır mı hiç” diye gönlümü almaya çalışmıştı.
“…Bebek doğmadan önce anası Müslüman olmuş. Ayşe adını almış. Gavur Ayşe. Bunlar marabaların anlattığı. Yoksa anayla bebesi çiftlikten dışarı adım atmış değillerdi. Ta ki o korkunç geceye kadar…”
İki Deniz bir süre hiç konuşmadan çaylarımızı yudumladık. Sessizliği bozan ben oldum.
“Buralı değilsiniz herhalde?”
“Londra’da yaşıyorum” dedi. “Buraya ailemden kalan gayrimenkulün satışı için gelmiştim aslında.”
“Ne oldu, satamadınız mı?”
“Satmaktan vazgeçtim desem daha doğru ama hâlâ ne yapacağım konusunda karar vermiş değilim”
Adaş olduğumuzu öğrendikten sonra, her nedense kendimi bu yabancıya daha yakın hissetmeye başlamıştım. Koyu lacivert gözleri, güzel elleri ve bambaşka bir dünyadan gelmişçesine ayrıksı havasıyla hoş adamdı. Etkilenmiştim. Ancak sessizliği insanı konuşmaya sevk ediyordu. Bu yüzden ilk aklıma gelen şeyi söyledim.
“Ben de babaannemin konağının tadilatı için buradayım. İsterseniz size fikir verebilirim. “
“O zaman mülkü size göstermek isterim. Tabii müsaitseniz?”
Yarım saat içinde yola çıkmıştık bile. Annem az önce tanıştığım birinin arabasına bindiğimi duysa yüreğine inerdi. Yavaştan hava kararmaya başlamış, sonbahar rüzgârının taşıdığı bulutlar arabanın camlarına vuran yağmur damlalarına dönüşmüştü. Diğer Deniz yol boyunca konuşmadı. Kasabadan epey uzaklaşmıştık. Aramızdaki suskunluk büyüdükçe hiç tanımadığım bir adamla otomobilin içinde ne işim olduğunu sorgulamaya başlamıştım. Aklım başıma yeni geliyordu.
“Eviniz uzakta mı?”
“Hayır, az kaldı. İlerden sola sapacağız.”
“Yakınmış” diyerek yalan attım. Kolyemin taşıyla oynayarak rahatlamaya çalışıyordum.
“Kolyeniz çok güzelmiş. Antika mı?”
“Evet” dedim.” Aile yadigarı”
“Çiftlik” tabelasının olduğu yerden toprak yola saptık.
Babaannem “O gece aynı bu gece gibi karanlık bir geceydi” dediğinde birbirimize sokulur, korkunun tatlı heyecanı damaklarımızda, dinlediklerimize dikkat kesilirdik. “Korkunç bir fırtına kopmuştu. Kayalıkları döven dalgaların sesi evimize kadar ulaşıyor, gök gürüldediğinde camlar zangırdıyor, ahşap evimiz temellerinden sarsılıyordu. Aynı bu gece olduğu gibi tüm aile bir odaya doluşmuş, o güne dek eşi benzeri görülmemiş şiddetteki fırtınanın dinmesi için dua ediyorduk. O sırada kapımız gümbür gümbür çalınmaya başladı…”
Bir keresinde babaannem bunu söylerken evimizin kapısı gürültüyle çalınınca, odanın bir köşesinde sakin sakin oturmakta olan annem dahi korkudan havaya sıçramıştı. Babamın arabada unuttuğu bir şeyi almaya giderek anahtarını unuttuğunu öğrenince karnımız ağrıyana kadar gülmüştük. Babaannem sululuğumuzu affetmemiş, hikâyesini yarıda bırakarak erkenden odasına çekilmişti.
“…Kapı çalınınca hepimiz birbirimize baktık. Babam hayırdır inşallah, diyerek kapıyı açmaya indi. Uzunca bir süre de dönmedi. Yukarı çıktığında ardında, kucağında bebesiyle titreyen, perişan halde bir kadın vardı. Dışarıdaki fırtınaya rağmen, incecik kıyafetleri sıska vücuduna yapışmıştı. Bebeğini sımsıkı kavrayan bilekleri her an çıtırtıyla kırılıverecekmiş gibi narindi. Saman rengi saçları yapışkan iki tutam halinde omuzlarına değiyordu. İlk kez görmemize rağmen kim olduğunu hemen bilmiştik. Gavur avrattı bu. Atına atlayarak, gecenin bir yarısı bebesiyle evimize gelmişti.
