Öykü

Çığlık

Hiç kimsenin girmeye cesaret edemediği yeraltı boşluğunu görmeyi, içinde dolaşmayı, kendilerinden geçmeyi o kadar çok istiyorlardı ki. Dünyanın sonsuz mağarasına doğru yola çıktılar. Devasa ağaçların olduğu ormanın içinde bir yerlerde bulacakları mağara, yankısıyla taa ruhlarının içine işleyecekti. Heyecanla ilerliyorlardı, kuş sesleri başlarını döndürüyordu, kulaklarının içinden geçip damarlarında dolaşıyordu. Ondört kişiydiler, koymuşlardı kafalarına, bir kereliğine bile olsa havasını soluyacaklardı o mağranın.

Rüzgar uğuldarken, yapraklar hışırdarken ayaklarının altında istekle yürüyorlardı. Bu yolculuğa çıkmalarına sebep olan aslında iki kişiydi; Milensko ile Vunkta. Yemyeşil gözleri olan kadın Milensko; astımı yüzünden mağaraya nefes almak için gitmek istemişti. Arkadaşı Vunkta ise zaten mağaralara bayılırdı ve tırmanmaya. Upuzun bir adamdı. İşte diğer on iki kişi de onları sevdiklerinden ve meraktan peşlerine takılmıştı. İçlerinden biri ansızın durana kadar keyifli bir yolculuktu.

“Tam da çocukluğumdaki kiraz ağacı böyleydi işte,” dedi adam gözleri parlayarak ve hemen tırmanmaya başladı ağaca.

Diğerleri de etrafını sardılar, kaldırıp kafalarını baktılar dalların arasındaki kıvırcık saçlı adama, tadına doyulmaz kirazlar toplardı belki ve avuçlarının içine bırakırdı. Beklediler, beklediler… Oturup beklediler, ayakta beklediler, kafaları yoruldu yere baktılar sonra bulutlara ama bir tane bile kiraz getirmedi adam ağaçtan. İnmedi ki… yoktu görünürde. Bir anda Vunkta fırlayıp daldı dalların arasına ve hemen geri döndü. Yoktu kıvırcık saçlı adam kaybolmuştu, o kadar da dev gibi değildi ki ağaç, nasıl olmuştu bu? Onlar başka yerlere bakarken alıp başını gitmiş miydi acaba? Bilemediler, bulamadılar ve öylece yollarına devam ettiler. Onüç kişi kalmışlardı.

Ormanın içinde kararırken hava yollarından vazgeçmeden ilerliyorlardı, arkadaşları belki evine dönmüş, belki de birden karşılarına çıkacaktı.

“Belki de sihirli bir kiraz yiyince kanatları çıkmıştır sonra da parmak kadar olmuştur ve başka bir boyuta geçmiştir,” diye sesli sesli düşününce Milensko, diğerleri garip bir şekilde gülümsedi ona.

Yine kafasının içindeki hayaller uçuşmaya başlamıştı Milensko’nun. “Uçsuz bucaksız yerlerin birinde…” diye başlayacaktı anlatmaya, hoş herkes bayılırdı onun hayal gücüne, iyi de olurdu kafaları dağılır kaybolan arkadaşlarının üzüntüsünü biraz olsun hafifletirdi belki. Ama bir türlü başlamıyordu anlatmaya en önde giden de oydu ve hemen arkasında Vunkta, diğerleri biraz yavaşlamıştı.

“Gözlerime inanamıyorum!” diye haykıran üç arkadaşını duyunca dönüp arkalarına baktılar. Üçü birden sürekli aynı hayret içinde yere yapışmış, kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı kendi aralarında:

“Hayatımda bu böceği göreceğim hiç aklıma gelmezdi, gerçekten inanılmazmış,” dedi biri.

“Ooo! Kanatlarını açıyor bak!” diye heyecanla haykırdı diğeri.

“Uçacak mı?” dedi ötekisi.

Onlar kendilerinden geçmişken, herkes tepelerini dikildi merakla. Milensko kafasını soktu üçünün arasına ama hiçbir şey göremedi.

“Hani nerede? Göremiyorum ben,” dedi yemyeşil gözlerini kocaman aça aça, ne kadar uğraşsa da böcek falan göremiyordu yerde.

“İşte bak ışıldamaya başladı,” dedi biri.

Yerlerinden kıpırdamadan kitlenmiş hayran hayran böceğe bakıyorlardı, olmayan böceğe.

“Hadi gidiyoruz, kalkın artık, yürüyün,” dedi Vunkta ama üçü bir milim bile kıpırdamadı, onu duymamış gibi konuşmaya devam ettiler.

