ilham alınan eser
PUSHING DAISIES
Genç Ned o sırada on yıl, yirmi dört hafta, dört gün, onbir saat ve kırk iki dakikadır hayattaydı. Uzakdiyar Erkek Okulu’nda kendini yalnız hissettiği pek çok zaman olmuştu; ama ölü köpeği Digby’nin yanıbaşında yatıyor olması bile o geceki yalnızlığını dindirmeye yetmemişti. Göğsünün üstünde oturan o koca sirk fili yükündeki sıkıntıyı hafifletmesi umuduyla Digby’nin gözlerine baktı. Köpek bakışlarını farkettiği gibi hafif bir mırıltıyla gözlerini sahibine dikti.
Digby öldüğünden beri edindikleri bir alışkanlıktı bu. Babası geri döneceğim diyerek Ned’i bu okula götürmeden, annesi aynı gün içinde iki kez, sevdiği komşu kızı Charlotte ‘Chuck’ Charles’ın babası bir kez ölmeden önce Digby heyecanla koştuğu yolda yakalamayı umduğu sincap yerine büyük bir kamyonun on dokuz inçlik tekerleri ve niyeyse kaliteli malzemeden yapılmış kaportasıyla karşılaşmıştı. Genç Ned, son nefesini çoktan vermiş köpeğinin yanına gidip de onu okşadığında Digby hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalkmıştı.
Daha sonrası annesi turta pişirirken beynine bir kan pıhtısı kaçacak, onu mutfağın ortasına devirecekti. Ned akıl sır erdiremediği hüneriyle annesine dokunup onu da canlandıracaktı; ama gücünün sınırlarını henüz keşfetmediği için o gece annesi ona iyi geceler öpücüğü kondurduğunda tekrar yere yığılacak ve genç Ned ne kadar dürterse dürtsün bir daha uyanmayacaktı. Ned parmaklarının ucundaki sihrin ilk kuralını çok acı bir şekilde öğrenecekti: İlk dokunuş hayat… İkinci dokunuş sonsuza kadar ölüm…
Uzakdiyar Erkek Okulu’nda gücünün sınırlarını keşfetmeye çalışırken genç Ned bir şey daha farketmişti. Eğer yeniden canlandırdığı şeyi bir dakika içinde tekrar dokunarak öldürmezse onun canına eş değer başka bir şey ölmek zorundaydı. Ned bu kuralı iki kere kırmıştı. İlki annesinin beynine atan pıhtıdan sonra geceye kadar yaşamasını sağlamış; ama karşılığında çocukluk aşkı, komşu kızı Chuck’ın babasını bahçeyi sularken aniden gelen bir kalp krizine mahkum etmişti. İkincisi ise yıllar sonra yeniden bulduğu, bir gemi seyahatinde öldürülen Chuck’ı hayata döndürmesine sebep olmuş; fakat bunu yaparken cenaze evinin açgözlü mezar hırsızı sahibini bir tuvalette yere yıkmıştı.
O sırada on yıl, yirmi dört hafta, dört gün, onbir saat ve kırk iki dakikadır hayatta olan genç Ned, Digby’nin gözlerinde kaybettiği annesini, onu buraya bırakıp kaybolan babasını ve Chuck’ın hiç kaybetmemesi gereken babasını düşünürken buldu kendini. Teselli umduğu gözler, ona daha fazla yalnızlık getirmişti sadece. Göğsünün üstündeki koca sirk fili tek ayağının üstünde durmuş zıplıyor, numaralar yapıyordu ve Ned o filin göğsündeki ağırlığına çok çok uzun zaman sonra alışabilecekti.
O sırada otuz yıl, on bir hafta, altı gün, yirmi saat ve üç dakikadır hayatta olan Ned çocukluğunun ve hayatının aşkı Chuck’ın gözlerinin içine bakarken göğsündeki filin artık onu rahatsız edip etmediğinden emin olamadı. Filin alıştığı sıcaklığı ve ağırlığını neredeyse özlüyordu; ama ölü bulunan yalnız turist Charlotte ‘Chuck’ Charles’ın bakışları da ona karşılık verdiği anda tüm dertleri uçup gidiyordu. Pek çok kez yaptığı gibi ellerini sırtında kavuşturdu ve kendini sıkıca sardı. Chuck da karşısında aynı hareketi yapıyordu. İkinci dokunuşun ölümcül olduğunu bilen aşıklar sık sık bunu yapar, gözlerini kapatır ve birbirlerine sarıldıklarını hayal ederdi.
Annesinin özlemini en iyi turta yaparak giderebildiğini farkeden Ned Turtacı olmuştu. Şehrin göbeğindeki Turta Deliği’nde müdavim müşterileri, yanında çalışan garsonu Olive Snook, yarı-zamanlı yaptığı özel dedektiflik işlerindeki ortağı Emerson Cod’la ve hayatının aşkı Charlotte ‘Chuck’ Charles ile birlikte kendini çocukluğunda olduğu gibi evde hissediyordu. Bunu Chuck’a da söylemek istedi. Tam konuşmak için ağzını açıyordu ki; kapıdan içeriye Emerson Cod girdi.
“Yeni bir işimiz var!” diye seslendi ağzı kulaklarında. Emerson Cod’ın yüzünü böyle güldürebilen üç şey vardı: Örgü örmek, açılan maket kitaplar ve bir cinayeti çözmesi için ona büyük para vaadeden zengin müşteriler.
Turtacı, Emerson Cod’la konuşmak için masaya vardığında Chuck ve Olive çoktan oturmuştu bile.
“Hele şükür!” diyerek sevinç çığlığı attı Olive. “İnsanlar yazın fırından yeni çıkmış bir turtaya hiç de sıcak bakmıyor!”
Bir metre ve elli santim boyundaki eski at jokeyi Olive Snook, Chuck’ın aslında ölü olması gerektiğini, Turtacı’yla birbirlerine asla dokunamadıklarını ve tüm bunları Chuck’ın teyzeleri Lily ve Vivian’dan saklaması gerektiğini biliyordu; ama işin ucunda kimin parmağı olduğuna dair bir fikri yoktu. Bildiği bir diğer şey de her ne kadar birbirlerine dokunamasalar da Turtacı ve Chuck’ın birbirinden vazgeçmediği ve bu yüzden de Turtacı’nın onun platonik aşkına hiçbir zaman karşılık vermeyeceğiydi.
Emerson Cod masadaki iki kıza baktı. Ardından Turtacı’ya manidar bir bakış attı. Sadece Ned’le ikisinin ölüleri canlandırıp sorular sorarak davaları çözdükleri günleri özlüyordu. Gerçi Olive ve Chuck işin içine girdiğinde cinayetleri daha hızlı çözüyor, parasını daha çabuk alıyordu. Bu fikrin verdiği rahatlıkla içinden güldü. Olayı anlatmaya başladı. Bulgular şunlardı:
Servetleriyle dünyaya ün salmış olan Alman Hubschrauberlandeplatz ailesinin küçük oğlu Hans Hubschrauberlandeplatz, otuz altı yıl, otuz altı hafta, iki gün, on saat ve otuz altı dakikadır hayatta olduğu bir Salı günü, üyesi olduğu Flogolflo Golf Kulübü’ne golf oynamaya gitmişti. Kendisinden o gün bir daha haber alamayan ailesi ertesi gün kulübe gittiklerinde dokuzuncu deliğin yanında Hans Hubschrauberlandeplatz’ın beceriksizce bölünmüş, ölü yarım bedeniyle karşılaşmıştı. Polisin katili bulabileceğini inanmayan, ve daha da önemlisi biricik küçük oğullarının vücudunun tek parça halinde gömülmesini isteyen aile, şehirde paranın satın alabileceği en iyi özel dedektife, Emerson Cod’a başvurmuştu.
“Katilini bulamazsanız bile, lütfen Hans’ımın diğer yarısını bulun!” diya yalvarmıştı Gerlinde Hubschrauberlandeplatz.
Tek bir dokunuşla maktulün ta kendisinden diğer yarısının yerini öğrenebileceğini bilen Emerson Cod da işi seve seve kabul etmişti. “Oğlunuzun, sizin bir düşmanınız var mıydı? Böyle bir şey yapmış olabileceğini düşündüğünüz kimse?”
“Hayır! Zavallı Hans’ımı herkes çok severdi,” diye cevap verdi Gerlinde Hubschrauberlandeplatz ağlayarak.
“Golf Kulübü’nde bir rakibi olabilir mi?” diye sordu Emerson Cod yıllarca eğittiği kuşkularını takip ederek.
“Hayır,” dedi kadın kafasını hızlı hızlı sallayarak. “Zaten o kadar kötü oynardı ki; zaman zaman kendini kötü hissetmemesi için bazı golfçülere para verirdik. Yenilmeleri için. Bu hayatta tutunduğu tek şey golftü. Onu kaybetmesine izin veremezdik.”
Gerçekten de Hans Hubschrauberlandeplatz’ın çocukluğundan beri tutunduğu tek şey golftü. Ondan iki yaş büyük ağabeyi Franz Hubschrauberlandeplatz aileye servetini sağlayan dedesinin üstün zekasını, aileye sosyetedeki yerini sağlayan annesinin karizmasını ve eski milli dekatlon koşucusu babasının spora yatkınlığını almıştı. Küçük yaşlarından beri her şeyi en iyi yapan kişi Franz’dı ve ailesi de Hans’ın bunu bildiğinden emin olmak için ellerinden geleni yapmıştı. Ne zaman Hans kendine bir uğraş edinmek istese ağabeyi de aynı uğraşı edinir, ondan daha önce, ondan daha iyi ve ondan daha şatafatlı bir şekilde sergilerdi. Golf dışında. Babalarının tuttuğu golf hocası ilk derslerinde çocukları karıştırmış ve beceriksiz Hans’ı Franz sanarak onun üstüne eğilmişti. Hayatında ilk kez küçük kardeşinin gördüğü ilgisizliği gören ağabeyi ise bu duruma katlanamamış ve bir daha golf dersi almamıştı. Hans ise sadece kendine ait görünen bu spora dört bir elle sarılmış ve kalıtımsal olarak yeterince dönmeyen beli, doğru kullanamadığı bilekleri ve her zaman bir numara büyük olan golf ayakkabılarıyla çok kötü olmasına rağmen, hayatının sonuna kadar golfü bırakmamıştı.
* * *
Emerson Cod ve Turtacı şehir morgunda Hans Hubschrauberlandeplatz’ın yarım bedenini görmek için bekliyorlardı.
“Adamı ortadan ikiye ayırmışlar. Otopside de başka bir iz çıkmadı. Bir şey bulacağınızı sanmam,” dedi morg görevlisi rahatsız bakışlarla.
“Biz yine de bir bakalım,” dedi Emerson Cod gülümseyerek. Soğutucu odanın kapısına doğru hamle etti.
“Bir şey bulacağınızı sanmıyorum,” dedi morg görevlisi tekrar.
Emerson Cod bu tekrarı biliyordu. Derin bir iç çekerek iç cebinden parayı çıkardı, morg görevlisine verdi.
“Umarım aradığınızı bulursunuz,” dedi morg görevlisi arkalarından.
İçerisi soğuktu ve Emerson Cod’un bulunmak istediği bir yer değildi. Emerson Cod soğuğun değil, sıcağın adamıydı. Yün örgülü kazaklarıyla, yanan kaloriferlerin yanında olmayı seviyordu o.
“Sence ağabeyi mi yaptı?” diye sordu Ned morg dolaplarının üzerinde Hans’ın adını ararken.
“Oğlan hayatında tek bir başarısızlık görmüş. O da kardeşi yüzünden. Daha azı için daha fazla parçaya bölenler var,” diye cevapladı Emerson onu. Bu sırada Ned Hans’ın yarım bedeninin olduğu dolabı bulmuştu. Emerson etrafına bakınırken dolabın açılma sesi geldi. Dolabın içinde duran büyük metal ceset tepsisinin rayları sürtünerek ileri geldi. Emerson fayanslardaki ince işçiliği inceliyordu.
“Parmak zımbırtını yap, katili öğren, diğer yarısı neredeymiş öğren, gidelim,” dedi Ned’e. İşini kolaylaştıran kısım bu olsa da işinin en sevmediği kısmı da buydu.
“Aa Emerson, bakar mısın?” diye seslendi Ned. Emerson arkasını döndü.
“Elimizde Hans’ın yanlış yarısı var.”
Çektikleri tepsinin üzerinde duran yarım beden Hans Hubschrauberlandeplatz’ın diğer yarısıydı. Leğen kemiğinin hemen üstünden, beceriksizce kesilmişti. İki sıska bacak ve bir popo vardı ellerinde.
“Ne yapacağız?” diye sordu Ned.
“Adamın poposu konuşur mu dersin?” dedi Emerson. Derin bir nefes vererek omuz silkti. “Aman, dokun yine de. Boşa gitmesin. Belki bir ipucu verir.”
Tutacı kolundaki saate baktı, yanındaki tuşunu ittirerek bir dakikalık zamanı başlattı, Hans Hubschrauberlandeplatz’ın diğer yarısının sol dizinin arkasına işaret parmağıyla dokundu. Bir saniye içerisinde bacaklar çılgınca hareket etmeye başladı.
“Merhaba…” diye kendini duyurmaya çalıştı Turtacı. “Bay Hubschrauberlandeplatz beni duyabiliyor musunuz?”
“Adamın kulakları kim bilir nerede!” dedi Emerson Ned’in nafile çabasına son vermek için. “Diğer yarısı tek parça mı onu bile bilmiyoruz.”
“Çırpınıyor ama!” dedi Turtacı bir şey keşfetmiş olmanın heyecanıyla. “Neden çırpınıyor? Diğer yarısı da çırpınıyor olmalı!”
Otuz saniyeleri kalmıştı. “Nerede çırpınıyor ama?” dedi Emerson ipucu bulmak için sabırsızca adamın bacaklarını takip etmeye çalışarak.
Hans Hubschrauberlandeplatz’ın bacakları delicesine çırpınıyordu. Sol bacak yukarı kalkıyor, hızla yere iniyor, ardından sağ bacak kalkarak aynı şeyi yapıyordu. Bu arada adamın sıska poposu da huzursuzca iki yana sallanmaya çalışıyordu.
On saniye kalmıştı.
“Bir saniye,” dedi Ned sonunda farkederek. Beş saniye kalmıştı. “Hans Hubschrauberlandeplatz çırpınmıyor!” parmağıyla adamın baldırına dokundu. Bacaklar bir anda hareketi kesip tepsinin üstüne yığıldı.
“Yüzmeye çalışıyor…” dedi Turtacı Emerson’a dönerek.
* * *
Olive ve Chuck, Ned ve Emerson’dan morgda olanları duyduklarında Hubschrauberlandeplatz malikanesindeki misafir telefonundaydılar.
“Flogolflo Golf Kulübü’ne gidiyorlar. Cesedin diğer yarısının oradaki göletlerden birinde olduğunu düşünüyorlar,” diye açıkladı Olive’e durumu. Telefon konuşmasının bitmesiyle Hans Hubschrauberlandeplatz’ın babası Karlheinz Hubschrauberlandeplatz’ın çalışma odasına geri döndüler. Tam içeri gireceklerdi ki Karlheinz Hubschrauberlandeplatz’ın telefon konuşmasına kulak misafiri oldular.
“Harika!” dedi baba, yastaki bir adamdan beklenmeyecek bir coşkuyla. “Sigorta parası yarın sabah banka hesabına geçmiş olacak. Doğruca göndereceğim. Bu sorundan da kurtulmuş olacağız.” Kapıda duran Olive ve Chuck’ı farketti. Yüzü düştü.
“Kapatmam lazım,” diyerek telefonu kapattı.
“Kusura bakmayın hanımefendiler. İnsan böyle üzücü günlerde hiç çalışmak istemiyor…” parmağıyla arkasında duran yaşlı bir adamın yağlı boya portresini gösterdi. “… ama babam bu serveti elde etmek için gece gündüz çalıştı. Onun mirasını korumak zorundayım.”
Chuck ve Olive şüpheli bir sırıtışla karşıladılar adamı. Çalışma masasının önündeki koltuklarına oturdular.
“Bay Hubschrauberlandeplatz…” diye söze girmeye çalıştı Chuck.
“Lütfen! Bana Karlheinz deyin. Hatta Karl bile yeterli. Zaten yeterince uzun bir soyadım var.”
“Peki, Karl. Acaba oğlunuz o gün golf kulübüne giderken yalnız mıydı?”
Karlheinz Hubschrauberlandeplatz kaşlarını çattı, elini çenesini götürdü ve düşündü. “Hayır,” dedi sonra. “Ben şirkete gidecektim. Franz’a gelip gelmeyeceğini sordum. O da önce Hans’la kulübe gideceğine, oradan şirkete geçeceğini söyledi.”
“Franz golf oynamıyor sanıyorduk!” dedi Olive şaşkınlıkla.
“Annesi ve Hans üzülmesin diye onlara söylemedik. Franz çok iyi bir golfçüdür aslında. Hans’ın aksine bizi hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Şirketin başına geçeceği için içim o kadar rahat ki.”
“Hans da sizin oğlunuzdu. Onları böyle ayıramazsınız!” dedi Chuck kendine hakim olamadan.
“Neden? Doğada da kanun böyle değil midir? Anneler zayıf yavrularına yiyecek bile vermezler. Güçlüleri yetiştirmek için uğraşırlar. Soylarını güçlüler devam ettirecektir çünkü. Zayıflar ise er ya da geç bir yerde…”
“Öldürülecektir?” diye tamamladı Olive sözünü kısık gözlerle.
Karlheinz Hubschrauberlandeplatz bir süre baktı Olive’e. “Evet,” dedi sert bir sesle.
“Madem Franz da golf oynuyordu, eşiniz neden bundan bahsetmedi?” diye sordu Chuck sesinin Karl kadar sert çıkmasına uğraşarak.
“Çocukluğundan beri gizli gizli oynuyor. Hatta sahte adlarla aldığı kupaları var. Hans birkaç gün önce öğrenmiş bunu. Kavga ederler sanıyordum; ama hiç kızmamış. Ağabeyine maç yapmayı teklif etmiş. O yüzden birlikte gittiler Salı günü.”
Chuck ve Olive birbirlerine baktılar. Acaba cinayetin sebebi kardeşlerin kavgası olabilir miydi? Ya da Darwinci bir babanın güçlü oğlu için yaptığı bir iş?
* * *
“Şuradaki kum havuzundaydı efendim. Bacakları garipti. “U” harfi gibi açılmıştı. Diğer yarısı da oradadır diye kumu kazdım; ama yoktu,” diye heyecanla anlattı caddy. Hans Hubschrauberlandeplatz’ın golf oyununda sopalarını taşıyıp golf arabasını kullanan yardımcısıydı bu. Bernd Abt adında Alman bir delikanlıydı. Salı günü oynadıkları oyundan sonra üstüne değiştirmek için soyunma odasına girmişti Hans; ama her zaman çıkışta ona yüklü bir bahşiş vermesine rağmen o gün soyunma odasından çıkmamıştı. Başına bir şey geldiğinden korkan Bernd sabaha kadar onu aramış, sabaha karşı kum havuzunda bedeninin yarısını bulmuştu. Emerson ve Ned cesedin diğer yarısını arayacak olan polislerle birlikte kulübe geldiklerinde yanlarına gelmiş, onları cesedi bulduğu yere götürmüştü.
“Kumdan çevresine bir daire çizilmişti bir de. Hani sopayla çizerler ya. Onlardan.”
“Gündüz, oynarken yalnız mıydı?” diye sordu Emerson.
“Evet,” diye cevapladı Bernd. “Aslında ağabeyi Franz’la gelmeleri gerekiyordu. Birkaç gün önceden arayıp haber vermişti bana. Bugünki maç çok önemliydi onun için; ama kulübe geldiğinde yalnızdı. Ağabeyi gelmekten vazgeçmiş. Çok kızmıştı.”
“Ağabeyi mi? Onun golf oynamadığını sanıyordum.”
Ned koşarak yanlarına geldi. “Oynuyormuş. Gizlice. Hans yeni öğrenmiş. Salı günü birlikte oynamak üzere evden çıkmışlar,” dedi. “Chuck ve Olive geldi şimdi. Onlardan öğrendim. Kulübün Salı günkü kayıtlarına bakıyorlar başka kim varmış diye.”
“Çocukcağızın bir golfü varmış! Rahat bırakamamışlar mı?” Emerson Cod küfürler ederek Bernd Abt’a döndü.
“Kızgındı dedin. Neye kızmıştı? Golfü beceremiyor zaten. Yenilmekten kurtulmuş işte.”
“Hayır efendim. Kendisi aslında dünyanın en iyi golf oyuncularından biri; ama bunu kimseye göstermek istemedi. Birkaç yıldır ağabeyinden haberi vardı. Bu maç onun için çok önemliydi; çünkü ağabeyine ve ailesine karşı kendini kanıtlayacaktı. Ağabeyi gelmeyince de çok kızdı.”
“Evden birlikte çıkmışlar ama? Nasıl gelmemiş olabilir ağabeyi?” diye sordu Turtacı.
“Kayıtlarda bir şey bulduk,” dedi Chuck, Olive’le birlikte yanlarına koşarken. “Görünüşe göre Salı günü Franz da Hans da kulübe giriş yapmamış.”
* * *
“Babası büyük oğlunun her şeyi almasını isteyen bir manyak. Sigorta parasının geleceğini duyunca çok sevinmiş. Annesinin tek derdi Hans’ın mutluluğu. Ağabeyi her şeyde çok iyi ve Hans’la golf üzerine birbirlerinden sakladıkları bir hırsları var. Evden birlikte çıkmışlar; ama ikisi de kulübe giriş yapmamış; ama Bern Abt o gün Hans’ın golf oynadığını söylüyor. Tüm gün yanındaymış. Bu arada Hans’ın bedeninin yarısı hala bulunamadı.” Sesli düşünüyordu Turtacı.
“Bence baba yapmış. Bize yavru köpekleri nasıl öldürdüğünden bahsedip durdu. Çok tehlikeli bir adama benziyordu,” dedi Olive kocaman gözlerle.
“Yavru köpek öldürmüş sayılmaz; ama sigorta parasını alacağına gerçekten sevinmiş gibi duruyordu,” diye düzeltti Chuck onu.
“Adam servet içinde yüzüyor. Sigortadan gelecek para için kendi oğlunu öldürecek değil ya,” diyerek çürüttü Emerson kızların savını. “Sahi, Hubschrauberlandeplatz’ın bu serveti nereden geliyor?”
Chuck söz almak ister gibi heyecanla elini havaya kaldırdı. Hubschrauberlandeplatz’ın servetinin nereden geldiğini bir dizi tesadüf eseri çok iyi biliyordu. Babası öldükten sonra birlikte yaşadığı teyzeleri Lily ve Vivian’ın peynir tutkusu onları yeni peynirler keşfetmeye ve sonunda da peynir yapımına dair adımlar atmaya teşfik etmişti. Sonunda kendi icatları olan “Hellim Peynir Pişirme Alanı”nın (hellim peyniri tam kıvamında pişirmeye yarayan, ocağın üstüne konan bir aparattı) patentini almaya karar vermişlerdi. İkisi de yıllardır dışarı çıkmadığından ve evlerinin dışında olup biten her şeyden korktuklarından patent enstitüsüne giderek kayıt yaptırma işi de Chuck’a kalmıştı.
Patent ofisindeki bir dizi karışıklık ve alfabetik düzenlemeye göre yan yana konan patentler Chuck’ın teyzelerinin “Hellim Peynir Pişirme Alanı” patentini “Helikopter İniş Alanı” patentinin yanına koymuştu ve patent ofisindeki yaşlı, tatlı hanımefendi sıkıcı işinden birkaç dakika kurtarmak amacıyla ona bu patentin hikayesini uzun uzun anlatmıştı.
“Helikopter İniş Alanı’nın patentini alan kişi Karlheinz’ın babası, Heinz Hubschrauberlandeplatz.” diye açıkladı Chuck. Beklediği tepkiyi alamamıştı.
“Neyin patenti oluyor yani?” diye sordu Emerson. Kafası karışmıştı.
“Helikopter pisti. Hani yuvarlak olur, ortasında büyük bir ‘H’ harfi vardır. O alanın, o şekilde olmasının nedeni Heinz Hubschrauberlandeplatz. Patentini aldıktan sonra çok zengin olmuş; çünkü… eh çünkü dünyanın her yerinde herkes aynı şekildeki pisti kullanıyor. Zaten Hubschrauberlandeplatz soyadını da patenti aldıktan sonra almışlar. Başka bir soyadları varmış. Değiştirmişler. Hubschrauberlandeplatz Almanca’da gerçekten de Helikopter İniş Alanı anlamına geliyor.”
“Gerçekten çok bağlıymış o patente…” dedi Olive gözlerini devirerek.
“Hikayenin bir kısmı daha vardı; ama hatırlayamıyorum,” dedi Chuck. Gözlerini kısarak masaya bakmaya başladı. Hatırlamaya çalışıyor gibiydi.
O sırada pencereden dışarıyı seyretmekte olan Ned ileride bir göletin etrafındaki polisleri gördü. Bir ceset torbası vardı ellerinde, içine bir şey koyuyorlardı.
“Hans’ın diğer yarısı!” diye bağırdı Emerson. Masadan kalkıp gölete doğru koşmaya başladılar.
Nefes nefese derdini anlatmaya çalışıyordu Turtacı. “Emerson!. Cesedi… konuşturamayacağımı… biliyorsun… değil… mi?” diye seslendi; ama Emerson Cod onu dinlemiyordu bile. Polisin Hans’ın diğer yarısını ondan önce bulmasına bozulmuştu siniri.
Göletin dibine geldikleri zaman yarısı dolu ceset torbası kapatılmıştı. Polisler ceset torbasını götürmeye hazırlanıyordu ki ileriden bir ses duyuldu.
“Diğer yarısını da buldum!”
Diğer yarısı mı? Polis telaşla ceset torbasını bırakıp yeni bulunan cesede doğru koşarken Emerson, Turtacı, Chuck ve Olive birbirlerine baktılar.
“Olive, siz şu diğer yarısına bakın,” dedi Ned. Olive ve Emerson koşuşturan polislerin peşine düştü.
“Nasıl diğer yarısını bulmuş olabilirler ki? Morgda değil miydi?” diye sordu Chuck, Turtacı ceset torbasını açarken.
“Bu Hans Hubschrauberlandeplatz değil,” diye cevapladı Ned.
Ceset torbasının içindeki yarım beden (bu sefer üst kısmıydı) Hans Hubschrauberlandeplatz olamazdı. Ned’in morgda gördüğü bacaklara göre fazlasıyla koyu tenliydi. Hintli bir adama aitti. Diğer yarısından aynı beceriksizlikle ayrılmıştı. Üzerinde giysi yoktu. Ned zaman kaybetmeden kol saatine bastı ve yarısına kadar açık ceset torbasının içindeki yarı bedene dokundu.
“Helikopteeeer!” diye bağırdı dirilen adam bir anda. Yanında duran Ned ve Chuck’ı gördü.
“Öldüm mü?” diye sordu; ama onlar cevap veremeden bedeninin eksik kısmını gördü.
“Ooof. Sadece üniversite paramı ödemeye çalışıyordum,” diye hayıflandı.
“Merhaba beyefendi. Acaba sizi öldüren kişinin kim olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu Ned hızlıca.
Adam kafasını salladı. “ Cılız bir adamdı. Almandı galiba,” dedi.
“Hans Hubschrauberlandeplatz mı?” diye sordu Chuck heyecanla. Otuz saniye kalmıştı.
“Hans mı? Hayır. Bay Hubschrauberlandeplatz asla bana zarar vermez; ama beni öldüren adam onu da öldürdü. Helikopterlerle ilgili bir şey diyordu.”
“Hans’ı nereden tanıyorsunuz peki?” diye sordu Ned aceleyle. On beş saniye kalmıştı.
“Bay Hubschrauberlandeplatz’ın dört yıldır caddy’liğini yapıyorum. Dört yıldır haftanın beş günü, sopalarını ben taşıyorum ona –” Ned’in dokunuşuyla bedeni tekrar torbanın içine yığıldı. Turtacı ceset torbasını kapattı. Emerson ve Olive koşarak yanlarına geldiler.
“Gördüğüm en iğrenç şeydi! O adamın bacakları kendi kendilerine oynamaya, koşmaya başladı. Sonra bir anda durdular!” dedi Olive çığlık çığlığa. “Bir anda!”
Turtacı aceleyle Emerson’a döndü. “Bern Abt bize yalan söyledi,” dedi.
“Bernd Abt mı?” Chuck’ın sesi şaşkınlık doluydu. “Hubschrauberlandeplatz’ın patentiyle ilgili hatırlayamadığım şey o!”
O sırada onu gördüler. Oldukları yerden yüz metre kadar ilerde, Bernd Abt onlara bakıyordu. Cılız ve Alman. Bir saniye sonra, yanındaki golf aracına binmiş, gidebileceği kadar hızlı yol almaya başlamıştı bile. Turtacı, Emerson, Chuck ve Olive önce arkasından koştu, ardından o sırada yoldan geçen başka bir golf arabasındaki golfçüleri indirip golf arabasıyla takip etmeye başladılar.
“Daha hızlı, daha hızlı!” diye bağırıyordu Emerson direksiyondaki Olive’e.
“Yapamıyorum!” diye bağırıyordu Olive. Heyecan ve korkudan neredeyse gözleri kapalı sürüyordu golf arabasını.
“Kim yalan bir hikaye uydururken gerçek adını kullanır ki?” diye sordu Ned. Cevap veren olmadı.
Chuck’ın diğer yarısını da anlattığı patent hikayesi ve diğer yarıları da bulunan ölülerden çıkan bilgilerle bulgular şunlardı:
Heinz Hubschrauberlandeplatz ve Bernhard Abt savaş stratejileri üzerine çalışan bir sivil toplum kuruluşunun eş başkanlarıydı. Özellikle savaş zamanı teçhizat ve erzak taşırken önemli olabileceğini düşündükleri helikopterlerin iniş ve kalkış yapmalarıyla ilgili pratik çözümler arıyorlardı. Sonunda bir yuvarlak içerisindeki büyük bir “H” harfinin basit ve uygun bir çözüm olacağına karar vermişlerdi. O sırada çok hızlı bir şekilde gelişen telif hakkı yasaları ve patent düzenlemelerinin etkileriyle bu helikopter pisti buluşlarının patentini almaya karar verdiklerinde aralarında bir çekişme başladı. İkisi de büyük bir yuvarlak içerisinde büyük bir “H” harfi fikrinin kendisinden çıktığını iddia ediyordu.
Aralarındaki dostluk bağı bozulunca, patent ofisine giderken Abt, o zamanlar soyadı farklı olan Hubschrauberlandeplatz tarafından sabotaja uğradı. Basit bir kahve dökülmesi olarak görülen sabotaj, sonunda patenti Hubschrauberlandeplatz’ın almasına neden oldu. Hubschrauberlandeplatz’ın döktüğü kahve Abt’ın patent çizimlerinin üstüne gelmiş, yuvarlağın ortasındaki büyük “H” harfinin alt yarısını silmişti. Yarım “H” harfi başvuruda “U” olarak değerlendirilmiş, böylece Hubschrauberlandeplatz yuvarlak ortasına “H” harfinin patentini alabilirken, Abt’a yuvarlak ortasında “U” harfinin patenti verilmişti.
Heinz Hubschrauberlandeplatz soyadını da değiştirip dünyanın her yerinde kullanılan helikopter pistlerinden aldığı telif ücretleriyle kendine büyük bir servet kurarken zavallı Bernhard Abt patentinin bir işe yarayabilmesi için yıllarca “Unikopter” adını verdiği tek pervaneli bir uçan araç üzerinde çalışmış; ancak ayrodinamik bilgisinin yetersizliği ve hayal kırıklığına yatkın yapısı yüzünden başarılı bir sonuç elde edememişti.
Yıllar sonra en küçük torunu Bernd Abt sefalet içerisinde yaşarken hikayeyi dedesinden ölüm döşeğinde dinleyecek, biricik dedesinin hakkını yiyen aileden intikamını alacağına yemin edecekti. Dedesinin işe yaramaz prototip tek pervanesini alarak Hubschrauberlandeplatz ailesinin en küçük ferdi Hans Hubschrauberlandeplatz’ı ve o sırada Hans’ın yanında olma şanssızlığını gösteren caddy Savraj’ı işe yarar tek yanı sivri kenarları olan pervaneyle ortadan ikiye bölecekti.
Kumun içerisinde bir yuvarlağı bıraktığı Hans Hubschrauberlandeplatz’ın yarım bedeniyle aileye bir mesaj vereceğini düşünmüşse de hiçbir işe yaramayacak ve sonunda hapsi boylayacaktı.
* * *
Hapishaneden kilometrelerce uzakta, Turta Deliği’nde Emerson Cod’ın keyfi yerindeydi. Hans Hubschrauberlandeplatz’ın bedeninin diğer yarısını polis daha sonra gölette bulmuştu; ama cinayeti çözen kişi Emerson Cod olduğundan Hubschrauberlandeplatz ailesi ona yüklü bir miktar ödeme yapmıştı.
O sırada otuz yıl, on iki hafta, üç gün, on üç saat ve kırk beş dakikadır hayatta olan Ned tezgahın arkasından onun paralarını mutlulukla sayışını izliyordu. Bir masaya temizlemekte olan platonik aşık Olive Snook’un onu izlediğinin farkında bile değildi. Bakışları Emerson Cod’dan uzaklaştı. Tezgaha arkasını döndü ve mutfakta fırındaki turtaları çıkaran çocukluk aşkı Charlotte ‘Chuck’ Charles’a baktı. Onu bulduğu zaman bedeninin bütün halinde olduğuna şükrederken göğsünde oturan sirk fili büyüklüğündeki sıkıntıyı düşündü.
Chuck sıcak turtayı masaya koydu. Üzerinden çıkan dumanı burnuna çekti, gözlerini kapattı. Gözlerini açtığında karşısında onu izleyen Ned’i gördü ve gülümsedi. Turtacı bedeninin her bir parçasıyla kendini tamamlanmış hissediyordu.
- Yekta’nın Salı Günü - 15 Haziran 2016
- Bo-A3000 - 15 Haziran 2015
- Olduğu Yerde Duran Şeyler Sanatı - 15 Nisan 2015
- Hubschrauberlandeplatz Patenti - 15 Haziran 2013
- Dev Gibi - 12 Mart 2013
Selamlar,
Güzel bir Pushing Daisies ‘bölümüydü,’ ellerine sağlık. Doğrusu helikopter pistinin Almanca adının bu kadar uzun olduğunu bilmiyordum, bu isimden böyle bir hikaye çıkacağı da aklımın ucundan geçmezdi. Bağlantıları gayet güzel kurmuşsun; adamın sadece bacaklarını bulup cinayeti hemen çözememeleri, bacakların dairenin içine U gibi yerleştirilmeleri, unikopter… Hepsi gayet keyifli ayrıntılardı.
Bununla beraber havada kalan bazı şeyler de yok değildi hani. Hans golf kulübüne giriş yapmadıysa içeride ne işi vardı, ağabeyi neden son anda gitmekten vazgeçti, babası sigorta parasıyla ne yapıyordu vb. Bu ipliklerin ucunu da bağlasan tam olacakmış.
Yine de 32 yıl 11 ay 8 gün 13 saat 29 dakikalık hayatımda gayet keyif aldım okuduğum öykülerden biriydi. Kalemine sağlık.
Teşekkür ederim İhsan Abi. Gerçekten de havada kalmışlıklar varmış öyküde. Yorumunla tekrar farkettim. Biraz aceleye gelmesi, yazıldığı dönem kafalarımızın hep başka yerde olması etken olabilir; ama mazeret olamaz. Havada kalmışlıkların çoğunu aslında birkaç cümleyle bağlayabilir mişim üstelik. Keşke yapsaymışım.
Vakit ayırdığın için sağol.