Anam ilk şaşkınlığını attıktan sonra, bir koşu giyimle battaniye kapıp getirdi. Herkes odadan çıktı. Tek anamla ben kaldık. Minyatür bir suretiymişçesine anasına benzeyen bebeğin hiç sesi çıkmıyordu. İkisinin de yanakları ala, dudakları mora kesmişti. Kadın rahat soyunsun diye bebeği kucağıma aldım. İşte o zaman kadın ilk kez konuştu ve “Sağ olun” dedi. “Annemle birbirimize baktık. Dilsiz olmadığı gibi dilimizi de konuşabiliyordu demek. “Gavur avrat giyinirken annemle aynı anda göğsündeki kırmızılığı görünce, şaşkınlığımız yerini dehşete bıraktı. Yaralıydı.
Burada babaannem “Ne oldu? Zavallıya acıdınız değil mi? Biz de acımıştık. Günü gelince siz de melek kılığında şeytanların aramızda yaşadığını tecrübe edeceksiniz elbet” derdi. Düşünür, taşınır, bir türlü şeytanı melek kılığında hayal edemezdim. Çocukluğum, meleğin melek gibi, şeytanın şeytan gibi, her şeyin tam da olması gerektiği gibi olduğu bir mevsimdi çünkü.
İki yanı ormanlık, bozuk bir yolda ilerliyorduk. Balçığa batmadan ilerlemek oldukça zorlaşmıştı. Yağmur hızlanmış, gök gürüldemeye, şimşekler etrafı aydınlatmaya başlamıştı. Cep telefonumun şarjı bitikti. Sarsıntıdan midem bulanmaya başladı. Kahvaltıdan beri bir şey yemediğimi fark ettim. O sırada yüksek parmaklıklı, demir bir kapıdan araziye girdik.
Çiftlik, hayalimde canlandırdığım kadar sevimsiz görünmüyordu. Geniş bir alanın ortasındaki iki katlı, beyaz panjurlu, büyükçe ev metruk haline rağmen şıktı. Asmalı veranda ile bahçe oldukça bakımlı görünüyordu.
Kapının önüne park ettik. Farlar kapanınca etraf karanlığa büründü. Adaş olduğumuz için kendimi yakın hissettiğim hoş bir adamın peşine takılarak, bu ıssız yere gelmiştim. Dünyayla iletişimim yoktu. Geri dönmek için çok geçti. Üstelik çocukluğumun en korkunç rüyalarına mekân olmuş yerdeydim. Çiftlikte.
Kasaba hekimine haber salınmış, koşup gelen adamcağız ikisini de muayene ederek, kadının yarasına pansuman yapmıştı. Yaranın kesici bir aletle açıldığını, ancak derin olmadığı için hayati tehlike taşımadığını söyledikten sonra ertesi sabah uğramak üzere gitmişti. Misafirlere aşağıdaki oda hazırlanmış, çok geçmeden ikisi de bitkin halde uykuya dalmıştı.
“İşte o vakit, Beybabam jandarmayı da önüne katıp Çiftliğe doğru yola çıktı. Döndüğünde gün ağarmak üzereydi. Annemle babamın fısıldaşmalarına kulak misafiri oldum.” Babaannem o anı yaşıyormuşçasına fısıldayarak konuşurdu. “Çiftlikte babam o zamana kadar gördüğü en dehşet verici sahneye tanık olmuş. Dağ gibi Bedrettin Ağa’nın bedeni evinin girişinde boylu boyunca, cansız uzanıyormuş. Üstelik etrafta öyle çok kan varmış ki bir koyun sürüsü boğazlanmış sanabilirmişsiniz. Kalbinden bıçaklanmışmış Ağa. Yerlere, duvarlara, kapılara, perdelere dahi bulaşmış kan. “
Annem babaannemin kanlı canlı tasvirinden rahatsız, babama kaş göz ederdi. Babam annesini bizi korkutmaması için birkaç kez şaka yollu uyarmışsa da ne fayda. Burası Onun abartmayı en çok sevdiği kısımdı.
“Jandarmalar mutfaktan kana bulanmış et bıçağını bulup getirmişler. Şüphesiz cinayet aletiymiş bu. Üstelik salondaki masada, bir tek kuş sütü eksik bir sofra kuruluymuş. Ortalıkta hiç kimseler gözükmüyormuş. Çiftlikte çalışanların tümüne o gece izin vermiş kadın.” Bu korkunç hikâyenin her versiyonunu defalarca dinlemiş olmamıza rağmen, her seferinde gözlerimiz korkudan kocaman açılarak birbirimize bakardık. Babaannem gittikçe yükselen çatallaşmış sesiyle kükrerdi. “Hiç şüphe yok ki gavur avrat planlayarak öldürmüş kocasını!”
“Hay aksi, elektrikler kesik!” diye söylendi Deniz. Bir bu eksikti. Otel odasında keyif çatmak varken, böyle bir maceraya atıldığım için içimdeki öfkeyle birlikte çaresizliğim de büyüyordu.
Çakmağını çıkarıp yaktı. Arka arkaya içeri girdik. Evin girişinde, çakmağın titrek alevinin aydınlatmakta kifayetsiz kaldığı duvarlarda tuhaf gölgeler titreşiyordu. Kan lekeleri olmalıydı. Yerlere baktım. Her yan kopkoyuydu. Ayaklarımda bir ıslaklık hissettim. Kandı şüphesiz. Evet, her yanda kan vardı. Sadece yerlere ve duvarlara değil, kapılara, perdelere de bulaşmıştı kan. Kapı ardımızdan gürültüyle kapandı. Burada kısılıp kalmıştım. Kaçacak yer yoktu. Ansızın şimşeğin odayı aydınlatan mavi ışığıyla üstü ak çarşaflarla örtülü eşyaların korkunç siluetleri ortaya çıktı. Bir an duvarın içinden bana bakan iri yarı, üniformalı bir adam gördüm. Korkunç bir gök gürültüsü koptu. Nefes alamıyordum. Her şey etrafımda dönmeye başladı.
“Çiftlikte ne olup bittiğini öğrenmek için kadının sorgulanması gerekiyordu şüphesiz. Sabah ola hayrola, yazıktır, günahtır dedi yufka yürekli anam. Yattık, uyuduk. Fakat doğan güneş hayra alamet değildi. Sabah anamın bağırtısına uyandım. Kadını uyandırmak için gittiğinde bomboş olayı gören anam basmıştı feryadı.
O gün herkes seferber oldu. Şeli’nin her köşesi didik didik arandı. Kadınla kızı sanki yer yarılmış, içine girmişlerdi. Bulamadılar.”
Babaannem yavaşça yerinden kalkar, duvardaki ahşap saatin kapağını ağır hareketlerle açar, içindeki sedef kutuyu törensi bir havayla alırdı. Kutunun içinden çıkarttığı, altın zincirin ucundaki yuvarlak, yeşil taşlı kolyeyi bize her seferinde aynı heyecanla gösterir, “O gün anam kadının yastığının altında bulmuş bunu” derdi. “Böyle göründüğüne kanmayın, o zamanlar servet değerindeydi bu kolye. Kadın minnettarlığını göstermek için bırakmıştı muhakkak.”
Kolyeyi elime alır, pürüzsüz, zümrüt taşını elimle okşardım. O zaman bile hoşuma giderdi bu his.
“Beybabam anama kolyeyi gizli bir yere saklamasını, bundan hiç kimseye bahsetmemesini tembih etmiş. Yoksa kolyenin babama, kaçmaları karşılığında rüşvet olarak verildiğini sanabilirlermiş. “
Bir an gözleri uzaklara, bizim ulaşamayacağımız kadar ötelere dalardı.
“Dürüst adamdı benim beybabam. Haşa, bir dirhem haram lokma geçirmemiştir boğazımızdan.” Böyle derdi. Ardından kolyeyi kutusuna koyar, yerine kaldırırdı. “Ya, işte böyle çocuklar. …” derdi. “Eğer gavur avrat sorgulanabilseydi neler anlatacaktı kim bilir. En önemlisi gerçek apaçık ortaya çıkacaktı. Kocasını, bebesinin babasını neden öldürmüştü, o gece neler yaşanmıştı hiç bilemedik. O uğursuz Çiftlikte yaşananlar hâlâ muamma…”
Kendime geldiğimde evin salonunda, koltukta uzanıyordum. İçerisi aydınlıkta az öncekinden çok farklı görünüyordu. Başucumdaki yemenili, yaşlıca bir kadın kolonyayla bileklerimi ovuşturuyordu.
“Nasılsınız Deniz? Bizi çok korkuttunuz” dedi Deniz. Ayaktaydı ve gerçekten endişeli görünüyordu.
“Sabahtan beri bir şey yememiştim. Galiba kan şekerim düştü” dedim utanarak.
“Yayla çorbası yapmıştım. Getirivereyim hemen” diyerek gitti kadın.
“Buraya gelmek için yanlış zamandı galiba” dedi Deniz tane tane konuşarak. “Sağanaktan her yanı su basmış. Mehmet Efendi müdahale etmeseydi sular evin içine kadar girmişti. Elektriği de kendisi kesmiş bu yüzden. Tesisat çok eski tabi” Böyle art arda konuşarak belli ki beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
Bir şeyler yedikten sonra canlanıvermiştim. Deniz’in verdiği şarj aletiyle telefonumu çalıştırmıştım. Deniz’in nezaketi, çiftlikte ikimizin dışında birilerinin olması içimi rahatlatmıştı. Salondaki muhteşem kütüphaneyi incelerken az önceki halimden eser kalmamıştı. Duvarlardaki izlerin sağanak yağmurun yol açtığı nem izleri olduğunu görmüştüm. Yüz yıl aradan sonra hâlâ kanın ıslaklığını hissettiğimi sanmak ne büyük ahmaklıktı. Sanırım annem haklıydı. Çocuklara dehşet verici hikâyeler anlatmak psikolojilerini olumsuz etkiliyordu.
Yağmurda yol çamur deryası haline geldiğinden bu gece dönmemiz imkansızmış. “Tadilat işine çiftliğin yoluna asfalt döktürmekle başlamak gerek” dedi Deniz. Bir yandan da nefis kokulu bir kahve yapıyordu.
“Haklısınız galiba” derken genç kızlığımda okuduğum Barbara Cartland kitaplarındaki, böyle yerlerde mahsur kalan iki yabancının şömine ateşinin önünde sevişerek geceyi sonlandırdığı sahneleri kafamdan uzaklaştırmaya çalışıyordum. Neyse ki burada şömine yoktu.
Berjer koltuklarda karşılıklı oturmuş, kahvelerimizi yudumlarken evin tadilatı için neler yapılabileceğinden konuştuk. Deniz yavaşça yerinden kalkarak kitaplıktaki kitaplardan birini seçerek aldı. Oturdu. Kitabı kucağına koydu.
“Bu gecenin özel bir anlamı var aslında” deyiverdi damdan düşer gibi.
“Öyle mi? Bugün 7 Ekim. Doğum gününüz filan mı yoksa?” Hâlâ sizli bizli konuşuyorduk.
Cevap vermedi. Sadece acı acı gülümsedi.
“Boynunuzdaki kolyenin bir hikâyesi var mı?” Gereksiz bir soru daha. Üstelik sesi soğuktu. Merak eden birinden ziyade sorgulayan biri gibi. Rahatsız olduğumu belli etmemeye çalıştım.
“Yoldayken söylediğim gibi. Aile yadigarı.”
“Eşsiz bir kolyeye benziyor. Yakından inceleyebilir miyim?” Cevabımı beklemeden kalkarak, bana iyice yaklaştı. Gömleğimin yakasının açığa çıkarttığı kolyeyi uzun uzun inceledi. O kadar heyecanlandım ki kalp atışlarımın sesini fark etmesinden korktum. Cartland etkisi miydi, yoksa huzursuzluktan mı, ayırt edemiyordum.
Tekrar yerine oturduktan sonra, kitabının arasından çıkarttığı fotoğrafı bana uzattı. Siyah beyaz bir fotoğraftı bu. Kucağında bebeğiyle gülümseyen genç, sarışın, güzel bir kadın fotoğrafı. Dantelalı elbisesinin üzerindeki kolyesiyle… İstemsizce elimi boynuma götürdüm.
“Büyükannemin kolyesi size de tanıdık gelmiş olmalı, değil mi?”
Kendimi suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi hissediyordum.
“O gece… Yani… Büyükanneniz giderken… Sanırım babaannemlere bırakmış bu kolyeyi…Minnettarlığının ifadesi olarak…” Ağzımdan dökülen kelimeler pek çok şeyi ele veriyordu. Bu evde yaşanan cinayeti bildiğimi, hatta yaşananlara ailemin bir şekilde dahil olduğunu. Söyler söylemez pişman olmuştum ama iş işten geçmişti.
“Size öyle mi anlattılar?” Dimdik bakan lacivert gözleri koyulaşmıştı ama hiç alttan almadım.
“Evet. Çünkü gerçek bu!”
“Şimdi siz dedemi büyükannemin öldürdüğünü de söylersiniz…”
“Orasını bilemem” dedim. “Babaannem o gece yaşananların halen muamma olduğunu söylerdi.”
“Benim için değil.”
Yıllarca dinlediğim hikâyenin sonunu çok merak ediyordum.
“O halde anlatın. Ben de sayenizde aydınlanmış olurum…” Arkama yaslandım.
“O gece, yani tam doksan altı yıl önce bugün büyükannemle dedemin evlenme yıldönümüydü. Aslında hiçbir zaman resmen evlenmemişlerdi. Çünkü büyükannem zaten evliydi.”
Bu gecenin özelliği buydu demek ki…
“Nasıl yani?”
“Büyükannem, yani Anna, İstanbul’u işgal eden İngiliz ordusuna mensup Albay Jonh Rease’ineşiydi. Anna’nın büyükbabası Osmanlı sarayında yetiştiği için, Türkçeyi konuşabiliyordu. Bu yüzden İngilizlere tercümanlık da yapıyordu. Bedrettin Bey’le de bu şekilde tanışmışlardı. Alakaları zaman içerisinde aşka dönüşmüştü. 1922 yılının 7 Ekim’inde işgal kuvvetleri İstanbul’u terk ederken büyükannem kayıplara karışmıştı. Rease hiçbir yerde bulamadı onu. Dedemle İstanbul’dan kaçarak, Şeli’deki çiftlikte kendilerine yeni bir hayat kurdular. Anna anneme hamileyken din değiştirerek Ayşe oldu. İmam nikahı kıyıldı. Ama onlar kaçtıkları günü evlilik günleri olarak kabul ettiler.”
“Yani o gece yıldönümleriydi” dedim. “Bu yüzden özel bir sofra hazırlanmış, çiftlikteki çalışanlara izin verilmişti.”
“Evet. Anna kendisi hazırlamıştı sofrayı. Kutlama yapacaklardı. Oysa Albay Rease karısının ihanetini unutmamıştı. İngiltere’ye gittikten sonra özel dedektifler tuttu. Karısını İstanbul’da arattı. Sonunda izlerine ulaştı, kaçtıkları yeri öğrendi. Öğrenir öğrenmez de İstanbul’a hareket etti. İhanete uğrayışının ikinci yıl dönümünde Şeli’deydi.”
“Cinayeti Albay Rease işledi.” Babaannemin Anna hakkında anlattıkları doğru değildi demek.
“Anna ile Bedrettin birbirlerini seviyorlardı. Hem de aşkları için her şeyi göze alacak kadar. Kıskançlık ve öfkeden gözü dönmüş Albay Rease, o gece Bedrettin Bey’i öldürerek aldı intikamını. Fakat boğuşurlarken yaralanmıştı. Can havliyle kaçarak kayıplara karıştı. Varlığından kimsenin haberi olmadığı için kolay da oldu bu. Ne yazık ki tek şüpheli büyükannemdi. Yaşananların şokuyla, çaresizce belediye reisinin evine sığınmaktan başka bir şey gelmemişti aklına. “
Deniz burada neredeyse nefretle baktı bana. Minnettar olması gerekmiyor muydu? Hayra alamet değildi bu.
“Sanırım büyükanneniz suçlu bulunacağını anlayınca kaçmış oradan”
“Yanılıyorsunuz” Sesi yüksek çıkmıştı, irkildim.” Büyük dedeniz sabaha karşı odasına girip, kendisini taciz etmeye yeltendiği için kaçmak zorunda kalmıştı büyükannem.”
“Saçmalıyorsunuz” dedim yerimden sıçrayarak. “Büyük dedem şerefli bir aile babasıydı. Değil evine gelen misafire, hiç kimseye böyle ahlak dışı şeyler yapacak biri değildi. Hikâyenizin sonu tamamen düzmece.”
“Öyle mi? Babaannemin şahidi de varmış ama. Evin genç kızı her şeyi görmüş. Zaten, ancak o içeri girince durmuş Büyük dedeniz. Kızını görünce bir anda donup kalmış. Anna da bir anlık karmaşadan faydalanarak, bebeğini kucakladığı gibi kaçmış oradan. Kız içeri girmeseymiş neler olacağını tahmin edersiniz. Anna çok sonra fark etmiş kolyesinin koptuğunu…Hangi minnettarlıktan bahsediyorsunuz”
Gözümün önüne babaannemin hikâyesini anlatırken, her fırsatta gavur gelini kötülemesi geliyor. Babasını aklamak için miydi bu gülünç çabalar. Neden olmasın? Hangi çocuk babasını kötülükleriyle hatırlamak ister ki? Belki de anlattıklarına kendi bile inanmaya başlamıştı zamanla babaannem. Yine de bir yabancının ailemi kötülemesi katlanılacak şey değildi.
“Yeter artık! Neden anlatıyorsunuz bunları bana. Gitmek istiyorum” diye bağırdım. Öfkeliydim.
“Anna hiçbir zaman yaşadıklarını atlatamadı. İstanbul’da tercümanlık yaparak kıt kanaat geçinmeye çalıştı. Annemin zor bir çocukluğu oldu. Genç yaşında uyuşturucudan öldü annem. Çocukluğum yetimhanelerde geçti… Aileniz hayatımızı mahvetti!” Gözleri nefretle bakıyordu. Ürperdim. Hızla toparlandım. Çantamı kaptım, ayakkabılarımı giymeye davrandım. Burayı terk etmekten başka bir şey düşünmüyordum. Dışarıda tüm hızıyla devam ediyordu yağmur dahi umurumda değildi. Kapıyı açarken Deniz’in arkamda olduğunu fark etmemişim.
“Önce büyükannemin kolyesini geri vereceksin” diye kükrediğini duydum. Boynumdaki zinciri yakaladığını fark ettim. Sert bir hareketle çekti zinciri. Dengemi kaybetmiş olmalıyım. Düştüm. Son hatırladığım şey başımı kapının girişindeki mermere çarptığımda duvara sıçrayan kan. Oracıkta son nefesimi vermişim.
İşte benim hikâyem de bu. Kaderde yolumun babaannemin bana anlattığı yüz yıllık hikâyeyle kesişmesi de varmış. Zaten hayat dediğin bazısı iç içe geçmiş, bazısı art arda, bazısı birbiriyle kesişen hikâyelerin toplamından başka nedir ki?
Badem ağacının altını, yani Deniz’in beni o gece gömdüğü yeri, aylardır kimse bulamadığına göre burada olduğumu bilen yok sanırım. Tabii ki yaşayanlardan. Yoksa geçenlerde şu bahçe duvarının ardındaki kuyudan Albay Rease geldi ziyaretime. O da başka bir hikâye anlattı bana. Merak ediyorsunuz değil mi? O da, 7 Ekim 1924’te, Bedrettin’i ebediyete intikal ettirerek intikamını aldığı gece, uğruna katil olduğu Anna’sının kendisini sırtından bıçaklayarak, bahçedeki kuyuya attığını anlattı.
“Bedrettin denen herifle kaçıp gitmesinin ardından, beni ikinci kez sırtımdan bıçaklamış oldu böylece” dedi Rease. “Ama ne yalan söyleyeyim ilki kadar acıtmadı bu sefer.”
- Çiftlikteki Sır - 1 Ekim 2020
- Adanmış Esaret, Özgür Zürafa ve Ölüm - 1 Temmuz 2020
- Bir Elliliğin Güncesi - 1 Mayıs 2020
- Femirüs - 1 Nisan 2020
- Ağırlık - 1 Mart 2020
Sitare Hanım,
Bir solukta okudum. Kurgu, çok ilgi çekici ve sürükleyiciydi. Düzen ile ilgili ufak tefek sıkıntılar vardı. Ama okuduğumdan keyif almama engel olamadı. Elinize sağlık
Merhaba, Değerli yorumlarınız için teşekkür ederim. Sevgiler.