İçine dökülür ya hani insanın. Biraz kasvet, biraz keder ve bir sürü kötü fikirle beraber, unutmak istediği geçmişi. Gecenin yorgunluğu der geçersin, hâlbuki daha yeni başlamıştır gece. Masumdur yani karanlık. Bir an evvel evde olsam, ayaklarımı uzatsam diye koşar adım yürürsün ama eve gelince de patlarsın sıkıntıdan. Ninni söyleyen bir televizyon karşısında kapanmakta olan gözlerin, kuvvetli bir hafıza siliciden fazlası değildir aslında. Uyurken unutursun, sonra biraz daha unutmak için, tekrar uyursun. İşte benim hastalığım tam olarak bu. Yalnızlık değil. Depresyon değil. Yabancılaşma duygusu hiç değil.
Ben kendimi biliyorum. Uykunun silgeciyle temizlediği çok kirli düşünce zarlarına sahibim. Düşünmezsem, uyumama gerek kalmaz, farkındayım. Ama güneşten de korkmaz yağmur. İlla ki yağar, yağar bir ara. Hiç müsaade de istemez üstelik. Görevini yerine getirmek mutluluk verir sanki ona, bana acı verdiğine dönüp bakmaz. Silgeci çalıştırmaya bu yüzden mecburum. “Uykum geldi” diyebilmek herkes için özgürlükse, benim için yalnızca bağımlılık ve yüksek dozda alınan bir uyuşturucu.
Bir masal olsa şimdi mesela. Dinlerken usulca kapansa gözlerim. Gözümün önünde belirse cadılar, prensler, prensesler, cüceler ve konuşan hayvanlar. Güzel uyurdum belki. Evimin duvarlarının arasında gömülmüş zihnim o kadar muhtaç ki yabancı bir ses işitmeye. İnsan kendisine daha yakın olabilmek için kullanıyor masalları. Oradaki gerçeklerin giydiği sürrealist elbiseler göz alıcıdır hep. Ayıp ve kusurlarımız gayet hoş görünür bir başkasının üzerinde. O yüzden uyku gibi muhtacım masallara. Ve anlatacak biri yoksa ben uydururum muhakkak. Aslında uydurdum sanırım, bilmeden yaşadıklarımı anlatırım. O zaman da masal, masal olmaktan çıkar. Olsun. Yine de işe yarıyor diyebilirim.
Kedi konuştu. Karga şarkı söyledi. Tavşan suya girdi, hatta kulaç attı ve kaplumbağayı geçti. Ve olmazsa olmaz tilki… Son gördüğümde bir geyiği kandırıyordu. Çok geçmeden orman sıktı beni. Saraya girdim koşar adım. Prensesin aşk maceraları çok daha cazipti. Onu düşlerken masal ete kemiğe büründü bir çırpıda. Ben oldu, o oldu, onlar bile oldu. Ve kafama dayalı duran düşüncelerim birden patladı. Kan duvara sıçradı. Bozuk para gibi harcadım onu. Onu diyorum çünkü o, bana ait değil gibi.
Tanıştıktan sonra konuşamayan insanlar gördüm. Yeni tanıştıklarında birbirleri için şiir yazar, şarkı bestelerlerdi oysa. Yalnızlığı susmak zannedip, birbirlerinden kaçtılar. Aynı şehirde, aynı havayı soluyarak, farklı dört duvarlarda sessiz kaldılar. Sonra bunun adı özlemek oldu, unutmak oldu, başka birisi oldu mesela. Oysa susarak da biriktirebilirdik birbirimizi. Hayır, kâğıt kaleme de davranmadan. Ben en çok öyle yaparım çünkü. Sevdiğimin dudaklarını kaplarım ve onu hiç konuşturmam. Ama o, günün sonunda, “Ne çok gevezelik ettik” der, gülümseriz. Sahi, yok mu beni susturacak birileri? Yetişkin dürtüleri beni çabucak çıkarttı işte masaldan. Uykum kaçtı ve yine katilin kim olduğunu öğrenemeden uyandım.
Saat sekizi sekiz geçiyor. Nerden mi biliyorum? Tuhaf, takıntılı, orta yaşlı bir adam dikkati değil bu. Az evvel telefonuma bir mesaj geldi, mesajı okurken; ekrandaki yirminin sekiz olduğunu algıladım. Yanında duran diğer sekizin bir önemi yoktu, kafiye sağlamasının dışında. Unutmamam gereken şey, akşam saat sekizde hastanede olmamdı ve ben şimdiden sekiz dakika geç kalmıştım. Bu rahatsız koltukta biraz daha oturursam, sırt ağrılarım gerçekten azacaktı. Doğruldum. Vişneli sodamı yarım bıraktığım için hiç üzülmedim. Ve sonra, gayet tabi, gelen mesajı okumak yerine, Neşet’e telefon ettim. Onunla muhatap olduğum her an, aklımdan tek bir şey geçiyordu. Derhal söylüyordum ona, çekinmeden: “Neşet. Ne kadar az rastlanan bir isim. Ve sen, ne kadar sıradan, sıkıcı birisin.” Neşet gülümsemekte gecikmezdi. Ve zorlanarak çalışan bir araba motoru gibi kesik kesik öksürerek, gürültü bulaştırırdı kahkahalarına. Sonrası malumdu. “Galiba beni kıskanıyorsun dostum.”
Ben Neşet’i kıskanmazdım. Neşet’ti o. Hayatımın dikenlerinden olmayan, hiç sorun çıkarmayan, dostum yerine tutamayacağım ama dostum olsa bana bu kadar faydası dokunamayacak, annemin ve babamın hasta bakıcısıydı Neşet. Sırasıyla her ikisine de o bakmış, o refakat etmişti soğuk, ıssız hastane köşelerinde. Ben kendimi kaybederek çalışırken ofiste, o tüm zamanını anneme ve babama adamıştı. O hayatını kazanıyordu, bense sorunları görmezden geliyordum bir süreliğine. Gündüzleri bu durum mecburiyetti benim için. Ama diğer yandan, hiçbir şey düşünmemek için de eşsiz bir fırsat sunuyordu bana, deliler gibi çalışmak, kendimi işle hırpalamak. İşte yine olmuştu. Aynı şey. İşten çıkıp doğruca eve gelmiş, yemek yemiştim. Hastaneye gitmem için yarım saatim varken, soda içip televizyonun karşısında kalmıştım öylece. Yok, bu kez farklıydı. Belki de televizyonu hiç açmamam gerekiyordu. Veya aksine, şu anda Neşet’i aramamam gerekiyordu. Bilemedim. O an, telefondan çarpan Neşet’in sesi anımsatmıştı bana yapmam ve yapmamam gereken şeyleri.
“Sen iyi misin?” Sıradan bir cümle, en alışkın olduğum soru. Cevabım hep aynıdır, kolay kolay değişmez: “Evet. Çok iyiyim. Sen?” Nefesini içine çekişini adım adım duyarım. Ve o esnada kaybolur gider hislerim. “Tamam Asımcığım. Şimdi sakinleş, rahatla bakalım biraz.” Kulağa hoş gelen ama benim kadar aksi birinin derhal itiraz edeceği lakırdılardı bunlar. “Ben gayet iyiyim Neşet. Sakinim. Ne oldu ki?” Durur, biraz daha havayla doldurur ciğerlerini Neşet. Sonra o havayı ağır ağır bırakır dışarı. Bense bunun her saniyesini yaşarım. “Tamam. Çok güzel Asımcığım. Ayakta mısın sen? Şimdi otur bakalım koltuğa.” Biraz daha sinirlenmiştim. Kaçınılmaz bir sondu bu aslında. Sesimi yükselterek konuşmamsa, mucize sayılmamalıydı. “Sana ne Neşet ya? Otururum oturmam. Kalkarım, yürürüm, istersem düz duvara tırmanırım. Sana ne ki bunlardan?” Soluğum birden durur, yapışır kalbime. “Kusura bakma, geciktim biraz. Dalmışım. Yarım saate orada olurum. Tamam mı? Bunun için aradım ben seni.” Hala sakindi Neşet. Karşılık vermemişti öfkeli çıkışıma. Ses tonunu, benimkinin bir basamak altında tutup, usturuplu biçimde çekmeye çalışıyordu beni yanına. “Yok, hayır. Geç kalmadın Asım. Endişelenme. Ben hastanede değilim. Gelmene gerek yok artık. Sakin ol tamam mı? Derin nefes al ve hatırla.”
“Hatırla.” En az üç defa art arda fısıldamıştı bunu. Ben de yutkunarak tekrar etmiştim: “Hatırla.” Dışa dönük sesim hala ısrarla bastırıyordu iç sesimi: “Sen neden hastanede değilsin ki? Kim var annemin yanında?” İkimizde sustuk. Sonra ilk o konuştu: “Hatırla Asım. Hatırlamaya çalış ne olur?” Titreyen dudaklarımın birbirine çarpıp durmasında hiç hoşnut olmamıştım. “Babam da yok değil mi?” Neşet sabırla devam etti: “Yok Asım. Hatırlamadın mı hala?” Dudaklarında kalan kırıntıyı kullanıp temas edebiliyordu kalbime. “Kimse yok. Hatırla!” Ondan önce konuşmak kadar, ondan önce susabilmek de makuldü benim için. Sessizliğe gömülen kalbim sadece dinliyordu. Ve olayları değil, duyguları hatırlamayı değerli buluyordu. “İyi misin şimdi Asımcığım?”
Bana “Asım” diye seslenenlere dönüp baktığımı anımsadığım günden beri, hiç bu kadar kötü olmamıştım. “İyiyim” dedim. Sonra daha fazla endişelenmemesi için, “Hatırladım Neşet, sağ ol. Kusura bakma rahatsızlık verdiğim için” diye devam ettim ve kapadım telefonu. Aklı bende kalmasın diye haddinden fazla inandırıcı konuşmuştum sanırım. Bu durumu olağan karşılamış gibi kapatmıştı telefonu. Hatta elinden gelse, bu olayı komik, gülünesi bir kılığa bile sokacaktı Neşet. Gülmüştü azıcık bile olsa. Neşet böyle biriydi işte. İstese de değişemezdi. İnsanların garipliklerini hayata mal eder, tek suçlu ilan ettiği hayatın karşısında duran herkese de zavallı gözüyle bakardı, üzülürdü. Ama üzüntüsünü gizlemeyi beceremez, yüzüne gözüne bulaştırırdı yapmacık gülücükleriyle. Seviyordum Neşet’i. Bu dünyadan göçüp gittiğimde nefret edeceğim insanlar listesinde asla yerini almayacaktı o.
“Yok mu beni susturacak birileri?” Yüzümü yastıktan ayırdığımda aklıma ilk üşüşen soru olmuştu bu. Devamlı aynı yere dönüp dolaşıp gelmek, kuşkusuz kendimi daha kötü hissetmeme neden oluyordu. Kabul etmiştim bir kere. Benim sessizliğim kendimleydi. Gürültülerimse, hayatımda anlamlı bir yer edinme ihtimali bulunmayan, bir varmış bir yokmuş karakterli insanlarlaydı. Neşet’i aramadan önce okumayı ihmal ettiğim mesajı açmak için nihayet uzanabilmiştim telefonuma. Henüz sevmediğim ama sevmeye hazırlandığım kadınlardan biriydi. Tek bir cümle yazıyordu, ona baktım durdum. “Uyuyamadım bir türlü. Masal anlatmayı becerebilir misin?”
- Dan Dini Dan Dini Dastana - 1 Mayıs 2020
- Balığın Günlüğünden - 1 Nisan 2020
- Uyuyalım mı? - 1 Mart 2020
- Kim? - 1 Şubat 2020
Merhaba Umut Bey,
Bu sanırım şimdiye kadar okuduğum en samimi ve içten öykünüzdü. Düşünme eyleminin dalgalar halinde üzerime hücum ettiği bir metin okudum. Yaşanmışlık vardı öykünüzde. Hayattan küçük küçük kareleri alıp onları daha büyük tablolara çevirmişsiniz.
Akıcı ve sade bir anlatımla iyi bir işi kotarmışsınız. Tebrik ediyorum sizi.
Önümüzdeki seçki için öykünüzü bekliyorum.
Vakit ayırmanız çok değerli. Değerlendirmeniz için çok teşekkür ederim.
Saygılarımla
Merhaba
Bu öykünüz, düşsel bir yolculuk gibiydi. Epey beğendim.
Çok gerçek, çok zihin aralar bir anlatımdaydı.
Ellerinize sağlık, görüşmek üzere.
Teşekkür ederim Gaye hanım. Zaman ayırdınız, fikrinizi paylaştınız. Eksik olmayın.
Görüşmek üzere, saygılarımla
Merhaba @Umutunjelibonu;
Kasvetli bir öykü yaratmışsınız. Duygusallığı çok iyi aktardığınızı düşünüyorum cümlelerinize. Psikolojik tasvirler ve çıkarımlar son derece başarılıydı.
Arafta görüşmek üzere…