Kalakaldı üçü birden orada, imkansızdı onları sürükleyerek götürmek çünki donup kalmışlardı. Milensko ürperdi ve diğerleri de bulaştı ürpertisi.

“İşte! Senin hayal gücündeki gibi fantastik şeyler oluyor,” dedi Vunkta Milensko’ya bakarak, korkmuyordu ama, istemezdi korkmak.

Yola çıktılar yine, gitmeliydiler duramazlardı ki. On kişi kaldılar. Kuşlar daha kulak çınlatıcı ötmeye başladı, rüzgar daha fazla uğuldamaya ve yıldızlar daha güçlü parlamaya.

“Dolunay mı acaba? Ondan mı oluyor bütün bunlar,” diye geçirdi aklından Milensko, kaldırıp kafasını koyu mavi gökyüzüne baktı ama göremedi pasparlak bir Ay.

Yürüdüler birbirlerine daha yakın durarak. Sanki gece hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Ansızın içlerinden biri koşmaya başladı. Deli gibi koşuyordu saçları en uzun olan kadın, öyle çok hızlandı ki şaşkınlıkla dona kaldı diğerleri. Vunkta gözlerini kırpıştırdı sonra kaşlarını çattı, kafasını kaşıdı ama artık gördüklerine anlam veremiyordu çünki kadın hızlandıkça dümdüz saçları uzuyor, uzuyordu. Kadının ayak seslerini duydular taa uzaktan gelen yankılı yankılı ve nefes alışını, mağaraya ulaşmıştı çünki. Arkadaşlarının saçları hala ayaklarının dibindeydi, o ise mağaranın derinliklerinde. Bakakaldılar ayaklarına dolanan saçlara. Dolanıp dolanıp etraflarında bütün vücutlarını kapladı saçlar, içinde kayboldular. Beşi birden orada kalakaldı.

Artık dört kişiydiler, saçlardan gerisin geri kendini bir kenara atmış dört kişi. Neredeyse unutacaklardı dünyanın sonsuz mağarasına doğru yola çıktıklarını.

“Uçsuz bucaksız yerlerden birinde…” diye mırıldanmaya başladı Milensko korkusunu bastırmak için. Vunkta şarkı söylemeye başladı korkmak istemese de, bütün bu garip havayı dağıtacak bir şarkı mıırldanıyordu, ruhu okşayanından.

Yürümeye başladılar daha da birbirlerini sokulmuş dört kişi tek vücut olmuşcasına, ormandan çıkmayı deli gibi isteyerek yürüdüler hızlı hızlı. Bir anda sabah oldu, güneş pasparlak doğdu, nasıl da oldu ama artık şaşırma duygularını da kaybetmişlerdi ve ayakları onları bir anda yemyeşil parlak otlarla kaplı mağaranın girişine getirmişti. Sanki ışınlanmış gibi hissettiler kendilerini, zamanla ilgili algıları karman çorman olmuştu çünki. Mağaranın yankısını içlerinde duydular. Serinliği tüylerini diken diken etti. Milensko daha şimdiden o kadar rahat nefes alıyordu ki neredeyse bütün o yaşananları rüyasında görmüş gibi hatırlayacaktı. Kendini mağaranın içine attı, Vunkta da peşinden. Geride kalan arkadaşları da hızla onların yanına geldiler. Dünyanın en derin mağarasındaydılar artık, istedikleri olmuştu. Hiç kimsenin girmeye cesaret edemediği yeraltı boşluğundaydılar artık. En önde Milensko minik adımlarla ilerliyordu, derin derin nefes aldılar, huzurla doldular, kendilerini bıraktılar sanki hep o andaymış gibi. Birbirlerinin kalp atışlarını duyarken, dev gibi bir çığlık attı Milensko, herkesin kulaklarında uzun süre çınlayacak cinsten bir çığlık. Diğer ikisi kulaklarını ve gözlerini kapatmakla meşgul olduğundan Milensko ile Vunkta’nın bir anda ortadan kaybolduğunu göremediler bile.

Milensko’nun ayağı çok fena kaymıştı, tam o anda Vunkta’nın elini tutmuştu düşmemek için, birazcık sendeleyip hemen durdu. Bir anda olmuştu her şey ve sonra da sessizlik. Her yer sessizdi… çok sessiz. Birbirilerine baktılar… sonsuz mağranın derinliklerinden gelen ayak sesini duyarlarken daha burunlarının dibinde bitiverdi dev dinazor kafası.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *