Öykü

Garip Bir Öykü

Yağmurun yüzünü gösterdiği sonbahar akşamının serinliği eşliğinde, mağarasından çıkıp, el ayak çekildiği boş sokaklarda yürümeye karar verdiğinde, aniden iki adam yanında belirdi. Gözlerini siyah bez parçasıyla sıkıca bağladıklarında, sokağın sessizliğinden daha sessiz, itirazsız, kurban misali onlara izin verip, bindirdikleri arabanın motor sesiyle nereye gittiğini bilmiyordu.

İki kolundan tutan adamların kendisini itiş kakış içeri soktukları ve oturttukları yer soğuktu. Önce kaderine sonra yaşadıklarına içinden alaycı gülümsedi. Kazınmış saçlarının geride bıraktığı kafa derisine gelen ısı sayesinde, tepesinde güçlü ışık olduğunu anlayabiliyordu.

Gözleri kapalıyken bile arkasında iki kişinin, karşısında bir kişinin dikildiğinden topuk sesleri sayesinde anlayabiliyordu. Eski banka veznedarının seslerin aritmetiğini çıkarması zor değildi.

Karşısından gelen ayak sesinin elini masaya vurmasıyla irkildi. “Konuş neden öldürdün Onu?” dedi, kalın erkek ses tonu.

“Siz kimsiniz? Neden buradayım? Ben kimim biliyor musunuz?” tarzı efelik cümleler kurmaya hiç niyeti yoktu. O yoktu artık…Gitmişti…Hayatının kadını gittiğinden beri, hiçbir şey eskisi gibi önemini korumuyordu. Bu yüzden, kendisine kimin ne yapacağı umurunda değildi, buruda neden bulunduğunu bilmemek umurunda olmadığı gibi.

Masanın kendisine doğru itilme sesini duymasıyla birlikte, tok erkek sesi, “Hadi sene lan!!!!! Konuş!!!!! Gelincik’i neden öldürdün?” dedi, ürkütücü şekilde.

Sesindeki güvene kendi içinde hayret ederek konuşmaya başladı.“50 yaşında hayatımın rengi değişti. Ben O’nu ölümsüz sanmıştım. Hayatımın mihenk taşı olarak, orada bir yerde hep benimle yaşayacak sandım. O, benim ilk ve son aşkım olarak kalacak. Canlı resmi hala gözümün önünde. 1.50’ lik fındık kurdu misali küçük bedeni, çekik ela gözleri ve her ay ucundan azıcık kestirdiği gür kumral saçları, ufak tefek kadından beklenmeyecek kadar uzun, ince parmakları lale biçimindeki tırnaklarıyla pek uyumluydu. Ani gidişinin ardından, renklerin anlamı bana miras kaldı. O, renklerin insanları anlattığını düşünürdü. Her rengin dili ve şahsiyeti olduğunu söylerdi. Sarı rengi tercih edenlerin ; hayatı soluk algıladığını, kırmızı rengi tercih edenlerin, lider vasfına sahip olduklarını, pembe rengi romantiklerin sahiplenmesi gerektiğini, siyah ve beyaz rengi seçenlerin kati kuralların hayatlarını yönettiğini, ortalama denge tutturmaya çalışanların gri renkten vazgeçemeyeceklerini deyip dururdu. O, hep kırmızı, ben ise hep gri oldum. Artık rengim bile kalmadı. O gidince, sanki saflığım bitti, gitti elden.”diye, cümlesine devam edecekken, siyah bantla sıkıca kapanmış gözleri karanlığın hapsinde, başı önüne eğik, karşısında duran adamın tok sesi ile sözü kesildi. “Ulan ne anlatıyon sen deminden beri bir sürü zırvalık.” dediği gibi suratında bıçak gibi tokadı hissetti. Başı sağ tarafa yatmışken, diğer tarafından yeniden keskin tokat ile irkildi. Adamın elleri yakasındayken, “Gelincik’i neden öldürdün?” dedi.

Başını, düştüğü sol yanından düzeltmeden sözüne devam etti. “O’nun bende en çok beğendiği saçlarımdı. Siyah, gür, omzuma inen uzun saçlarım……O gitti ben saçlarımı kökünden kestirdim. Saçlarımın sıfır numara olması, O’nun gidişi kadar canımı acıtmadığı gibi beni ferahlattı. Usturanın, kafa tasıma vuruş izlerini, Necla kuaförün kırık aynasından zevkle seyretmiştim. Çingene vapurlarının her kalkışta ve varışta öttürdükleri düdük sesi kulağımda çınlamaktan öteye gitsin istemiyordum. Çünkü O’nun her Pazar kahvaltıdan sonra, Çingene vapurundan martılara attığımız simitle, yemlenmelerini izlerken, başını omzuma yasladığında o küçücük bedenin bana verdiği huzur hissini hatırlıyorum. Rutin düzenimiz, O gidinceye kadar her Pazar devam etti. Mevsimlere göre hava durumu hiç umurumuzda olmazdı. Biz bize yeterdik.” deyip, bankacı suskunluğa geçiş yaptığında, adam yakasını bırakıp, okkalı bir yumruk vurmasıyla burnundan dudaklarına doğru akan kanın sıcaklığı, O’nun gidişi kadar canını acıtmamıştı.

Kendisine vuran adamın, odanın içinde asabi olarak volta atmaya başladığını, adamın adımların da ki ritmin sesinden anlıyordu. Sağ omzunun yanı başında duran, “Ağabey bu Gelincik hakkında bir halt bilmiyor bence.” dedi, ağzının içinde kelimeleri tıslayarak.

Patron adımlarını aniden durdurdu konuşan adama dönüp, ortamın sessizliğine gür sesini katarak,”Saf mısın? Salak mısın? Adamın evinin önünde ki paspasta Gelincik ölü bulundu. Nasıl oluyor da bu keltoş bir bok bilmiyor?” dedi.

Bankacı, tüm saflığını ses tonuna yansıtarak devam etti. “O gitti, yemek yemek istemedim, yıkanmak istemedim, konuşmak istemedim, okumak istemedim, gülmek istemedim, ağlamak istemedim, sevmek istemedim, nefret etmek istemedim. Kısaca yaşamak istemedim. Sonra evden pis kokular gelmeye başlayıp, camın kenarında yaşamımı sürdürürken sigaramın ellerimde bıraktığı sarımtırak iz dışında, saçımın sakalımın birbirine girdiğini dışardan maymun izler gibi gören komşularımdan, sadece kuaför Necla imdadıma koşmuştu. Evi ve beni temizlediği gibi, bana yemek vermeye başlamıştı kısaca bu işi rutin hale getirmeye başlamıştı. İtirazım yoktu hatta memnun bile olsam, O gittiğinden beri ben evimi kendime ait hissetmiyordum. Sonunda hissetmediğim yerde işim yok dedim ve şehrin içinde kendini saklayan Marşuk köyünün en dip mağrasına saklandım ki beni aşuklar görmesin diye.”

Daha cümlesini bitirmişti ki, gözleri kapalı ve burnundan kan akan suratını iki yanından patron sıkarken, bankacıya iyice yaklaşıp, “Eveleyip geveleme. Herkesi uyutursun ama en büyük sermayem Gelinciği neden öldürdün bilmek zorundayım çünkü pavyonumu o karı ayakta tutuyordu. Düşmanlarımdan biri sendelememi istedi ve sende düşmanlarımdan birinin adamısın. Sen kimsin ulan!!Ötsene!!!” dedi, bağırarak.

Patron, bankacının suratından ellerini çektiğinde, bankacı yeniden dilinin bağını çözüp, gözleri hala kapalı olarak başı önüne eğik, mırıldanarak konuşmaya başlamıştı. “O’nun gittiği vakitlerden epey sonra, karşı pencere komşumu ilk kez fark ettiğim sırada, bacaklarını etekliğinin altında bağdaş haline getirmiş, tırnaklarına nar çiçeği ojesini sürüyordu. Ojesini sürerken, arada bana da sürmeli gözleri ile cilve yapıyordu. Benim fişimin çekildiği zamanlardı işte. Gönül ferman dinlemiyor, karşındakinin kim olduğu, nereden geldiği nereye gittiği pek önemli olmuyor.” diye devam edecekken, patron sözünün arasına girip, iki adamına dönerek, “Duydunuz dimi saftorikler, güya alakası yoktu. Bak nasıl ötmeye başladı” deyip, sandalyesini bankacının burnunun dibine götürüp, ters oturduğu gibi,” Eeee….. Devam et bakalım daha neler yumurtlayacaksın Allah bilir.” dedi, sinirle.

Bankacı sakince devam etti. “Böyle camdan cama cilveleşerek geçerken zaman, O gittiğinden beri evime hakim olan kuaför Necla, bu durumdan rahatsız olmuştu. Sanırsam O’nun gibi beni korumaya almıştı. Sanki O’nun ruhu kuaför Necla’da yaşıyordu. Tam bir yılın sonunda, Kuaför Necla’yı Gelinciğin evinde tartışırken pencereden gördüm. Havalar sıcak gittiğinden, tüm pencereler açıktı böylece üflese duyabileceğim uzaklıkta olan iki kadını net duyuyordum. Kuaför Necla beni korumaya almış, duygularımla oynadığı için kızı suçluyor, aşifteliğini daha güçlü adamlarda denemesi gerektiğini kızın omzuna vura vura anlatıyordu. Hatta peşimi bırakmazsa öldürmekle bile tehdit etti kızı.” deyip, cümlesine devam edecekken bir kadın sesi hangarın kapısında duyuldu, “Bankacının evden ayrılıp, mağaraya taşındığı günlerde dahi peşini bırakmamıştım. Hala tüm ihtiyaçlarını karşılıyordum. Yemek, içmek, çamaşır gibi. Birkaç temiz eşyasını evden almak için evinin kapısının önüne geldiğimde, gece kıyafetiyle Gelinciğin paspasın üstünde oturduğunu gördüm. Neden geldiğini sorduğumda, aylardır görmediği, pencereden cilve numaralarıyla aklını çeldiği bankacıyla konuşması gerektiğini kibirli tavırla söyledi. Dayanamadım, duygularıma yenildim. Yıllardır kendimi sakladığım adamı başka kadınla düşünmek beni çıldırtmıştı ve elimdeki anahtarların bağlı olduğu kesici anahtarlığı Gelinciğin böğrüne böğrüne sapladım yetmedi, evin kapısını açıp evin mutfağından bir koşu bıçağı alıp iyice delik deşik ettim Gelinciği.” deyip dizlerinin üstüne çöktüğünde, Bankacı istifini bozmadan, “Her şey aşk için.” derken, patron dahil sözün bittiği yerde, birbirlerine bakmakla yetindiler.

Pınar Kumsal Başdağ

1975 yılının Ekim soğuğunda dünyaya gelmiş biri olarak, kendimi bildim bileli yazıyorum, okuyorum. Herkesin besin kaynağı vardır, benim besin kaynağım yazmak. Yolda yürüyen kadınlardan herhangi birinin önünü kesip, çantasına baksanız kadınsal her türlü malzeme vardır. Benim çantama baksanız, cüzdan, not defteri ve kalem dışında bi rde evimin anahtarlarından başka bir şey bulamazsınız.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *