Öykü

Gece

Giden dönmeyen bir şeyler vardı hayatımda. Hep aradığım fakat hiç rastlamadığım bir adam vardı. Sürekli rüyalarımda gördüğüm. Gündüz düşlerini saymıyordum bile. Bazen onun için mumlar yakardım. Bir kırmızı, bir gri… İşim yani yapmak zorunda olduğum, bana para kazanma olanağı veren kısır döngüm asla yolunda gitmedi. Sonra bir gece, artık her şey bitti dediğim o gece ben bedenimden ayrı buldum kendimi. Nasıl cesaret edebildim bilmiyorum, tek bildiğim intihar ettiğim…

Uyuduğumu biliyordum. Rüyada olduğumu. Lakin ay ışığının altında o tanıdık kokuya doğru çıplak ayaklarım çimenlerin dokunuşundan memnun yürürken gerçeğin bu olmasını diliyordum. Dudaklarımda beliren huzurlu gülümseme nehrin yakamozlarına yansıyordu. Sakince ilerliyordum. Elma ağacının gövdesine yaslanmış uyuyan o adamı görüyordum. Uyurken yüzü huzurla aydınlanan adeta ışıldayan o adamı. Teni toprak rengi olan o naif yapılı adamı. Önünde eğilip siyah, kıvırcık saçları rüzgârla yarenlik ederken onu seyrediyorum. Elim sessizce alnına gidiyor, yüzüne düşen kıvırcık tutamı kulaklarının arkasına atıyorum. Hafifçe yana düşen başını kaldırıyor sonra. Uykulu kadife kahve bakışları yüzümde, gülümsüyor. Lakin bir ses geliyor geriden. İncecik, karanlık, uğultulu… Ses yükselirken içimi bir korku kaplıyor. Bir şey var beni ondan çekip alan. Nefessiz açıyorum gözlerimi hep aynı kısmında, olmasını dilediğim gerçekliğin…

Telefonun sesi ile yatağımdan fırlıyorum. Nefesimi kontrol etmek çok güç oluyor telefon acı acı çalarken. Ellerim titrerken telefonu açıp efendim dedim. Hala normalden daha hızlı çekiyordum odamın nemli havasını içime. Özür dilerim Sidre, bu saatte rahatsız ettim ama bu hastayı görmen gerekiyor? Boş kalan elimle gözlerimi ovuşturup Ekin sen misin diye sordum. Ekin’in ince gülüşü beni her daim mutlu ederdi. Yine o kısa gülüşlerinden birini duyuyordum. Başka kimi bekliyordun ki dedi. Geliyorum diyip gülümsememe engel olamadan kapattım telefonu. İşimi sevmiyordum ama ekibimi seviyordum. Akıl ile delilik arasında ince bir çizgi vardır derler. Her kim ki o incecik ipin üstünde yürümeye kalkışırsa kaçarı olmadan bir yana düşüverir. Ya akıldır düştüğü kıyı ya da delilik… Ben delilik kıyısının Hades’i olarak görüyordum kendimi. Onları karşı kıyıya geçirmekten ziyade niye düştükleriyle ilgileniyordum. Üstüme ilk bulduğum pantolon ve gömleği geçirip arabama atladım. Aklımda o adam ve kokusu içimde kalan o elma ağacı vardı. Elim camın soğukluğunda gecenin tenha trafiğinde yüzümde çarpık bir gülümsemeyle girdim içeri.

Ekin hoş geldin deyip gülümseyerek dosyayı önüme itti. Deske yaslanıp dosyasını okumaya başladım. Habil Gece, yaş 38, erkek… Katatoni halinde hastanemize getirilmişti. Belediyeye ait bir parkta bir ağaca yaslanmış vaziyette bulmuşlardı onu. Hiç kımıldamıyor, konuşulanlara tepki vermiyordu. Cebinden sadece kütüphane kartı çıkmıştı. Yüzünde ve vücudunda darp izleri mevcuttu. Muhtemelen soyulmuştu. Ekin’e bakıp şimdi nasıl diye sordum. Onu yatağına yatırdık, üzerindekileri değiştirdik ve hiç teşekkür etmedi dedi. Gülümseyip senin kıymetini bilememiş dedim. Sonra birlikte odasına doğru yürümeye başladık. Kapı yavaşça açıldı önümde sanki ne göreceğimi biliyormuş gibi beni hazırladı demir hastane kapısı. Donup kalan bedenime söz geçiremedi beynim. Tam karşımda duruyordu, oydu. Benim her gece rüyalarımda gördüğüm adam… Hiç karşılaşamayacağımı düşündüğüm o güzel yüzlü adam…

Kıvırcık saçları beyaz hastane çarşaflarıyla kaplı yatağa yayılmış geceyi bile kıskandıracak kadar siyahtı. Günah kadar masum deyimi geldi aklıma o anda. Günah kadar güzel… Zamanın durmuşluğu gelip aklımın köşesine yerleşti önce. Durdum. Bir andı belki de ama ben bir ömür saydım o anı. Yanına yaklaşırken ayaklarım titriyordu. Gözleri kapalıydı. Derin bir uykudaydı. Ölüme yakın, bu diyardan kopuk bir rüyadaydı. Dolgun dudakları huzurla kıvrılmıştı lakin. Elimi kaldırıp alnına düşen bir tutam saçı geri iteledim. Yüzüne baktım. Ekin’in sesiyle irkildim. Başımı iki yana sallayıp kendime gelmeye çalışırken Ekin omzuma dokunup çok güzel değil mi dedi. Bir erkek için fazlasıyla güzel diye ekledi. Habil’e bakarken Ekin’in yüzü ışıldıyordu. Başımı sallayıp evet dedim. Derin bir nefesin ardından bırakalım da uyusun yarın çözüp çözemeyeceğimize bir bakarız dedim. Ailesi ya da herhangi bir yakını varsa bulalım, tekrar yüzüne bakıp arkamı döndüm. Demir kapı üstüne kapanıp da biz uzaklaşırken içimden bir parça orada kaldı sanki.

Eve döndüğümde uyku perilerimin de orada kaldığına yeminler edebilirdim. Uyuyamadım. Gözümü her kapadığımda onu görüyordum. Ay ışığında yürüdüğüm nehir kenarını, elma ağacına yaslanmış uyuyan Habil’i. Gülümsemesini ve devamını hiç getiremediğim o huzursuz fısıltıyı…

Sabahın ilk ışıklarıyla yarı uyur yarı uyanık gecemden aydınlığa çıktım. Üzerimi giyinip hastaneye gitmeye davrandım. Bu kez heyecanlıydım. On yıldır çalıştığım bu yere ilk kez mutluluk ve istekle gidiyordum. Hastaneye vardığımda odamın kapısından içeri adım atana kadar sayamadığım kadar çok kişiye gülümseyerek merhaba dedim. İnsanlar şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. Lakin daha önce suratı sirke satan bu burnu büyük kadın kimselere günaydın dememişti. Zaten bugüne kadar hiçbir günüm de bu denli aydınlık olmamıştı. Odama girip koltuğumu oturdum. Kendime kahve yapmaya davrandığım anda Ekin içeri dişlerini sergileyen bir gülümsemeyle daldı. Günaydın Sidre. Gülümseyerek sana da dedim kahve? Bu arada elime aldığım fincanı göstermekle meşguldüm. Olur deyip her zaman yaptığı gibi deri kahverengi koltuğa gömüldü. Terliklerini çıkarıp ayaklarını kendine doğru çekip oturdu. Yorgunum Sidre dedi. Yaptığım kahveyi ona doğru uzatıp doğrudur hemşirem dedim. Yorgunluk yalnızca bedenden gelmez ruhtan ötedir dedim. Karşısına geçip gülümseyerek oturdum. Kafamı pencereye çevirdim. Dışarıda ha yağdı ya yağacak bir hava vardı. Ne için ağlardı bulutlar hep merak etmiştim. Babama sorduğum günü hatırladım o anda. Baba bulutlar niye ağlar. Babam pencerenin yanına gelip diz çökmüştü önümde. Ellerimi ellerinin arasına alıp ağlarlar çünkü ağlamak ruhu yıkar, aydınlatır. Akıttığın her bir damla acıdan da olsa sana bir hediye bırakır Sidre demişti. Elimdeki bardağı Ekin ile ortamızda kalan masaya bırakıp hastamız nasıl diye sordum. Sesime önemsemez bir ton eklemiştim lakin bu Ekin’in gözlerinin parlamasını engelleyemedi. Katatoni hali çözüldü sanırım dedi. Sabaha karşı yataktan kalkıp etrafına bakındığını gördüm. Yüzüne düşen gölge dikkatimi çekmişti. Sonra diye devam etti. Ellerine baktı çok uzun bir süre bunu yapmaya devam etti. Daha sonra bacaklarını karnına çekip tekrar uyudu. Dalgın dalgın fincanına baktı Ekin beni merakla beklediğim cümleden mahrum ederek, çevik bir hareketle kalkıp ben eve gidiyorum yarın görüşürüz deyip odadan çıktı.

Bende hemen arkasından çalıştığım koğuşa doğru yürümeye başladım. Önce eski hastalarımı ziyaret edip ilaçlarında birkaç küçük değişiklik yaptım. Her soruları, her takıntıları en küçükleri bile başımı ağrıtmaya yetiyordu hastalarımın. Bu işi bırakıp gidebileceğim günün hayaliyle devam edebiliyordum yaptığım işe. Hastalar kar misali eridikçe içimi heyecan kaplamaya başlamıştı. Onu görecek olmanın heyecanı. Biliyorum yaptığım hasta- doktor protokolüne uymuyordu ama umurumda bile değildi. Hastalar bittiğinde onun tutulduğu odaya doğru seğirttim. Adımlarım ona doğru yaklaştıkça bedenim koca bir kalp oldu. Atmaya başladı. O kadar şiddetli atıyordu ki tökezleyip de düşmemek için arada bir duruyordum koridor boyunca. Kapıya geldiğimde güvenlik kapıyı açmak için benden onay bekledi. Başımla onay verip tehlikeli olduğunu düşünmüyorum Ahmet yalnız gireceğim yanına, sen beni burada bekle dedim. Kapı açıldığında Habil ayaklarını sallandırmış başı yana eğik oturuyordu. Yüzünde öyle bir çaresizlik vardı ki kapıda öylece kala kaldım. Sakince yanına yaklaşıp merhaba dedim. Başını kaldırıp yüzüme bakmadı. Saçları önüne dökülüp bir yığın halini almıştı. Adım Sidre diye devam ettim. Adımı duyunca başını kaldırıp boş bakan gözleriyle biliyorum dedi. Sözcükler ağzından zorla duyuluyordu. Öylesine yorgun, öyle bir yükle konuşuyordu ki anlamakta zorlanıyordum. Biliyorum diye tekrar etti. Seninle her gece o ormanda zamanın var olduğu yerde duruyorum. Boş bakışlarını gözlerime dikip ay ışığında saçların daha parlak… Babamın dediği o cennet bahçeleri gibi. Ben şaşkınlıktan ağzımı bile açamazken çığlık atmama sebep olan o cümleyi kurdu. Sidre, sonunda onu öldürdüm. Bu kez onu ben öldürdüm.

Attığım çığlık güvenlik görevlilerini içeri çekmişti. Nefesimi kontrol etmeye çalışıyordum iki elim yakamdayken. Güvenlik bir kamburunu çıkarmış boş bakışlarla bana bakan adama bir de bana bakıyordu. Sonunda önemli değil kapıya çarptım dedim ve gülümsemeye çalıştım. En azından dudaklarım kıvrılmayı başarmıştı. Ahmet, başıyla selam verip dışarıdayız doktor hanım bir şey olursa deyip tehditkâr bakışlarını tüm bunlar olurken bir milim dahi kımıldamamış olan Habil’e çevirip odadan çıktı. Gözlerimi beyazın hâkim olduğu odada gezdirip masaya doğru ilerledim. Susuyordum lakin ne diyeceğimi bilmiyordum. Masanın önünde duran sandalyeyi güvenli bir mesafe belirledikten sonra ona doğru çevirerek oturdum. Ayaklarımın beni taşıyamayacağını düşünüyordum. Karmakarışık olan aklım kendi içinde oluşan kör düğümleri çözmek şöyle dursun benliğinde dalgalanıp duran cümleleri bile algılamaktan acizdi o anda. Boğazımı temizledikten sonra her yeni hastama yaptığım gibi ona daha genel sorular sormaya karar verdim. Sakin bir sesle Habil nerede olduğunu biliyor musun diye sordum. Bakışlarımı karşılıksız bırakarak yarım ağız gülümsedi Habil. Deli hastanesindeyim dedi. Sesi donuktu. Kırık, sanki zor bir savaşın bağrından kopmuştu da ben hikâyesine saygısızlık ediyordum. Dolu dolu bakışlarını üzerime kilitleyerek ben deli değilim Sidre dedi. Evet, dondum çünkü ölmekten, öldürülmekten yoruldum. Yorgundu. Hissediyordum.

Karşınızdakine sarılmak istediğiniz anlar vardır. Onlar öyle masum, öyle savunmasız dururlar ki o anda bağrınıza basıp korumak istersiniz. Bende ona bakarken o kırık melodinin dudaklarından boşluğa akmasını seyrederken işte tam da bunu istiyordum. Ona sarılmak ve acısını dindirmek. Lakin gerçeklerden kaçamazdım onun aklıyla ilgili ciddi sorunları vardı ve buraya getirilmesinin sebebi buydu. Biraz önce duyduklarımın ise asla böylesine mantıklı bir açıklaması olamazdı.

Yorgun olduğunu görebiliyorum dedim omuzlarımı dikleştirip sandalyede kımıldanarak, devam ettim. Habil kötü bir atak geçirdin dedim. Sözlerimin anlaşılması için tane tane konuşuyordum. Fakat ona mı anlatmak istiyordum bunları yoksa kendimi mi inandırmaya çalışıyordum çözememiştim. Yine de ciğerlerimi odanın kesif havası ile doldurup konuşmaya giriştim tekrar. Her şey zamanla düzelecek. Seni burada rahat ettireceğiz ve ben her gün gelip seninle konuşacağım. Akıl çok yaramaz bir çocuktur Habil, istediğini alamadığında kendisine uzak bir köşe bulup saklanıverir. Habil bakışlarını yerden kaldırıp beni süzdü önce, sonra dudaklarında ki seğirme bir gülümsemeye dönüştü. Dudakları yavaşça aralanıp kalbimi hızlandırdı. Buğulu, durgun sesi yayıldı odaya. Sen o çocuğu saklandığı yerden çıkarıp bana geri dönmesini mi sağlayacaksın? Gözlerimin dolduğunu biliyordum. Onun görmemiş olduğunu umut ederek başımı yana çevirip evet diyebildim. Başını sallayıp tamam o zaman dedi. Ayağa kalkıp benim gitmem gerek dedim. Tam önünde durup istediğin bir şey var mı diye sordum. Kafasını kaldırıp uykulu kadife bakışlarını gözlerime döktü. Evet dedi. Lütfen beni suya götür. Başımı yana eğip su mu dediğimde gülümseyip göl, deniz ne olursa. Arınmam için lazım. Sesini duymam lazım Sidre dedi fısıltıyla. Eli önüme dökülen saçlarıma gitmişti. Dokunmuyordu onlara elinin rüzgârı bile yetmişti irkilmeme. Söz seni suya götüreceğim ama önce işlerimi halletmem lazım dedim. Derin bir nefes alıp yatağına uzandı. Gözlerini kapattı. Yüzünde yüzyıllık bir yorgunluğun izleri vardı.

Hastalarımı gezip olan ve olamayan dertlerini dinlemekle aşındırdım zamanı. Hepsi kendinden geçmişçesine anlatıyorlardı. Mesela dünya günahlarımız sebebiyle cayır cayır yanmaktaydı. Bunu sadece Asiye görebiliyordu. Sırf yangın dursun diye tüm denizleri yardıma çağırmıştı bir gece. Evde ne kadar musluk varsa açıp lavaboları tıkamak suretiyle. Sonuçta evi su basmış ve tüm komşuları isyan etmişti. Lakin o anlayamıyordu. Onları kurtarmıştı ne de olsa. Suyla konuşabiliyordu. Onun o akışkan lisanını yalnızca Asiye biliyordu. Bir diğeri kız kardeşinin gözlerini her kapadığında farklı bir yere gidip ahlaksızca işler yapabildiğini iddia ediyordu. Sadece gözlerini kapaması yeterliydi bunu yapması için. Sonuçta Arif tüm bu rezilliğe göz yummayı reddetmiş, kız kardeşini fare zehriyle öldürmüştü. Gözleri kapanıp da o anda da bir ahlaksızlık yapamasın diye kızın gözlerini bantla tutturmuştu. Liste böyle devam ediyordu nitekim. Hayat garipti. Kaygılarımızda öyle. Deli ya da normal hepimizin kaygıları vardı hayat damarlarımızı bağlayan.

İşim bittiğinde odama gidip oturdum. Aklım Habil’deydi. Onun sözlerinde. Benim rüyalarımı nasıl olup da bildiğini merak ediyordum. Hem bu kez onu ben öldürdüm de ne demekti? Aklının karanlık köşelerinde defalarca öldürüldüğüne mi inanıyordu? Sonunda hayali katilini öldürdüğü için miydi gözlerine akan bunca acı? Benim rüya erkeğim sonunda karşıma çıkmıştı fakat aklının çıkmaz sokaklarında kaybolmuş olarak. Ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim yoktu. Bildiğim tek şey vardı. Onun hikâyesini öğrenmek adına ne yapmam gerekiyorsa yapacaktım. Kurallar artık yorulduğum hayat rutinimin en öldürücü kısmıydı ne de olsa. Kendi ellerimle inşa ettiğim bu duvarı Habil’in gözleriyle yıkacaktım. Kararımı vermiştim.

Tekrar onun odasına gitmeye davrandığımda içimde devinen karmaşaya engel olamadım. Bacaklarım beni geriye götürüyordu. Her köşe başında durup nefesleniyordum. Kapısına geldiğimde güvenlik cebindeki anahtar yığınını çıkarıp kapının anahtarını diğerlerinden ayırdı. Bir anda o anahtar bana yapmam gereken hayat tercihi gibi gelmişti. Doğru kapı, doğru kilit bu muydu?

Elimi duvara yaslayıp başımla güvenliği selamladım. Gidebilirsin işim bitince seni çağırırım dedim. Kapıyı aralayıp içeri girdiğimde Habil’i bacaklarını karnına çekmiş elinde sıkı sıkıya tuttuğu yaprağı incelerken buldum. Beni fark etmesi zaman almıştı. Başını çevirip bana baktı dalgın bakışlarla. Neden sonra bakışlarını elindeki yaprağa devirip bu elma ağacının yaprağı Sidre dedi. Sesi çok uzaklardan çalınıyordu kulağıma. Onu hep yanımda taşıdım. Bana güzel olanı hatırlatsın diye. Yavaşça ilerleyip yatağın ucuna iliştim. Güzel olan nedir diye sordum. Dudaklarında kaygılı bir gülümseme, gözlerinde derinlerden gelen bir ses vardı. Başını dizlerine dayayıp güzel olan kalıcı değil, geçici olduğumuzu bilmek dedi. Attığımız her adımda doğru ya da yanlış hep yeniden doğmamız, güzel olan. Bir ara durup nefeslendi. Bu yaprak dedi, altında uyumaktan haz duyduğum ağaca aitti. Aniden elimi tutup yaprağı avucuma bıraktı. Gözlerini yere indirip yatağın öbür ucuna kadar ilerledi. Avucumu açıp elimde duran yeşilliğe baktım. Gözlerimi yapraktan ayırmadan sordum. Bunu nereden buldun? Elleri dizlerinde, bakışları yerdeydi. Onu bulmadım dedi. Durdu. Hep benimleydi. Tam ağzımı açıp bir şeyler daha sormak üzereyken, git lütfen dedi. Uyumak istiyorum. Burada bana iyi davranıyorlar, merak etme. Cümlelerini giderek ıssızlaşan bir tınıyla söylemişti. Sonrasında yatağına uzanıp sanki ben orada yokmuşum gibi gözlerini kapadı. Eliyle yastığını iyice kendine doğru çekti. Ayağa kalkıp yaprağı açık olan avucuna bıraktım. Tam çıkmak üzereyken Sidre, dedi fısıltıyla, bu gece seninle uyanacağım. Elim kapıda duyduğumdan emin olmak için ona döndüm. Ama o çoktan uyumuştu.

Eve varana kadar olanlarla ilgili düşünmeye çalıştım. Hiçbir mantık yürütemediğimi fark edince vazgeçtim. Kapıyı açıp içeri girdiğimde ise yapmak istediğim tek bir şey olduğunu şaşkınlıkla anladım. Bir an önce uyumak istiyordum.

Rüyamda huzurla akan bir ırmağın kıyısında yürüyordum. Su berraktı. Ay ışığında parlıyor, yansımaları benimle birlikte ilerliyordu. Ben yürüdükçe tüm o ışık demeti dalgalanıp, dans ediyordu. Etrafa yayılan elma kokusuyla sarhoş olmuştum. Ellerimle önüme gelen dalları itip ilerliyordum. Gece aydınlıktı. Yıldızlar gökyüzünden üzerime eğilip sükûtla esen gece melteminde dalgalanan saçlarımı okşuyordu adeta. Üzerimdeki elbise daha önce giydiklerime hiç benzemiyordu. Solgun kırmızıydı rengi… V yaka, eteği ayak bileklerime değin uzanan, sade düz bir elbiseydi. Ayaklarımsa çıplaktı. Yürüdükçe toprağın sıcaklığı parmak uçlarımdan bedenime yayılıyordu. Çok fazla huzur vardı burada. Ormanın kendine ait bir dili vardı. Her adımımda bana bir şeyler fısıldayan, anlatan bir lisanı vardı. Keşke anlayabilseydim diye geçiriyordum içimden. Irmak yolunu izleyerek elma kokusunun peşine düştüm. Arada bir duruyor ağaçların uykulu sesini dinliyordum. Koku yoğunlaştıkça içimi kaplayan heyecanı an be an yüreğimin en derinlerinde hissetmek beni yeniden canlandırıyordu. Sonunda elma ağacını buldum. Ağaçla aramda birkaç metre kala durdum. Ağacın gövdesinden ay ışığından daha parlak bir ışık vuruyordu. Ürkek adımlarla ışığa doğru gittiğimde ağacın gövdesine yaslanmış, bir bacağını kendine doğru çekmiş, diğerini toprağa sunmuş Habil’i gördüm. Uyuyordu. Bedeninden yansıyan nur onu net bir şekilde görmeme sebep oluyordu. Göğsü huzurla inip kalkarken onu seyretmek cennete gitmek gibiydi. Hafifçe eğilip elimle alnına dökülen kıvırcık saçlarını geriye doğru ittim. Alnı ıslaktı. Terlemişti. Dokunuşum onun derin bir nefes vermesine yol açtı. Hafifçe omzuna inen başını kaldırıp diğer tarafa bıraktı, uyumaya devam etti. Yanına oturup başımı omzuna koyma isteğimden alamadım kendimi. Elma kokusunu hissettim tüm dokularımda. Kafamı omzundan kaldırmadan yıldızlara bakmaya başladım. Uyandırma beni Ya Rab dedim kısık bir sesle. Yüzüne baktım. Küçük bir gülümseme vardı dudaklarında. Mutluydu. Hastanedeki o hüznünden eser yoktu yüzünde. Sonra bir an bir çıtırtı geldi kulağıma. Arkamdan gelen sesle irkilip başımı Habil’in omzundan kaldırdım. Kafamı sesin geldiği yöne çevirdiğimde karanlıkta dikilen bir siluet takıldı gözüme.

İçimi saran korkuyu tariflemem mümkün değildi. Karanlık, soğuk bir histi bu. Kötülük bir bedene girmiş bizim huzurumuza göz dikmişti. Siluet tam ağacın arkasında durdu. Beni görmüyordu sanki. Yumruklarını sıktığını gördüm. Öfke vardı hareketlerinde. Bedeni yay gibi gergindi. Konuştu. Kor misali nefesini yaydı huzurlu elma ağacının benliğine. Ağaç da irkildi. Silkelendi bu nefesle. Sanki Habil’i korumak ister gibi eğildi üzerine elma ağacı. Sen, diyen gölge devam etti. Benim olması gerekeni kaderine yazdırdın. Vazgeç dedim, boynunu büktün lakin vazgeçmedin bildim. Sözlerinin ardına gizledi kendini daha da yakınlaştı bize. Sen masum musun şimdi? Mazlum musun Habil? Sorusunda acıtan bir yan vardı. Hem acı çekiyor hem de acıtmak istiyordu. Daha önce böylesine bencil ama o kadar da sancı içinde bir yakarış duymamıştım. An bizim zamanımızın çok gerisindeydi. Duygular çetin ve saftı şimdi. Ben güzelim dedi ses. Sen gelip geçerim dedin ya ey Habil, ben kalanım diyorum. Onu bana ver, göç buradan. O sözlerine devam ederken titremeye başladım. Korku sarmıştı ruhumu.

Kafamı hızla Habil’e çevirdiğimde gördüm ki gözlerini açmış o da dinliyor sesin sahibini. Elim istemsizce yanağına gittiğinde fark ettim, ağlıyordu. Bu âlem ikimize dar Habil fakat göçmen de çare değil derdime. Sen öleceksin. Bunu demeye geldim. Senin kaderin benim elimden olacak. Habil elini omzuma atıp tüm acısına rağmen beni bağrına bastı. Nefesi kor kokan yabancı bil bunu diye bağırdı ben Habil’in kalp atışlarını kendi kalbimde hissederken. Sonra bir fırtınadır koptu. Su, toprak, ateş birbirine dolandı, sarıldı. Ben Habil’in gözlerini görmeye çabalarken beni onun bağrından koparan bir elin yakıcı hissiyle, çığlık çığlığa uyandım. Göğsüm ait olduğu yere sığmıyordu hala. Vücudumdan yayılan kokular kalmıştı geriye. Bir yanı elma, bir yanı kor kokuyordu etimin.

Sabah kalktığımda yastığımın gözyaşlarımla ıslandığını fark ettim. Rüyam aklımın koridorlarına yayılan, gittikçe yoğunlaşan çok sesli bir müzikti. Her notası aklımdaydı. Kulaklarımdaki salınımını hissedebiliyordum. Bedenimin her hareketiyle güçleniyor ve yükseliyordu.

Hastaneye vardığımda hızla Habil’in odasına gittim. Kalbim parçalara ayrılmıştı tamamlamaya çalıştığım bir yapboz gibi. Kapıyı açtığımda Habil odada değildi. Nefesimin hızlanmaya başladığını duyumsadım. Gitmiş olamazdı. Yoksa olabilir miydi? Koşarak koridorda ilerledim. Hemşire deksinin önünde durup bağırmaya başladım. Hemşire! Hayatımda ilk kez sesim yükselmişti. Bıçaklanmışçasına bağırıyordum. Her yanım acıyordu lakin. Endişeyle odasından fırlayan hemşire beni sakinleştirmeye çalışarak sordu iyi misiniz? Sidre hanım bir şey mi var? Ona 12 numaralı odada yatan hastayı odasında bulamadığımı anlatmaya çalıştım. Sesim öylesine titriyordu ki doğru kelimelerin ağzımdan çıkması için dua ediyordum. Hemşire bana bakıp merak etmeyin dedi yavaşça kalkan eli omzuma kondu. Bahçede. Sağlık memurlarından biri de yanında. O dışarı çıkmak istediğini söyledi. Bende dosyasına baktım ve saldırgan değildir dediğiniz notu okuyunca… Cümlelerini usulca sıralıyordu. Ben ise titrememe engel olmaya çalışıyordum. Gitmediğini öğrenince ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Hemşire elini omzumdan çekip bahçeye çıkmasına izin verdim dedi tereddütle. Ona bakıp iyi yapmışsın diyebildim. Bu arada özür dilerim ben iyi değilim galiba. Adın neydi seni daha önce burada hiç görmemiştim de? Gülümseyerek önemli değil dedi adım Haris. Başımı sallamakla yetindim. Haris tekrar yaklaşıp elini omzuma koydu dudakları kulağıma yaklaştı ve fısıldadı o ölecek Sidre dedi. Kanım damarlarımdan çekildi o anda. Omzumu onun çelik misali sıkan elinden kurtarmaya çalıştıkça daha da sıkı kavradığını fark ettim. Sana söz veriyorum dedi Haris bunu size secde etmeyen ben garanti ediyorum. Gözlerinin kızıla çaldığını gördüm bedenime yayılan acı keskinleştikçe. Çığlık atmaya başladım ve her şey bir anda karardı.

Gözlerimi açtığımda Ekin başımdaydı. Birkaç doktor arkadaşımla birlikte… Ağrıyan omzumu tutarak doğrulmaya çalıştım. Acı hala tazeydi. Çatallı bir sesle iyiyim diyebildim nasıl olduğumu merak eden topluluğa. Hepsi dağıldığında Ekin’in eline yapışıp Habil nerede dedim. Ekin soran bakışlarla bahçede dedi. Gözetim altında. Gerçi çıktığından beri tek yaptığı seni sormak oldu ama onun dışında sakin dedi. Ayakkabılarımı giymeye çalışarak peki ya o hemşire nerede dedim Haris? Ekin ceketimi bana uzatıp Haris diye biri yok Sidre dedi. Seni koridorda bulduk. Cümlelerini tek tek vurgulayarak söylüyordu. Boşluğa konuşuyordun, beni duymadın bile. Sonra çığlık atarak bayıldın. Gözlerime korkuyla bakıp sordu iyi misin? Başımı önüme eğip iyiyim dedim. Sonra kalkıp bahçeye gidiyorum diyerek odadan çıktım. Ekin’in endişeli bakışları sırtıma yapışmış beni takip ediyordu.

Bahçede gözlerim Habil’i aradı. Onu yapay gölün kenarında buldum. Çimenlere oturmuş boşluğa bakıyordu. Başını çevirip beni görünce, ayağa kalktı. Koşar adımlarla yanıma geldi. Ellerini kaldırdı ellerimi tutmak için fakat güvenlik görevlilerini fark edince tekrar indirdi umutsuzca. Gözlerine bakarak hadi oturalım dedim. Gölün kenarına gidip oturduk. Dün gece seni gördüm dedim. Başı yerde beni dinliyordu. Hiç kımıldamadı. Elma ağacını, gölgelerin içine saklanıp ölüm diye inleyen o adamı, bugün olanları anlattım. Ceketimi çıkarıp omzuma bak Habil, dedim. Omuzum kırmızıdan mora dönmeye başlamıştı. Habil başını yavaşça kaldırıp omzuma baktı. Haris dedi. Sesi titriyordu. Ellerimle yüzünü tutup bakışlarını benimkilere sabitledim. Kim onlar Habil dedim, ağlamaklıydı sesim. Sana ne oldu? Bakışlarını benden ayırmadan eliyle elimi sıktı. Ben öldürüldüm dedi heceleyerek defalarca. Seni benden aldılar Sidre, defalarca. Bu kez ben yazılanı bozdum, onu öldürdüm. Diğer elini de boşta kalan elime bastırdı bu kez. Gözleri alev alev yanıyordu. Göz bebeklerin de yüzyıllık bir deprem vardı. Toprak yerine oturmaya çalışıyordu sanki ait olduğu yere. Yazılan bozulmalı Sidre, bu kez biz kalan olacağız dedi. Ellerimi sıkan elleri yanıyordu. Nasıl dedim korkarak. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı. O yere döneceğiz dedi. Kaderin yazıldığı yere. Derin bir nefes alıp dudaklarını ısırdı. Kararlı bir tonla konuştu ve bu kez beni sen öldüreceksin…

Panik her yanımı sararken ben bu sözlerden kaçmaya çalışıyordum. Elleri, bakışları mengene misali içimi sıkarken tek düşünebildiğim kaçmaktı. Ellerinden kurtulduğumda arkama bile bakmadan yürümeye başladım. Geriye bakmak istemiyordum çünkü bakarsam kaçamayacağımı biliyordum. Aklımda dolanan yıllar yılı beni yaşadıklarıma yabancılaştıran güdünün ne olduğunu anlamıştım artık. Aşk değildi bu. Gördüğüm her rüyada bir parça karanlık olmasının bir sebebi vardı hep. Ben her ne kadar o karanlık kısmı hatırlamak istemesem de vardı. Oradaydı. İçime çektiğim elma kokusuna karışan kokunun artık ne olduğunu biliyordum. Kan kokusu…

Kimseye açıklama yapmadan ayrıldım hastaneden. Gidecektim. Ne için olursa olsun ben Habil’in istediğini yapamazdım. Bu döngüyü kan getirmişti. Ben kanla bozamazdım. Onu seviyordum. İnsan nasıl sevdiğine kıyabilirdi ki? Eve döndüm. Kapıyı kapatıp sırtımı demir kapının soğukluğuna yasladım. Bir nefesti istediğim. Derin, ferah… Yere çömelip ellerimle örttüm yüzümü. Unutmalıydım. Ne kadar süre orada oturduğumu bilmiyorum. Üzerime doğru gelen bir sıcaklıkla irkildim. Mutfak tezgâhına doğru koştum. Soğuk metali kavradım, gözlerim kapalıydı. Oturma odamın genişleyip parçalandığını hissettim. Gözlerimi korkarak araladığımda odam bir ormanın görüntüsünde silinip gitmeye başlamıştı. Karanlığın ay ışığında bölündüğü o ormanda buldum kendimi. Ayaklarım çıplaktı. Solgun kırmızı keten elbisem üzerimdeydi. Sıcaklık nemle karışıyor ve şakaklarımda süzülen terin göğsümden aşağı inmesine sebep oluyordu. Başka zaman olsa bunu bariz bir halüsinasyon olduğunu söyler ve hastanın dosyasına tıbbi terimlerin hükmünün geçtiği kelimeler krallığının tartışmasız bayrağını dikerdim. Lakin tüm yaşananlar gerçekti. Hissediyordum, kokuyu, sıcaklığı. Tenim yanıyordu. Görüyordum. Ay ışığında ormanın değişen rengini. Kaderin değişemeyeceğini söylerdi hastalarımdan biri. Kader senin değiştirebileceğine inandığın fakat orada sabit duran bir yoldur demişti, şizofreni tedavisi görüyordu. Sen yola çıkarsın. Her tökezlediğinde acının etkisiyle yere kapanır, gözlerini olacakları görmemek için kaparsın. Kendi görmek istediklerinin gerçek olduğuna inanırsın. Sonra acın diner. Ayağa kalkar tekrar yürümeye başlarsın. Acı yok olduğunda cesaret gelir ve sen kader denen sabiti değiştirdiğin sanrısına kapılırsın. Ta ki bir daha yere kapaklanana kadar. Bu döngüdür, adına kader denir.

Şimdi bende aynı yoldaydım. Aslında hiçbir zaman o yoldan çıkamamıştım. Döngünün en başında ilk kanın akıtıldığı o yerdeydim. Yürüdüm. Elma ağacının kokusunu kendime rehber edinerek yürüdüm. İlerlerken beni gözetleyen alevin bakışlarını hissettim. Hırpani kahkahası havada yayıldı. Cesaretimin eline sıkıca yapıştım. Evet, döngüyü kıracaktım lakin kendi yöntemlerimle. Elimde tuttuğum metalin soğuğunu duyumsadım. Sıcağı soğukla kıracaktım. Elma ağacının yanına geldiğimde Habil’in uykuyla gevşeyen yüzüne baktım. Yanına çömelip yüzünü okşadım. İçini çekip gözlerini yavaşça açışını seyrettim gülümseyerek. Geldin diyen dingin sesini dinledim. Başımı sallayıp geldim dedim. Seni kurtarmaya geldim Âdemoğlu…

Gülümsedi. Sonra yüzünde endişe belirdi. Kafasını çevirip yerinden sıçradığın da kolundan tutup geliyor dedim fısıltıyla. Korkma! Ayağa kalkıp gelene diktim bakışlarımı. Boyu Habil gibiydi. Yapısı naif, yüzü güzel… Habil nasıl toprak rengi ise o da öylece su gibiydi. Teni beyazdı. Gözlerinin mavisi içini saran ateşin rengiyle birleşmişti. Bakışları karanlık, vücudu gergindi. Omuzlarına dökülen sarı saçları ortalığı serinletip, ateşi söndürmek isteyen rüzgârın ellerinde salınıyordu. Beni görünce gözleri kibirle parladı. Sidre diyen sesi bir yılanın tıslamasına benziyordu. Ses onun ağzından çıkıyordu belki ama tüm orman biliyordu ona ait değildi. Bana biraz daha yaklaşıp geri dur kadın dedi sertçe. Bu senin meselen değil. Bense omuzlarımı daha bir dikleştirip elimdekine sarıldım. Habil arkamda ayakta duruyordu. Elini omzuma atıp konuştu. Kardeşim yapma! Bu bizim son şansımız olabilir. İstediğin bu mu? Habil’in sesindeki acı cesaretimi kırıyordu. Sonunun onun ellerinden olmasını istemiyordu bu kez. Önüme geçip beni arkasına çekti. Sen dedi kardeşine, Kabil’e, beni dünya durduğundan beri acımadan öldürdün. Kabil’le karşı karşıya gelmişti bu sırada. İki kardeş biri ateş biri su yan yana değil, karşı karşıya duruyorlardı. Bense seni acıma dayanamayıp bir kez. Yapma sesi titremeye başlamıştı Habil’in lakin tüm sızısına rağmen devam etti. O günaha bu kez olsun bulaşma. Elini ver, sarıl bana. Kabil uzatılan ele öyle bir nefretle bakıyordu ki bırakın o eli tutmayı tek isteği onu koparıp atmaktı. Ateşin oğlu konuştu. Sen dedi kadın arkasına saklanıp boş vaatler veren korkak. Ben bu davadan vazgeçmem. Beni gösterip devam etti. O benim hakkımdı. Kalbime düşen sıcak boşa değildi. Ama sen derken sesi yeri göğü salladı tekrar etti. Ama sen benim olanı kendini acındırarak aldın. İyilik korkaklıksa ben kötüyüm Habil.

Habil boşta kalan elini çekip umutsuz bakışlarını bana çevirdi. Kabil’in yerden aldığı taşa bakıyordum o sıra. Kenarı bıçak gibi keskin o taşa. Habil kollarını iki yanına açıp hadi Sidre’m dedi. Bana sıkıca sarılıp, öldür beni…

Ona son bir kez baktım o an. Yüzümü kokusuna gömüp hayır diye fısıldadım, seni seviyorum. Gözlerimden akan yaşla elimde tuttuğum bıçağı ona sıkıca sarılarak kalbime sapladım. Keskin bir sıcaklık hissettim sadece. Birde göğü yırtan uğursuz bir çığlık… Hayır diye haykıran bir ateş topu. Metalik ses öylesine çaresizce haykırdı ki tüm orman yaratıkları yerinden eğlendi. Bense şaşkınlıktan dili tutulan gözünden sel inen Habil’e tutundum. Birlikte yere kapandık. Beni kollarında bir tutup bir bırakan Habil sayıklıyordu sen değil ben ölmeliydim sevginin ellerinde diye. Gücümün azaldığını hissediyordum. Elimi güçlükle kaldırıp gözyaşını aldım yanağından. Sildim. Konuşamadım. Kelimelerim yoktu. Bıçağım elimden yuvarlandı. Kendimi onun kollarına bıraktım, ölmeyi beklerken. Neden sonra Kabil geldi. Yanımıza diz çöküp Sidre diye fısıldadığını duydum. Elindeki taş yere yuvarlandı. İki kardeşin acı dolu bakışlarla birbirlerine baktıklarını gördüm. Kabil’in sesi ruhuna saplanan Haris’in fısıltısı gidince tıpkı kardeşi misali saflığına geri kavuşmuştu. Ellerini uzatıp saçlarımı okşadı. Ben ne yaptım dedi. Hüznü, pişmanlığı gerçekti. Habil’in yanağına koyduğum elimi Kabil’e uzattım. İki kardeşin ellerini birleştirip, gülümsedim. Onları birbirlerine bakarken lakin bu kez baktıklarını görürken bıraktım. Karanlığa çekilen bedenimin son gördüğü, iki kardeşin birbirlerinin elini ortak bir acıyla tuttuklarıydı. İnsanları birbirlerine güçlü bağlarla bağlayanın ne olduğunu biliyordum. Sevgi ve acı. Onlar bağlıydılar kanla değil, acıyla ve bana duydukları ortak sevgiyle. Son duyduğum şey ise yenilen Haris’in hırs dolu iniltileriydi.

Gece” için 8 Yorum Var

  1. Dünya çapında yeniden yapılanma çalkantılarıın yaşandığı zamanımızda Kabil’in hırsına gem vuran bir yaklaşım. Sidre (Arabistan kirazı ya da Trabzon hurması), Toprak Ana’nın has emeği bunu sağlıyor. Çok hoş bir yaklaşım Melahat hanım.

  2. Merhabalar Melahat Hanım;

    Hikayenizi nihayet okuma şansına eriştim. Biraz geç oldu ama kusura bakmayın lütfen. Kabil ve Habil’in hikayesine değişik bir yaklaşım getiren, oldukça hoş bir hikaye olmuş. İşin içine sizin kendinize has tarzınız da girince tadından yenmeyen, bir solukta büyük bir merak ve heyecanla okunan bir öykü çıkmış ortaya. Zevkle okudum.

    Ellerinize sağlık…

  3. Merhabalar!
    Hikayenizi daha ilk günden okumuştum, yalnız birkaç yorumdan sonra kendiminkini yazmanın daha doğru olacağını düşündüm..
    Doğrusu Kabil ve Habil’in tam olarak ne olduğunu bilmediğim için çok fazla bir şey yazamayacağım ama her öykünüzde de olduğu gibi, büyülü yazım tarzınız beni çok etkiledi..
    Daha nice seçkilerde buluşmak üzere..

  4. güzel yorumlarınız için hepinize teşekkür ederim:) daha nice seçkilerde görüşmek dileğiyle… sevgiyle…

  5. Nette , sonuna kadar aynı heyecan ile okuduğum , nadir hikayelerden.
    içinde ahmet içinde bir güvenlik in de geçmesi benim için ironi oldu. 🙂
    imza : güvenlik ahmet

melahat yılmaz için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *