Öykü

Harekât-ı Ejderha

(Nedim Gürsel’in “Boğazkesen” adlı romanındaki bir hikâyeden ilham alınarak yazıldı.)

(Daha önce Ekim 2011’deki öykü seçkisinde yayınlanan “Harekât-ı Garaib-ül Semâ” öyküsünde bahsi geçen bir olayın hikâyeye dökülmüş halidir.)

(26 Zilhicce 615-15 Mart 1219)

(Sultan İzzeddin Keykavus’un Tilbaşar havalisindeki ricatından bir yıl sonra)

(Selçuklu Payitahtı Konya-Meram Bağları)

1. Oturak Âlemi

Gecenin karanlığında altı gölge, köşklerin ve bağ evlerinin arkalarından geçe dolaşa Meram bağlarında ilerlemekteydi. Ancak tanıdık gözlerin o da ay ışığı altında seçebileceği bu altı gölge şallara örtülere öylesine dolanmıştılar ki gören kesin Arap çöllerinin bedevilerine benzetirdi! O tarihlerde bağa bahçeye, sohbete kengeşe düşkün olanların yanı sıra kadıdan, bekçiden gizli gizli kuytu köşelere yahut gözden ırak köşklere toplanıp, çalgılı çengili “oturak âlemleri” tertipleyenler de yok değildi. O dönemler Konya Kadısı olan ve hatta doğma büyüme Konyalı olduğundan yörenin adetlerini aşağı yukarı bilen Abdüsselam Konyevi, adamlarıyla sürekli teftişe çıkıyor, nerede bir hovarda yahut sarhoş görse derdest ediyor, tuttuğu gibi o zamanki Konya kulelerinden birinin zindanına hapsediyordu. Ağır suç olmasa dahi şiddetle mukabele ederdi. Köşk ve makam sahibi beyler bile kadının hükmünden sakınır, kimseler bir şey yapamazdı. Konyalı kadı, bu zindanın tepesinde ikamet ettiğinden “Konyalı Kadının Kulesi” olarak isimlendiriliyordu.

İşte bu altı kişi de kadıya yakalanmamak için saklana saklana en baştaki örtülünün peşinden hızlı adımlarla ilerlemekteydi. Oysa bunların dört tanesi Âl-i Selçuk saltanatında, Sultan İzzeddin Keykavus’un desturuyla daha çocukluklarında gulamhaneden seçilip Berid Teşkilatı’na intisap ettirilmiş kimselerdi. Bir gören olsa dahi meseleyi kılıfına uydurabilirlerdi. Ancak kadı kısmı fermansız, emirsiz iş görmeyeceğinden, altı bekâr uşağın da gecenin köründe gizli saklı Meram bağlarında fink atmasından ötürü illa ki şüphelenirdi. O yüzden Celaleddin, Behram, Selman, Muhiddin, Mesud ve Malik adını taşıyan, başka hikâyelerden tanıyacağınız ve detaylıca kendilerinden bahsedilmiş olan altı genç işte bu halde köşklerin gölgelerine gire çıka ilerliyorlardı. Diğerlerinin pek sesi soluğu çıkmasa da Celaleddin ziyadesiyle iğneleyici konuşurdu ki kurnaz kere kurnaz Malik ile atışmaları bitmezdi.

Yine sokranıyordu: “Allah müstahakkını versin çelebi! Bizi soktuğun şu kılığa bak!”

Malik: “Ne varmış kılığımızda? Gulam esvaplarıyla gecenin köründe Meram bağlarında salınacak halimiz yoktu ya?”

“Böyle daha iyi gizleniyoruz sanki. Bu örtülerle avrat zannedip “Bu vakitte işleri nedir?” diye milleti meraka düşürmezsek iyidir!”

“Korkma! Sen bağırmadığın sürece bir şey olmaz! Az kalmıştır, biraz sabredin de sesinizi kesin! Kadı Abdüsselam buralarda geceleri kol gezer bir yakalanırsak canımıza okur! Hele oturağa gittiğimizi bir anlarsa çıramızı yakar, tozumuzu havaya savurur!”

Uzun senelerden beridir tüccarların ve seyyahların uğrak noktası olan bir şehirde, ulaşımın duraksadığı kış gecelerinde, kadı korkusundan dağ başlarına ve kır başlarına çekilerek kendilerini eğlendiren kimselerin icadıydı “oturak âlemi”. İçlerinden birkaç defa gulamhaneden kaçarak bu âlemlere iştirak etmiş Malik’in haricinde diğerlerinin pek de aşina olduğu bir eğlence değildi. Başkaca memleketlere gittiklerinde bazı hanlarda ve dahi hanelerde bu tür eğlenceler yapıldığını görmüşlerdi ancak iştirak etmeleri yasaktı. Lakin Malik pek de yasakları tanımayan, zevklerinin peşinde koşmaktan çekinmeyen birisi olduğundan onlar gibi gulamhanede pineklemek yerine kâh oturak âlemlerine gitmiş kâh Silleli Rum çengilerinin akıllarını çelip tenhalarda gününü gün etmişti. Diğerlerine de fırsat buldukça ballandıra ballandıra bu oturakları anlatmış, en son onları da ikna ederek bir oturak âlemine katılmak üzere hep birlikte gulamhaneden firar etmişlerdi.

Celaleddin yine söylenmekteydi: “Konyalı kadıya rastlamazsak iyidir!”

Malik: “Sen hele testiden bir yudum iç, Silleli Rum çengilerinin göz süzmelerini bir gör! Ondan sonra ne kadıyı tanırsın ne babayı!” Böyle diyerek gulamhaneden gulamların teslim edildiği eğitimleriyle vazifeli olan “baba” isimli idarecileri kast etmekteydi.

Bağların kuytusunda bir köşke vardıklarında, köşkün sahibi her birini buyur etmişti. Bunda biraz da Malik’in “Biz gulamız ha!” diyerek adamı iyilik yollu tehdit etmesi etkili olmuş, böylece Malik arkadaşlarını toplayıp buradaki oturak âlemine getirmişti. Çilingir sofrasının başına çöktüklerinde saray mutfağını aratmaz birkaç çeşit yemek ile çeşit çeşit meyve ve yemişin, kokusundan içinde şarap olduğunu tahmin ettikleri testinin durduğunu görmüşlerdi. Bir süre sonra sofranın bulunduğu büyükçe odada sazendeler de yerlerini aldıktan sonra girizgâh babından birkaç hafif hava çaldıktan sonra asıl raks havasını çalmaya başladıklarında da içeriye üzerinde mahsus kıyafetleriyle gözlerini süze süze kuzguni saçlı Silleli çengi girmişti. Çengi raksına başlamadan evvel adet gereği herkesin önüne tek tek çökerek ilk kadehlerini kendi elinden içirmiş, ardından döne döne odanın ortasında raksına başlamıştı. Havanın en neşeli kısmında kendine mahsus ayrılan boş bir sininin tepesine çıkarak zerre titretmeden bir o yana bir bu yana yılan misali kıvrılmaya başlamıştı. Rakkasenin şevkiyle kadehler dolup boşalmış, naralar atılmıştı.

Lakin bir anda köşkün kapıları kırılıp içeriye eli sopalı bekçiler doluşunca eğlence falan kalmamış, sazendeler bir tarafa çengi öbür tarafa kaçmaya çalışmış, kafaları şarapla dumanlanmış âlemciler de ne yapacaklarını şaşırarak kimisi olduğu yerde kalmış kimisi de beyhude yere kaçmaya çalışmıştı. Bekçilerin ardından içeriye kısa boylu, sakalı göbeğine dek inen sert bakışlı, ulema kılığında biri girdiğinde meşhur Konya kadısı Abdüsselam’la karşılaştıklarını anlamışlardı. Medresede yetişmesine rağmen doğma büyüme Konyalı olduğundan, saraya yakın bir akrabası sayesinde de merkezden hiç uzaklaşmadan bu civarda senelerdir vazife yaptığından yerlilere has şivesiyle konuşan bir ilginç kimseydi. Âlemcileri görür kendine has şivesiyle görmez söylenmeye başlamıştı:

“Ana maşallah! Ana maşallah! Vay yağırlar vay beynamazlar! O gadar günah diriz yasag diriz hala nörürler! Öğürleriniz ahıllandı, hazar sizin canınız zindan çeger! Gün görmeyesiceler! Dökülü yerde galasıcalar! Götürüvirin bu gavur gidileri zindan!”

Böylece içeridekilerden kaçabilenler kaçmış, kaçamayanlar da sopa zoruyla bir saman arabasına bindirilerek kadının yuva bellediği bir kuleye götürülerek bir dehlize atılmışlardı. İşte Celaleddin, Behram ve Selman’ın zindanın bu köşesine kös kös oturmalarının nedeni buydu. Selman’ın koca cüssesinin kapladığı dehlizin boşta kalan kısmında Celaleddin ile Behram Sultan kapısına varamadan gulamhaneden atıldıktan sonra ne yapabileceklerini düşünmekten helak olmuşlardı. Ancak dehlizde onlarla birlikte üç tuhaf kişi vardı ve Selman’ın da etkisiyle adım atacak yer bile kalmamıştı. Biri gençten ancak medreseliler gibi giyinmiş yüzünde müstehzi bir ifadeyle oturan seyrek sakallı bir adamdı. Onun yanında ise cavlak kamlar misali kel ve pörtlek gözlü kendi yaşlarında bir genç oturmaktaydı. Üçüncü şahıs ise zindanın duvarına asılı kandilin önünde durmuş duvarın önünde deriden suretler oynatan bir acayip kimseydi ki yaşça o da genç görünüyordu. Celaleddin ve arkadaşları bu acayip kimselerle zindana düştüklerinden diğer dehlizlere düşenleri çokça merak etmektelerdi ancak buradakiler kadar tuhaf olamayacakları aşikârdı.

Medreseli gibi görüneni Celaleddin ile arkadaşlarını göstererek: “Biz bir cürüm işleyip düştük de siz neyden düştünüz? Sabaha kelleniz vurulacakmış gibi ne düşünürsünüz? Kimlerdensiniz?” demesi üzerine Celaleddin ters ters baktı. Canı sıkkın olduğundan sohbet olsun kafası dağılsın istedi:

“Meram’da oturakta basıldık. Kadı bizi tuttuğu gibi getirdi. Sabaha kellemizi vursalar iyi, gulamhaneden atacaklar bizi. Ta çocuk çağından bu zamana gulamhanede kaldık, başkaca zanaatımız da yoktur. Sultan kapısına varamadan devlet köşkünden kovulmamıza ağlarız…”

“Karı oynattı diye adam öldürmezler ama Kadı Abdüsselam öyle şerirdir ki devlet ricalinin ağzından girer burnundan çıkar sizleri gulamhaneden attırır. Zerre acıması yoktur derler…”

“Sen niye buradasın ya sofi? Gerçi sıfatını gördük sofi dedik aslını bilmeyiz…”

“Medreseliyim. Akşehirli Nasreddin derler bana. Kısmet olsa idi medreseden destur ile çıkıp ben de bu Abdüsselam gibi kadılığa dek varırdım belki. Ancak benimkisi ufak cürüm sizinkisi gibi değil belki affeder.”

“Ne ki cürümün bu vakitte zindasın sofi?”

“Ben medresenin odalarından birinde namazımı kılmış duamı etmiş uykuya dalmışım. Bir baktım gecenin köründe kavga sesleri gelir dışarıdan. Bizden birileridir, çocukların başına bir iş gelmesin diye çıktım baktım. Hava soğuk diye sırtıma yorganı alıp öyle çıktım dışarıya. Eh övünmek gibi olmasın medrese içinde namımız da var yaşça büyüğüz sözümüzü dinlerler diye çıkmakta bir beis görmedim. Çünkü arkadaşlar da uyandı bakmaya korktular. Baktım iki yabancı kavga ediyor. Araya girdim, adamlarla konuştum falan o sırada bizim yorganı kapıp kaçtı hergeleler. Kapı önünde arkadaşlar sordu: “Sofi sen gittin sesleri kesildi dövdün mü korkuttun mu ne yaptın?” dediler. “Yorgan gitti kavga bitti” demeye kalmadan kadının adamları geldi beni tutup götürdü.”

“Seni niye tuttular?”

“E dedik ya sözümüz geçer namımız vardır diye. Bende bir huy vardır kılıçsız gezmem. Yasaktır masaktır ama ne yaparsın bileğimiz de yerindedir sağlamdır. Ben aslında yorganı çalan edepsizleri kılıçla kovalıyordum bekçileer onu görüp öyle geldiler, kapı önünde olayı anlatırken de tutup getirdiler. Kadı sordu: “Gılıçla ne gezen ya sofi, eşkıya mısın leşker (asker) misin?” dedi. “Ben medreseliyim. Kitapta bir hata görünce bu kılıçla düzeltiyorum.” diye karşılık verdim. “Len gavur gidi o didiğini güçük bıçakla da yapan bu biraz büyük değil mi?” deyince de: “Öyle deme kadı efendi. Bazen öyle hatalar oluyor ki bu bile ufak kalıyor!” dedim attı zindana.”

“Kılıç taşımaktan girdin ha? E be sofi senin subaşılık vazifen mi vardır, gece bekçiliği vazifen mi vardır da kılıç taşırsın?”

“E bre oğlancıklar sizin sıvazlamaya sakalınız mı vardır, tarak batar bıyığınız mı vardır da oturak âlemine katılırsınız?”

“Diğerleri kim ya yorganı çalanlar mı?”

“Yok yahu başka. Onlar ben geldiğimde vardı.”

Böyle söyleyince kel kafalı lafa girdi: “Benim bir cürmüm yoh! Anamla zabahınan gavga ittik, “Senin gibi işe yaramaz keloğlan nirden başıma geldi? Sana gız verecek bir enayi dünyada bulunmaz” gibisinden sürü laflar sölledi. Ben de o sinirle: “Sen gıymetimi bilmiyon ama ben istesem sultan gızını bile alırım!” didim. Galktım geldim insan gibi sultanın gızını istemeye…”

“Sen ciddi ciddi saraya gelip kız mı istedin?”

“İstemesem burada ne gezerim ya? İlkin deli sanıp gişelediler, bağçe duvarını aşınca da dutup buraya dıktılar…”

“Kafanı koparmadıklarına dua et! Ya bu gölgelerle oynayan ne cürüm işlemiş?”

“Onu ben de bilmem, adam bizim dilimizden annamaz şehirli gibi gonuşur…”

Nasreddin: “Küşter şehrinden garibanın biri. Orada göçerlerin birinden bu gölge suretlerini öğrenmiş çıkmış meydanda bargâhta oynatmaktaymış.”

Keloğlan güldü: “Anam dirdi ateşnen gölgeynen oyun eylenmez, gice oldumu uyurkene altına işen diye. Buna da didim ama çelebiden sayıp dinnemedi.”

Elindeki deriden suretlerle eğleşmekte olan adam kafasını onlara doğru çevirdi: “Lisan-ı Türki bilirim de keleş oğlan konuşmamla eğlenir. Gölgeyle oyun etmek de bizim zanaatımız. Gölge ile mizah ederken kadıya yakalandık. “Acem’den çıgıp gelmişsin ya hayır mısın şer misin oyunlu gidi!” diye tıkıldım buraya. Bize yedi göbekten beri Küşteri derler. Ayırt etmek için Ali Küşteri, Ahmet Küşteri falan derler. Misal benimki Efridun Küşteri. Bir gün oğlum olursa o da çocukları taşıyacaktır bu adı vesselam!”

Selman şaşırdı: “Aynı kadı efendi gibi konuştun! Şive taklit edebilmektesin demek?”

“Niye şaşırırsın bre Ehirmen suretli! Ben mizah ederim. Bizde aile mizahı da taşır. Namımızla birlikte zanaatımız olan “hayal” de yaşar gider. Hayal yerine zıll yahut temsil diyen de vardır”.

Celaleddin adamı baştan aşağı süzdü: “Selman, adam senin lakabı tahmin ettiğine göre göründüğünden zeki!”

Küşteri gülümsedi: “Bu zekânın ta kendisidir gulam! Mizah derler. Arkadaşın Ehirmen’e benzer. Sen sansara, öbür arkadaşında tilkiye benzer…”

Behram: “Dilini koparttığım zaman senin neye benzeyeceğini çok merak ediyorum!” diyerek üzerine yürümeye kalktı. Celaleddin engelledi, suratında müstehzi bir sırıtma vardı: “Adam sövmedi. Övdü! Seni tilkiye beni sansara benzetti. Bizim zanaatımızla müsemma hayvanlar neticede…”

Bu sefer Nasreddin alaycı bir bakış attı: “Gulam dediniz ama biriniz tilki çıktı, diğeriniz sansar. Kümeslere dadanır tavuk hırsız mısınız yoksa nedir ki zanaatınız?”

Celaleddin mağrur bir şekilde baktı Nasreddin’e ve diğerlerine: “Bizler berid ve istihbarat için yetiştiriliyoruz. Hususi vazifeler ifa etmek üzere bizzat Sultan İzzeddin Keykavus’un emriyle seçildik. Engürü Muhasarası’nda sultanın iki kere hayatını kurtarmıştık birkaç yıl önce.”

Küşterli güldü: “Zanaatınıza öyle sahip çıkmışsınız ki esrarlı hallerinizden tilkiliğiniz sansarlığınız ayan olur! Madem sultan sizi sayar kadı niye saymadı?”

Celaleddin kafasını salladı: “Selçuklu mülkünde adalet, kadı sözü muteberdir. Sultandan çekinecek adam mı hem bizim Konyalı kadı?”

Nasreddin güldü bu sefer: “Haydi bre oradan, siz kesin sultan duyarsa canınıza okur, oturak âlemini açıklayamazsınız diye söylememişsinizdir kadıya!”

Selman yumruklarını sıktı: “Maşallah bu gece de zindan pek bir şenlikli. Ne kadar güldürüklü adem varda buraya toplamışlar. Mizahın bini bir para!”

Tam o esnada dışarıdan epey gürültülü bir araba ses duyuldu. Toynaklarının toprak yolu hunharca dövdüğü, kasnak gıcırtılarının yeri göğü inlettiği araba, görülmese dahi muazzam bir hızla ilerlediği aşikârdı. Arabanın atları acı kişnemelerle dizginlenip araba durduğunda, Konyalı kadının kulenin tepesindeki mazgallardan kafasını çıkarıp bağırdığını duydular: “Annna! Memleget düz olunca nasıl da hızlı gidivirirler gâvur gidinin sıpaları!”

Zindandakiler istem dışı bir şekilde susup beklemeye başladılar. Kimi sabah görüleceği davayı düşünüyorken, gulamlar da kara kara gulamhaneden atılacaklarını düşünüyor, kendilerini bu maceraya bulaştıran Malik’e sövüp sayıyorlardı. Bir anda zindanın kapısı açılıp arkadaşları Mesud’u karşılarında görünce düşünceleri bölündü.

Mesud, korkulu bir ifadeyle elinde tuttuğu bir betiği (ferman) onlara doğru salladı: “Celaleddin, Behram, Selman! Benimle gelmeniz lazım. Haydi çıkıyorsunuz?”

Celaleddin: “Nereye çıkıyoruz oğlum Konyalı kadı müsaade eder mi?”

Mesud: “Çok soru sormayın. Bu betig sayesinde çıkıyorsunuz. Sultanımızın emriyle. Arabaya binip gelmeniz emredildi.”

Celaleddin: “Ulan Mesud cinlendin mi? Sultan burada neden olduğumuzu duysa canımıza okur, niye salsın bizi?”

Mesud, arkasına baktı ardından fısıldadı: “İci (ağabey) bu başka şey. Betig sahte! Sizi götürmem gerekiyor çok soru sormayın?”

Celaleddin: “Hah! Şimdi anlaşıldı! Malik’in işi bu! Nerede o?”

Mesud: “Ne Malik’i yahu? Biz köşkten kaçınca o Muhittin’le birlikte savuşup gitti. Ben sizi kaçırmak için buraya geliyordum, meğer bizi takip eden varmış. Sizi çıkarmamı söylediler. Çok konuşturmayın beni ici! Gelmeniz lazım! Aşağıda araba bekler. Meram tarafında bekliyorlar bizi…”

Celaleddin: “Ne işimiz var oğlum yine Meram’da? O atlılar falan, sen gelmişsin demek? Kim takip ediyormuş bizi? Neyse gidelim bakalım…”

Nasreddin çömeldiği yerden kalktı: “Ben de geliyorum. Çıkaracaksanız beni de çıkarın!”

Celaleedin bir anda öfkelendi: “Sana ne oluyor ulan sen nereye geliyorsun? Gulam olan biziz, senin bizimle ne alakan var?”

Nasreddin: “Siz bilirsiniz. Burada betiğin sahte olduğunu duyduk. Götürmezseniz bağırırım, sahte olduğunu söylerim. Yanarsınız!”

Celaleddin: “Bağırma bağırma! Tamam sen de gel!”

Keloğlan ile Küşterli de çömeldikleri yerden doğruldular. Celaleddin bu sefer onlara döndü öfkeyle: “Size ne oluyor ulan? Tamam! Siz de gelin anasını satayım. “Sen de gel, sen de gel, topal eşeğe bin de gel” dedikleri gibi, düğüne gider gibi gidelim!”

Böylece gecenin kör vaktinde yedi meçhul gölge, dehlizden çıkıp kulenin önündeki iki atın çektiği kuşatma gereçleri taşımaya yarar gibi görünen bir arabaya hep birlikte bindiler. Celaleddin: “Çıkardık yahu neden hala gelirsiniz?” demesine, Nasreddin: “Belki bizi sonradan “Bizden değiller” diyerek ihbar mihbar edersiniz. Berid kısmına güven olmaz, işiniz bu neme lazım? Biz de geleceğiz. Sonra dağılır, kendi yolumuza savuşuruz…” Mesud tehditkâr bir sırıtışla: “Gittiğimiz yerdekiler salarsa dağılırsınız…” dedikten sonra arabacının yanına oturdu.

Taşıdığı yükten geldiği gibi hızla ayrılamayan araba, atların gücünün yettiği oranda ufak sur burcunun önünden ayrılarak Meram bağlarının yolunu tuttu. Arabanın içinde sallana sallana sokakları geçen, sahte betiğin marifetiyle kapanan şehir kapılarının arasından sıyrılan araba, bağ evlerinin biraz uzağında metruk bir köşkün bahçesinde durdu. Arabadakiler Mesud’un ardından metruk köşkün içine girdiklerinde genişçe bir sofanın başında tek başına bir adamın oturduğunu gördüler.

Orta boylu, soğuk görünüşlü adam tüyleri diken diken edecek bir sakinlikte gelenleri süzdükten sonra Mesud’a döndü: “Ben sizi dört kişi diye biliyordum. Yedi kişi geldiniz?” Mesud, daha önce gençlerin yüzünde hiç görmedikleri bir korku haliyle yanıtladı adamı: “Evet efendim öyleydik ama diğer üçü de gelmek istedi. Gürültü patırtı çıkmasın diye kabul etmek zorunda kaldım gelişlerini.” Adam kafasını sallayarak: “İyi o zaman. Onlar da bir yere gidemez. Beni gördüğünüze göre buradan hiçbiriniz ayrılamazsınız artık…” Nasreddin göğsünü kabarttı: “Bana bak çelebi! Sen beni tanımazsın. Bana Hortulu Nasreddin derler! Bizi mağdur bırakmasınlar diye zindandan çıkmak için peşlerine takılmak zorunda kaldık. Savuşup gidiyoruz biz!”

Tam Nasreddin geri döneceği esnada kapıda yüzü örtülü, eli kılıçlı iki adamın peyda olduğunu gördü! Aynı şekilde birkaç silahlı adam daha gölgelerin içinden çıkarak ellerindeki kılıçları tehditkâr bir biçimde gösterdiler. Keloğlan, Nasreddin’e dönüp sitem etti: “Annna! Molla adamdır, çelebi adamdır, ogumuş yazmıştır diyi peşine takılıvırdık, vay gidi vay! Yatırıp keseller şimdi bizi ya!” Adam ellerini iki yana açtı: “Gidebiliyorsanız gidin! Benim müsaadem olmadan kimse çıkamaz buradan. Bu buluşmayı Konya’da da yapabilirdik ama pek sevmiyorum. Sultanlar şehrinin binaları göz zevkime uymuyor pek. Hem duvarları pek eskidir. Şehrin yarısı sur dışında kalmış, en hafif muhasaraya bile zor dayanır! Ben elden geçirene, nakışlarla süsleyene kadar gelmeye pek niyetim yok…”

Celaleddin’in gözleri neredeyse yuvalarından fırlayacaktı: “Şimdi hatırladım! Zaten yüzün yabancı değildi ama şimdi çıkarabildim. Sadeddin Köpek! Hem nakkaş hem mimardır. Melik Alaaddin’in has adamı! Senin burada ne işin var? Kayseri’de olman gerekmiyor mu?”

Sadeddin Köpek sırtararak: “Mühim ve gizli bir vazife için gelmek zorunda kaldım. Gelişimden Melik haricinde kimsenin haberi yok. Olmasına gerek de yok. Yapacağınız bir işi bildirmek ve sizi vazifelendirmek için kalkıp geldim.”

Selman: “Biz Sultan İzzeddin Keykavus’un kullarıyız! Senden mi vazife alacağız?”

Sadeddin Köpek: “Şimdilik öylesiniz. İzzeddin’in bir çocuğu olmadığı müddetçe ileride Sultan Alaaddin’e hizmet edeceksiniz. Böyle düşünürseniz sizin için daha hayırlı olur. Bizim önceden de hayatımızı kurtarmıştınız Engürü’de. Sizi biliyorum ve bir süreden beridir de takip ettiriyordum. Verebileceğim vazifeyi en iyi siz yerine getirebilirsiniz.”

Behram müstehzi bir ifadeyle: “Bu kadar fedain, takip etmeye yarar adamın varken bize muhtaç olman nedendir? Nasıl bir vazifeymiş o?”

Küşterli ellerini kaldırdı: “Merak ettiğim bir husus var. Vazifeyi onlara vermenizi anlıyorum, berid için yetiştirildiklerini söylemişlerdi. Biz niye buradayız?”

Sadeddin Köpek: “Benim burada görünmem demek, sultanın beni derdest ettirmesi demek. Zaten Konya’ya gelene kadar beridi zor atlattım bir de bu çocukları bulmaya çalıştım o kadar süre. Bunu tehlikeye atamam. Siz de bu vazifede onlarla sayılırsınız.”

Nasreddin: “Yahu hadi bunlar işin tedrisatını görmüş, yetişmiş adamlar. Sultanın ve şimdi anladığım kadarıyla sizin de hayatınızı kurtarmışlar, kabiliyetli gençler. Ama bizimle ne işiniz olur? Ben az buçuk kavgacıyımdır tamam ama bu Küşterli gariban bir zanaat ehlidir. Keloğlancık’ın ne iş gördüğünü ben de bilmiyorum, kendi halinde bir ayyardır zannımca.”

Sadeddin Köpek: “Zanaatlarını onlar gösterecek. Siz sadece taşıma hususunda yardım edeceksiniz. Zira bu iş için sıradan adam kullanamam. Zindanda bulunduğunuza göre tekin tipler değilsinizdir. Bana hamallar ama gözüpek ve maceraya atılmaktan korkmayan hamallar lazım!”

Celaleddin: “Doğru. Biri sultanın kızına talibim diye saraya dalan, öbürü devleti eleştirip mizah eden, diğeri bunlar kadar sağlam mizah ehli olup haşin ve kavgacı bir medreselidir. Komikler ama maceradan da çekinmedikleri aşikâr! Lakin hala vazifemizi söylemediniz?”

Sadeddin Köpek olanca soğukluğuyla: “Devletin hazinesi ne durumda bilmiyorum. Ama bizim için o hazineye oldukça önemli katkısı olacak bir hazinenin yerini öğrendik. Her şey hazır. Siz sadece gidip o hazineyi elde edeceksiniz.”

Celaleddin: “Senin kesene niye çalışalım?”

Sadeddin Köpek: “Benim için değil. Bu hazine dolaylı yollardan devlete gidecek. Gitmesi lazım. İstihbarat namına yetişiyorsunuz ama cihandan haberiniz yok sizin. O hocanız Süryani Gabriel size hiç Çingiz Han diye birinden bahsetti mi?”

Behram: “Biz bu tarafları öğreniriz daha ziyade. Uzak memleketleri pek anlatmaz daye. Ama hiç yabancı gelmiyor?”

Selman: “Gelmez tabi. Duyduk ya ahi (kardeş). Geçen hani Ağaçlı Han’da bir bezirgân vardı Buharalı. Birinden bahsediyordu ta Çin Maçin taraflarında Yecüc Mecüc bozkırının uluslarına, Çin Maçin’e boyun eğdirmiş bir adam çıkmış, Çinggis Hahan diyormuş tebaası. Neden bahsedecekmiş ki daye? Çin Maçin cihanın bir ucu…”

Sadeddin Köpek: “Doğru. Ancak o kadar hafife alınabilecek biri değil. Bozkırı hâkimiyeti altına almış durumda. Şimdi de Harizmşahlar’ın üzerine yürüyecek! Harizmşahlı Sultan Muhammed ile muazzam bir cenge tutuşmaya hazırlanıyor. Geçen sene Otrar’da tebaası olan Tatar halkından bazı tüccarı katletmiş. Harizmşahlar bile neyle karşılaşacaklarını bilmiyor. Doğudan bir kasırga gibi kopup gelecekler. Say ki Yecüc-ü Mecüc! Askerlerinin korkunç bir disiplinle ve korkusuz komutanlarla teçhiz etmiş. Bunlar bozkırın Kara Hitay çapulcuları değiller. Koca koca duvarlarına rağmen Şimali Çin Maçin’e diz çöktürüp kelleden kuleler diktirmiş! Tüccar, bezirgan takımının anlattığına bakılırsa dünya daha önce böyle bir orduyu görmemiştir. Çingiz ise bir doymaz hükümdardır. Bozkırla, Çin-Maçin’le, Harizmşahla yetinmeyeceği aşikârdır…”

Celaleddin: “Harizmşah dediğin adamlar kadim Al-i Selçuk mülkünü yeniden toplayıp kendi sancakları altına toplamış kimselerdir. Belki Tatarlara da galebe çalarlar ne malum?”

Sadeddin Köpek: “Diyelim ki öyle oldu. Bu sefer kapımıza onlar dayanacaktır. Berid hala emirleri beyleri takip edip, Eyyubilerle uğraşıp dursun. Bela şarktan geliyor! Bu hazine sayesinde elimizi sağlamlaştırırsak ne Tatar, ne Harizmşah yıkamaz bizi…”

Celaleddin: “Peki, biz bu hazineyi nereden bulacağız? Dahası neden biz bulacağız.”

Sadeddin Köpek: “Açık söylemek gerekirse bu bir ölüm-dirim vazifesi. Zira bulacağınız hazine bir kalede, mağarada, toprak altında falan değildir.”

Behram: “Hazine dediğine göre herhalde cinlerle alakalı bir durum. Hani bize ihtiyaç duyduğuna göre, biz de evvelce iki cinle mücadele ettiğimizden Engürü Muhasarası’nda bizi bu vazifeye göndermek istemen tabii.”

Sadeddin Köpek: “Ala! Bu zekânıza ve kabiliyetinize hayranım. Günü gelince siz bu devlet için çok önemli şeyler yapacaksınız! Hazine vazifesi fevkattabia yani doğaüstü şeyler tarafından muhafaza edilmekte. Ama cinler periler değil. Bu daha çok hazinenin durduğu yerle alakalı… Sizinle Antalya rıhtımına kadar gideceğiz.”

Celaleddin: “İyi de buradan ayrılırsak bizi gulamhaneden merak etmezler mi?”

Sadeddin Köpek onlara bir başka betig uzattı: “Sarayın hekimi tarafından yazılmış bir name. Üçünüz de hastasınız ve bir müddet hava değişimi nedeniyle Ilgın tarafındasınız.”

Behram kâğıdı eline alıp baktı: “Benziyor ama aynı değil. Memurlardan biri görse anında anlar. Hekimin yazısı böyle düzgün değildir. Bir de adını böyle yazma. Bana bir kağıt kalem getirin daha uygununu taklit edeyim…”

Sadeddin Köpek adamlarına kâğıt, okka ve divit getirmelerini emrettikten sonra Behram’a baktı. Behram nameyi yazacak bir yer bulamayınca adamlarından birinin sırtını gösterdi: “Her birinizin adeta bir zanaatı ve kabiliyeti var. Selman, görür görmez Ehirmen’i çağrıştırmıştı bana. Celaleddin ise hakiki beyniniz olduğunu belli etmişti. Sende adını koyamadığım bir hava vardı. Şimdi çıkardım! Farabi farklı müzik makamlarının farklı duygular uyandırdığını söylemiş. Sen insanda “büzürg” makamının hissini uyandırıyorsun. Devletin büyüklüğünü çağrıştırmakla birlikte korku ve geceyi de çağrıştırıyorsun. Devlet gibi! Zehir hazırlamayı bildiğin gibi yazı da taklit edermişsin demek. Hiç şaşırmayın sizi ziyadece takip ettirdim.”

Behram betiği aynen yazınca geri Sadeddin Köpek’e uzattı. O da Mesud’a uzattı: “Başkaları şüphe çekmesin diye bunu yerine ulaştırıp şüphelenenleri sen ikna edeceksin. Bu da senin vazifen!” dedi. Mesud, betiği alıp arkadaşlarıyla vedalaşıp helalleştikten sonra köşkten koşar adım çıktı.

Celaleddin, Sadeddin’e döndü: “Hazinenin yerini söylemedin? Uzak bir yerde mi?”

Sadeddin Köpek: “Uzak değil. Ama asıl tehlikesi bulunduğu yer. Define arayıcılarının çoğunun bildiği namlı ancak erişilmez bir define. Antaliye açıklarındaki “Ejder İni” denilen yeri hiç duydunuz mu? Sürekli gemi kazalarının olduğu bir yerdir. Durgun suda apansızın batan gemilerden bahsedilir.”

Celaleddin: “Havuzlu Kervansaray’da sanırım bir kıssahan gelmişti anlatmıştı. Kafir padişahları zamanında bir hükümdar hazinesini tılsımla çağırdığı kocaman bir ejderhaya yutturmuş. Ejderha denizin dibinde uyurmuş. Yaklaşan ne olursa olsun yutacak denli büyükmüş…” Celaleddin duraksadı: “Ejderhanın midesine mi gireceğiz?”

Sadeddin Köpek’in yüzünde soğuk ve ürkünç bir sırıtış peyda oldu: “Aynen öyle. Hele bir Antaliye’ye gidelim de…”

Sahte betig sarayın yolunu tutarken, Celaleddin ile takımı da aynı arabayla ve atlıların nezaretinde Antaliye yoluna çıkmıştı. Buraya vardıklarında, rıhtımın ucunda duran biraz büyükçe bir kadırganın üzerine çıkmışlardı. Kadırganın hemen yanında denizin içinde yüzmekte olan, dışarıdan sandalı andıran, üstü kapalı ancak kadırga kadar büyük görünen, halatlarla bağlanmış bir debbabe-sandal vardı. Sadeddin Köpek, onları güvertede karşılayan tek gözü kör yaşlı bir adamı gösterdi:

“Seyfettin el-İskenderiyevi. Namlı âlimdir ancak izini tozunu sultanlar emirler bulmasın diye saklarız. Bizim için çalışmayı kabul etti, hayatının hasılası olan bu şeyi yapmasını sağladık.”

İskenderiyevi heyecanla: “Çocukluğumdan beri arzuladığım şeyi yaptığı için cömert efendime şükran borçluyum. Bir kitapta okumuştum, İskender-i Yunani vakti zamanında âlimlerine böyle bir şey yaptırmış. Hesabını kitabını yaptım, memleketler gezdim.”

Nasreddin: “Bir de ne yaptığını söylesen çok iyi olacak.”

İskenderiyevi: “Bu su altına inebilecek bir vasıta. Ancak mürettebat lazım olduğu için tek başına çalışmıyor. Sadeddin Köpek uygun kimseleri tanıdığını, bulup getireceğini söylemişti.”

Celaleddin: “Tamam da biz pek tekneden denizcilikten anlamayız. Meram Çayı’nda, Rumların zamanından kalma harap Ilgın kaplıcalarında falan yüzmüşlüğümüz var evvelden ama o sayılmaz herhalde?”

Nasreddin: “Ben de bir sefer arkadaşlarımla Akşehir tarafına gittiğimde Akşehir gölüne yoğurt kâsesi düşürmüştüm. Geri almak için girip çıktım, başkaca işim olmaz derya ile denizle! Günlerce: “Göl maya tutar mı ulan” diye dalga geçmişti ahbaplarım. Ama zannederim bu konumuz dışı…”

İskenderiyevi: “Bazı kapakları açmaya kapamaya yarar iplerle idare edilir. Ben size söyleyeceğim. Bunu ilk gemi şeklinde tasavvur ettim. Ancak şekli dikkat çekmesin diye sandal gibi yaptım. Basit, üstü kapalı bir sandal. İki şaykanın üst üste kapatılmış hali gibi! Eğilerek, yürünür içeride. Hem bizi hem de kantarlarca hazineyi su yüzüne çıkarır! Nasıl derseniz hava esasıyla çalışır. Kapakları açınca suya batacağız. Ejder ayaklanıp bizi parçalamaya gelecek ancak suya battığımızdan ve sandal suretli olduğumuzdan bir hamlede yutacak. Koca midesine gireceğiz. Orada hava vardır zannederim zira arada bir deniz yüzüne çıkıyormuş bu hayvan. Midesinden çıkıp defineyi içeriye taşıyacağız. İçeride tekrar hava çektireceğiz hava haznelerine ve böylece su yüzüne çıkacağız. Tabi hesabım bu yönde…”

Küşterli: “Biz ölüme gidiyoruz haberimiz yok!”

Keloğlan: “Sultanın gızı var mı yog mu bilmeden talip oldum, böyle ceza virmediler. Bu sefer kelleyi gurtaramayacağız ya len!”

Selman: “Su geçmez mi?”

İskenderiyevi: “Daha önce denemedim ama yüzdüğüne göre hayır. Kapağı geniştir ama kenarları deriyle kaplı. İçeride fazladan macun da var örtünce ne olur ne olmaz onu da süreceğiz. Tahtaların arası deriyle hem de hususi tutkal ile kaplıdır. Suyu boşaltmak da hava almak da mümkün onu denedim ama dibe hiç batmadım. Dibe batmak için su alacak. Su boşalınca yerine hava dolacak.”

Selman tekneyi gösterdi: “Ben onun içine tövbe girmem. Hem binsem de yük olurum fazladan. Buradaki amelelerle birlikte beklerim. Zaten taşımaya üç adam var yanınızda.”

İskenderiyevi: “Aksine daha faydalı olur. Zira altınların ağırlığı meçhul. Sen merkezde yatıp muvazeneyi sağlayabilirsin. Sandal esası dedim zira içeride hava bizi bir müddet idare edecektir.”

Selman: “Belki sığmam!” diyerek debbabe-sandala en önce çıktı. Açık kapaktan içeriye baktı. Eğilerek değil de sürünerek anca geçebileceğine hükmederek içeriye doğru eğildi. Tek bir kandilin ışığında yan taraflardaki duvarlardan dışarıya çıkan, kenarları tutkallanmış çeşit çeşit ipler gördü. Korkuyla, dualar okuyarak içeriye girerek tam ortası saydığı yere sırt üstü yattı. Küşterli güldü: “Bu Ehirmen suretli sığdı ise biz hepten sığarız!”

Böylece onun ardından önce Celaleddin ile Behram girdi. Eğilerek İskenderiyevi’nin gösterdiği uç kısımlara geçtiler. Taşıma işini yapacak Nasreddin, Küşterli ve Keloğlan da kapaktan geçtiler. Gemiyle birlikte açılana dek İskenderiyevi kapağı kapatmadı. Güverteden: “Ejder İni’ne yaklaştık!” diye bağırılınca, “İpleri çözün, batıracağız şimdi kendimizi!” diye seslendi. Kapağı hızla örtüp birkaç yerden sürgüledi. Ardından kenarlarına avuç avuç macunu sürmeye başladı. Celaleddin ile Behram’a direktifler vererek hangi ipleri çekmeleri gerektiğini gösterdi. Bir süre sonra kah bir uca kah öbür uca eğile eğile denizin dibine doğru batmaya başladıklarını hissettiler zira yüzeydeki kadar sallanmamaktalardı.

Nasreddin sordu: “O değil de benim aklım hala ejderhada. Ejder bizi ya yutmayıp parçalarsa?”

Küşterli karşılık verdi: “Vallahi gelir mi ben ondan da emin değilim.”

Tam o esnada hafif bir sarsıntı olur gibi hissettiler. Bir anda sanki bir yerde girdap varmışçasına tepe takla oraya doğru sürükleneyazdılar. Kandil yere düşmeden İskederiyevi güç bela kapıp duvara tutundu: “Yutuyor galiba! Eğer su kapaklarını açtığımızda su boşalırsa bilin ki midesindeyiz.” Bir süre sonra sanki dibe oturur gibi bir yere hafifçe düşüp çarptıklarını hissettiler. Bir müddet daha bekleyip kapakları açınca suyun boşalma sesi gelmeye başlayınca macunları silip kapağı açmaya hazırlandı İskenderiyevi. Selman yattığı yerden bağırdı: “Dur! Belki kuma oturduk ne belli? Emin misin suyun boşaldığından?” İskenderiyevi: “İçerideki hava yüzünden su altındaysak bu kapak senin zorlamanla bile açılmaz merak etme. Açılırsa bil ki midedeyiz!”

Böyle diyerek kapağın sürgülerini kaydırıp biraz ittirmeyle hemen açan İskenderiyevi kandili dışarıdaki karanlığa uzatarak doğruldu. “Çıkın dışarı, hayvanın midesindeyiz! Hava için mahsus şu yeşil renkli halatları çekin!” diyerek kapaktan dışarı çıktı. Ardından evvela Keloğlan, Küşterli ve Nasreddin çıktı. İpleri çekip hava doldurmaya mahsus kapakları hazır eden Celaleddin ile Behram, İskenderiyevi’nin kandili uzattığı tepeden: “Kâfi! Tekrar çekin tamamdır!” demesiyle dışarıya çıktılar. Kan kırmızı midenin içinde envai çeşit balığın, büyük köpekbalıklarının ve hatta bir-iki canavar ölüsünün bulunduğu bu acayibeyi hayretle seyrettiler.

Bir şekilde ejderhanın göğüs kafesi kemiklerine zincirlenmiş olan, asılı olduğu yerde neredeyse yan yatmış bir çocuk eninde ve boyunda abanozdan bir sandığa temkinle bakmaktalardı. Sandal-debbabenin tepesinden inip yanına gittiler. Paslı kilidine ve zincirlerine bakarken, İskenderiyevi zinciri gösterdi: “Kimin işiyse herhalde ejderin midesinde sağa sola çarpıp sandık kırılmasın diye yapmış herhalde.” Nasreddin sordu: “İyi de bu hayvanın kemikleri epey sağlamdır. Nasıl sökeceğiz oradan?” Celaleddin yüzüne baktı ters ters: “Azıcık hava al da sakin kafayla düşün hele ici! Zinciri sökmeye ne hacet halkadan ayırsak yeter. İki kilidi var biri tepede. Onu bizim Behram çözer, zincirlerinden boşalıp düşer sandık!” Nasreddin kafasını salladı: “Bazen böyle dalgınlığıma geliyor. Mesela bir defasında bindiğim dalı kestiğimi bilirim kafa dalgınlığına!”

Behram, zincirli sandığa tırmanırken diğerleri de sandığı tuttular. Zincirlerin bağlandığı ve büyük zincire bağlı tutan büyük kilide bakan Behram bunun oldukça eski ancak açılabilecek denli basit bir mekanizma olduğunu gördü. “Açıyorum şimdi iğnelerle. Sıkı tutun!” diye seslendi. Zincirin kilidini çözmesiyle sandığın zincirlerinden kurtularak olanca ağırlığıyla kucaklarına düşmesi bir oldu. Güç bela taşıdıkları sandığı yere bıraktılar. İskenderiyevi sandığa bakarak: “Kapağa sığmaz bu. İçeride boş çuvallar var. Kilidini kırın, içindekileri çuvallara doldurun.”

Celaleddin, teknenin içine girip elinde getirdiği çuvalları her birine vererek Behram’ın kilidi açmasını bekledi. Behram abanoz sandığın kilidini kırıp sandığı açınca ortaya çıkan manzara karşısında gözleri kamaştı. Sandıkta altın namına pek bir şey yoktu ama sayısız inci boncuğun, elmasın, zümrüdün, yakutun, safirin hem de işlenmiş halleriyle bulunduğunu gördüler. Bunları çuvallara doldururken Küşterli sordu: “Defineleri cinler bekler derler. Toprağın altındakileri yani. Bu suyun içindeyse bunu su cinlerinin beklemesi lazım değil mi?” Nasreddin, Küşterli’yi dürttü: “Bırak ahi cini şeytanı doldurmaya bak! Ejderin midesine saklamışlar, cinle tılsımlamaya niye gerek duysunlar?”

Sandığın içindeki elmasları tek tek çuvallara doldurup doldurup ağızlarını bağlayarak sandalın içine indirdiler. Sandığın dibinde kalan en ufak işlenmiş taşları dahi alarak kısa sürede işlerini bitirdiler. Son çuval taşınırken Celaleddin sordu: “Şimdi nasıl çıkacağız?” İskenderiyevi önce sırıtarak baktı. Ardından sırıtması korkunç bir boşluğa düşmüş gibi kasıldı kaldı: “Ben… Ben bilmiyorum galiba!” Nasreddin, çuvalı delikten bırakır bırakmaz ona döndü: “Ne demek bilmiyorum? Çıkışımızı hesap etmedin mi? Ölecek miyiz ulan burada pisipisine?” İskenderiyevi: “Ne yapayım icat aceleye geldi? Sadeddin Köpek acele ettirince de hesap etmedim. Sonra bulurum diye düşündüm.”

Her biri kendi lisanlarınca (Farisi, Arabî ve Türkî) söverek oldukları yere çöktüler. Selman’ın acı acı sesi geldi sandal-debbabeden: “Ölecek miyiz burada?” Celaleddin kafasını salladı: “Cinle şeytanla tepiş o kadar. Sonra genç yaşında gel burada öl! Kadere bak…”

O esnada Keloğlan: “Aslında çıgabiliriz!” deyince hiçbiri tepki vermedi. Zinciri gösterdi: “Zinciri sandıg gırılmasın diyi oraya çakıvırmışlar sanarsınız. Bence ijderhanın midesi gaşınmasın, gaşınırsa hayvan sıgıntı çeger diye yapmışlar bunu.”

Behram: “Ne alakası var ki sürtünmeyle kaşınmayla?”

Keloğlan ona döndü: “Aglını gullan çelebi. Bir kere yannışlıgla kaz düyü yutuvirdiydim. Midem acayib olunca ne var ne yok çıkardıydım, istifra ettiydim.”

Celaleddin kafasını kaldırıp ejderhanın midesine baktı: “Doğru olabilir. Peki nasıl çıkacağız?”

Keloğlan, sandal-debbabenin tepesinden atlayıp ejderhanın midesini kaşımaya, tekmelemeye başladı: “Dinemekle ne çıkarda? Hayvan gıdıklanınca bizi yidiği gibi dışarı gusuvıracak!”

Nasreddin alaycı bir ifadeyle: “Peki, hayvanın midesinde tepinip kaşıyalım, midesi bulanınca dışarı atmak ister de kusmak yerine sıçmaya kalkarsa ne yapacağız? Bağırsaklarından sığar mıyız?”

Keloğlan karşılık verdi: “Bah şimdi! Bi şey yirsen miden bulanırsa istifra idersin. Seni istifrayı ters yirden mi yaparsında?”

Celaleddin ejderhanın midesi üzerinde tepinip zıplamaya başladı: “Allah rızası için rica ederim şu muhabbetti kapatın. Benim midem kalktı burada. Deneyelim de ne olacaksa olsun!”

Küşterli: “Yahu yapalım ama başka bir şey olmasın, hayvanın bünyesini tam bilmiyoruz neticede?” dese de o da Celaleddin’e katıldı. Böylece her biri hoplayıp zıplamaya başladıktan bir süre sonra ejderhanın sarsıldığını gördüler. Koca ejderha sağa sola savruldukça Celaleddin bağırıyordu: “Devam edin! Selman sandaldan çık da sabit tut sağa sola savruldukça bizi ezmesin!” Selman oflaya puflaya sandal-debbabeden çıkıp onu ejderin midesinin bir köşesine dayayarak omuz verdi. Ejderha olduğu yerde dönüp sarsıldıkça onlar da midenin içinde sağa sola uçuştular. O esnada Küşterli bağırdı: “Boşta çuval varsa çıkarıp yakalım. Belki boğulur mendebur!” deyince akıllarına yakmasa da güç bela boşta kalan birkaç çuvalı sarkan zincire bağlayıp ateşe verdiler. İçerisi duman yüzünden nefes almalarını zorlaştırsa da çıkmak için başka çarelerinin olmadığını biliyorlardı. Bir süre sonra ejderhaya kıpırtıyı kesip ters dönünce her biri yerle yeksan oldu. Ejderhanın kıpırdamadan durduğu o anda korkuyla beklediler. İskenderiyevi sordu: “Su basmadığına göre ne oldu acaba? Bu hayvan herhalde bayıldı, ağzını uyurken suda kenetleyebiliyor herhalde?” Celaleddin, ejderhanın boğazının ucundan belli belirsiz gelen bir ışık huzmesi görünce dev bir mağara ağzını andıran boğazda düşle kalka koşmaya başladı. Ejderhanın dişlerine varınca ağzının kenarından ışık huzmeleri görününce geri koşup seslendi: “Selman, şu yerde duran büyük direk parçasını sürükle de getir galiba yüzeye çıktık ışık sızıyor ağzından!”

Hep birlikte koşup ejderhanın ters dönmüş olduğunu az çok tahmin ederek ağzına varıp direği kaldırıp ağzına dayadılar. Ejderhanın ağzı tamamen açılınca su üstünde yüzdüklerini, güneşi tekrar görebildiklerini görüp sevindiler. Uzaktan kendilerine yaklaşan Sadeddin Köpek’in tekne üzerinde şaşkınca kendilerine baktığını da gördüler. Küşterli kahkahalarla gülmeye başladı: “Ne kustu ne pisledi. Gıdıklayarak ejderha öldürebildik. Bence hakiki mizah budur işte!”

Celaleddin ve takımı, sandal-debbabenin içindeki çuvalları, yanlarına yanaşan kadırgaya taşıdıktan sonra geceye doğru Antaliye rıhtımına vasıl oldular. Sadeddin Köpek birkaç tane değerli taşı onlara bıraktıktan sonra sırtlarını sıvazladı: “Devlet sizinle gurur duyuyor! Şimdi herkes kendi yoluna gidecek. Bir gün yine görüşeceğiz. Birbirimizi şimdilik unutmamız kâfi!”

Böylece Celaleddin ve takımı şehrin çıkışına gelip bir tüccar kervanının peşine takılarak Konya’nın yolunu tuttular. Bir tek Keloğlan’la Küşterli ayrıldı. Keloğlan başka bir padişah kızı bulmak için yola çıkacağını, Küşterli de memleketine döneceğini söyleyip: “Bir daha Rum diyarına gelir miyim bilmem. Belki çoluk çocuğumdan gelen olur olursa…” diyerek kendi yollarını tuttular. Nasreddin ise medreseye dönmek için Celaleddin’lerle birlikte Konya yolunu

Celaleddin, Behram ve Selman günler sonra Konya’ya vardıklarında, gulamhaneye girer girmez Mesud’un koşarak kendilerine geldiğini gördüler: “Canımıza okuyacak daye! Canımıza okuyacak!”

Tam o esnada Süryani Gabriel’in öfkeden kızarmış bir halde yanlarına doğru seğirttiğini fark ettiler: “Siz devlete asi mi geldiniz? Sadeddin Köpek’le iş görmek ne demek? Benden izin almadan iş görmek ne demek?”

Celaleddin kendini öne sürdü: “Kızacaksan bana kız daye. Ama bir dinle önce. Devlete hazine lazım olduğunu söylemese…” Gabriel, ilk defa Celaleddin’in suratına sert bir tokat aşk etti. Sinirden sesi titriyordu: “Devleti korumak sürgün bir melikin kapısında yatıp kalkan o madrabaza mı kalmış? Sultana bana görünmeden iş görmesinden de mi şüphelenmediniz? Haydi ölümle tehdit etti deseniz anlarım, devlete yardım diye koşa koşa adama yardım etmişsiniz!”

Celaleddin: “Biz nereden bilelim daye? Devlete yarar bir iş sandık!”

Gabriel: “O soğuk görünüşlü musibetin yaptıklarından haberim yok mudur sanırsınız? Sizin ejderha definesi uğruna gittiğinizi daha Mesud o betigle hekimbaşına varmadan biliyordum! İstihbarat ehli olacaksınız her yerde adamınız eliniz kulağınız olacak ilk bunu belleyin. İkincisi de sağlam pabuç olmayan kimselerle iş görmeyin!”

Selman: “Adam devletin tehlikeye düşebileceğinden bahsetti boyne. Biz fenayı iyiyi nereden bilelim daye?”

Gabriel: “Her şeyi anlatmama gerek olsa istihbaratçı olmazdınız. Size boşuna mı hanlarda takılmanıza müsaade ediyorum? İstihbarat böyle toplanır. Sadeddin Köpek hakkında hiçbir şey duymadınız mı? Daha da korkacaksınız. Açık vermeyen, dedikodusu olmayan adamdan korkacaksınız ki bir kastı vardır. İstihbarat budur. O adam tekin değildir. Allah muhafaza bu saraya ayağını attığı gün uğursuz günler başlar. Engürü kuşatması zamanından beridir takip ettirdim, soruşturdum bu adamı ben. Bir defa öldürmeye niyetlendim vazgeçtim şüphelenir diye. O hazineyi aldı ama devlet hesabına mı kullanır kendine mi meçhuldür. Böyle tipleri iyi bilirim. Seni kapıdaki düşmana karşı uyarır ama elinin altında da her zaman bir hançer bulundurur.”

Celaleddin: “Gidip geri alalım?”

Gabriel: “Ellemeyin. Bulamazsınız. Hem izinsiz iş yaptığınızdan cezalandırılırsınız meselenin kapanması daha iyi. Sizi iyi keşfetmiş. Sizi kendi hesabına kullanmak ister, dikkat edin bir daha ki sefere.”

Celaleddin: “Cezamız neyse çekmeye hazırız daye.”

Gabriel: “Yaptığınız işde övülecek yanlar da yok değil. Ama ister ceza sayın ister terfi. Dördünüz daha önceden sailik yapmıştınız. Sahib-i berid olarak destur verdim ki artık münhisiniz. Yani berid teşkilatında artık amirliğe yaklaştınız. Ancak burada durmayacaksınız. Bir yolculuk daha var önünüzde. Bütün menzilleri, ribatları tek tek gezip tüm sai ve münhileri tanıyacaksınız. Lüzumu olduğunda çağrılacaksınız. Seyahatlerinizi hüviyetlerinizi gizleyeceksiniz. Üstelik bunları bir sene içinde yapacaksınız. Yürürken, at-deve sürerken uyuyup yiyip içeceksiniz. Artık göçebesiniz!”

Celaleddin ve diğerleri has duruşa geçtiler. Celaledin son kez sordu: “Yola ne zaman çıkalım daye?”

Gabriel geldikleri kapıyı gösterdi: “Hemen şimdi. Konya ribatına uğrayıp istihkakınızı alın sonra yola düzülün. Bir sene sonra bu kapıda bekleyeceğim sizi.”

(Not: Hikayede kurgu icabı Nasreddin Hoca, Keloğlan ve Şeyh Küşteri’nin dedesi olarak gösterilen Efridun Küşteri adlı karakterler eklenmiştir. Ancak Keloğlan masal kahramanıdır, Efridun Küşteri diye biri yoktur ki bahsi geçen Hayal ustası Şeyh Küşteri, rivayetlere göre Orhan Gazi döneminde yaşamıştır. Nasreddin Hoca doğum senesi tartışmalıysa da, burada kurgu icabı diğerlerine göre daha yaşı büyük olarak gösterilmiştir. Denizaltıdan bozma sandal hususunda ise gözünüze bazı hatalar vs. çarpabilir, nitekim o da kurgudur. MBY)

SON

Mehmet Berk Yaltırık

Tarihçiyim ve yazarım. Tarihi korku hikâyeleri yazıyorum. Çeşitli internet sitesi ve fanzinlerde, çeşitli inceleme yazıları ve hikâyelerim yayınlandı. “Anadolu Korku Öyküleri-2”, “Gio Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler”, “Güçoburlar” ve “Seyfettin Efendi ve Esrarengiz Hikâyeleri-1” çalışmalarında yer aldım. “Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları“ adlı bir akademik makalem de mevcut.

Harekât-ı Ejderha” için 4 Yorum Var

      1. Doğrusu hikayeyi, özellikle karakterlerin şivelerini, beğenerek okuduğum için bence hiç sorun olmadı. 🙂

Mehmet Berk Yaltırık için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *