Not: Şubat 2011’de (Bulut) Öykü Seçkisi’nde yazdığım “Son İfrit’ten Kız Kaçırma” adlı hikayenin devamıdır. Yukarıdaki hikayeye yapılan yorumlardan biri; “Sonu için diyebileceğim şey; Cin For Vendetta… TılsımlıPeri;.
Gecenin kör vaktinde, hikayelerde ve efsanelerdeki gibi ters ayaklı bir varlıkla, Edirne Saraçlarda bir börekçide karşılıklı oturup börek yiyip ayran içtiğimizi söylesem bana sövüp sayıp “Hadi lan kırık” dersiniz. Ama herşeyin başlangıcında ben “üç harflilere” karışmış bir eskiden insan olan’la oturmuş börek yiyordum işte o saatte. Börek kıymalı, ayran tuzlu, vakit tatsız. Tezgah altındaki votkasından demlenmekte olan börekçi öyle bir kafadaydı ki karşımdakinin ters ayaklarını gördüğü halde garipsemedi. Hatta Halil’in üstündeki tarihi filmlerden çıkma kostümvari giysilere, takılara bile şaşırmadı. Alkolden gördüğünü zannederek hiçbir şey söylemedi, demlenmesini sürdürdü.
Kaderi fantastik mavralar yaşasa dahi o insanın başını asla bırakmaz. Yıllarca peri kızlarını görenleri, Sılat türünden cinlerin aşkına onların alemine karışanları okumuştum. Bir peri kızının ardından hiçlikle karışmak daha çok isteyebileceğim bir şeydi. Ama ben bir üç harfliyle oturmuş börek yiyordum. Onların alemine karıştığından beridir börek yemeyi özlediğini söylemişti. Tabi önce kaldığım pansiyonun koridorunda tıpkı o kız yurdunda gece görülen ters ayaklı hademe gibi bir anda belirip korkudan betimi benzimi attırmıştı. Kaf dağının ötesinde, periler ülkesinde bir ihtilal örgütü kurduğunu söylüyordu. Peri padişahını devirmek için cinler ve periler üzerine, adetler ve hikayeler açısından belli bir bilgi birikimim olduğundan yardıma ihtiyaç duymuş beni de yanında götürmeye gelmişti. Ama önce Saraçlara inerek öğrencilik yıllarında sıklıkla yaptığı gibi gece vakti bir börekçiye inip kıymalı börek yemek yanında ayran içmek istemişti. Tuttu elimden, boyutlardan moyutlardan geçtik Saraçlara indik. Daha önce minibüslerle geldiğim Saraçlara bu yolla gelmek tuhaf gelse de en nihayetinde börekçide oturmuş kıymalı börek yiyorduk.
Karşımda oturan sonradan ters ayaklı varlık bir yabancı değildi. Halil zaten yaşarken de doğaüstü sayılabilecek birisiydi, sadece benim onu bulaştırdığım bazı netameli olaylar sonucunda yıllar önce cinler alemine karışmıştı. Öldüğünü varsaymıştım, yahut kaybolduğunu. Ama işte yıllar sonra gecenin kör vaktinde çıkıp gelmişti. Eskisinden farklıydı. Bir kere onların alemine karıştığından fizyolojik özellikleri değişmişti. Ayakları tersti. Gözleri ve yüzü insana biraz tuhaf gelebilirdi, birine baktığı zaman bakışlarından bir acayiplik sezilebiliyordu. Boyu normalden biraz fazla uzamış, uzun süre kılıç kullanmış gibi iri yarı bir hale gelmişti. Üstünde eski tip örme zincir zırh, belinde kalın tokalı deriden kemer, sırtında kahverengi kürkten pelerin. Başında boynuzlu, kakmalı işlemeli, çeşitli ifrit tasvirleriyle süslü bir miğfer. Belinde, Bulgaristan’da komünist yönetimin el değiştirdiği dönemde bir müzeden dayısının aldığı 1500’lü yıllardan kalma gümüş savatlı yatağan ve öteki belinden sarkan altın işlemeli, tılsımlı gibi görünen eğik uçlu bir kılıç. Sırtında içinde tirkeş tirkeş oklarla dolu bir sadak ve asılı duran boynuzdan yapılma gibi duran yay. Fantastik edebiyatçıların çocuksu zihinlerinden fırlayıp gelme bir masal cengaveri gibiydi. Fantastikçilerden Mahmut’u da yanına almış “bilinmeyenler alemine” karıştırmıştı. Artık Kaf Dağı İhtilal Örgütü’nün bir üyesiydi. Zaten değişmeyen tek şey Halil’in Balkanlardan gelme komitacı genleriydi.
Börekleri yerken ben sordum o cevapladı. Yolculuktan önce hikayemizin ve kaderimizin gidişatını şekillendiren o konuşma aşağı yukarı şöyle cereyan etmişti:
“-Uyum sağlamak zor olmadı mı?”
“-Neye? Onların alemine mi? Yoksa üç harfli olmama mı?”
“-Hepsine birden.”
“-İlk başta zordu tabi. Ama zaman geçtikçe her şeye alışıyor insan. Ya da cin. Ya da her neyse.”
“-Orasıyla burası arasında bir hayli zaman farkı varmış. Okuduklarıma göre orada zaman daha hızlı aktığı için asırlarca ömür sürüyorlarmış.”
“-Doğru o. Zaman geçtikçe dedim ya benim olaya alışmam bir on yılı bulmuştu. Şimdi 2011’deyiz değil mi? Ben 2008’de o aleme geçmiştim. Yani şimdi takribi 26-27 yaşında olmam lazım. Ama oraya geçince iş değişti. Ben şimdi 78 yaşındayım.”
“-78 sene onların arasında ha? E insan olmak istemedin mi?”
“-İnsanlarla evlenmemiz serbest. Hatta benim için daha kolay. Ama bir kere o aleme geçince, geri dönmek pek söz konusu değil. Yani nefesi kuvvetli hocaların kurtardığı insanlar olurmuş ama ben böyle kaldım. Çokta sıkıcı değil. Kılıç taşıyorum, arada ifritlerle cenk ediyorum. Kitaplarda okuduğum şeyleri gerçek yaşamımda yapabiliyorum. Eğlenceli bile sayılabilir aslında.”
“-Abi alışılacak şey mi bu?”
“-Benim böyle olacağım baştan belliymiş Mahmut. Ailede bazı şeyler anlatılırdı benimle ilgili.”
“-Nasıl şeyler?”
“-Ben ölmüşüm. Çok ufakken ateşli bir hastalık geçirmişim kalbim durmuş. Amcam kapl masajı felan yapmış canlanmışım. Hareketlerimi, garip olmamı hep buna bağlarım. Ölümden döndüm lan daha ne bok gelebilir ki başıma? Sonra gördüğüm tuhaf şekiller, gölgeler, uykusuz geceler felan. Ben zaten evvelden öte alemlere geçmişim. Oradakiler öyle söylediler. Bazı insanlar bu tip değişimlere eğilimli olurlarmış. Büyücülüğün kandan gelmesi gibi bir şey yani. Hani Muhtatif’in giderayak açtığı o gayb kapısından geçmesem de bir gün onların alemine bir şekilde karışabilirmişim?”
“-Ben nasıl geçeceğim sizin aleme peki? Benim de ifrit mi kesmem lazım?”
“-Yok, ben bir yer biliyorum oradan geçeceğiz. Bazı kabileler var onların başlarıyla görüşeceğiz, karar alacağız ihtilal için. Sende aracılık yapacaksın.”
“-Abi yalnız tarihçi olarak şunu söyleyim ona buna söyleyip, sormaya kalkarsanız ihtilal dile düşer. Gelişini belli eden hamlenin başarı şansı sıfıra yakındır.”
“-İhtilalin lideri benim, benim işime karışma. Sen sadece kabileleri seçeceksin, hangisiyle işbirliğine gitmeliyiz felan. Birde aracılık yapacaksın işte.”
“-Abi seksen küsür senedir o alemdesin benden iyi bilmen lazım o mevzuları. Ben sadece yaşayışlarını ve adetlerini biliyorum, o da asırlık kitaplarda geçenlere göre. Ben Güneri Cıvaoğlu muyum, Mehmet Ali Birand mıyım, Kaf dağının ardının siyasi yapısını gün gün yorumlayıp size söyleyeyim?”
“-Benim bildiklerim var ama yine de seni tanıyanlar seni önerdiler. Onların içinde seni tanıyanlar vardı, bir şekilde akrabalık bağın mı varmış ne varsa artık. Böyle biri var, kabileleri, bölgelerini bilir, huylarını bilir dediler ben de o yüzden geri döndüm.”
“-Vay be. Orada bile tanıyorlar ha. Hem de bağım var orayla. Tuhaf.”
“-Benim her zaman bir fikrim vardır. Ama özellikle seni duyunca yanıma alma ihtiyacı duydum. Benim bildiğim bazı şeyler var sen kendi bildiklerinden haber ver şimdi?”
“-Abi söyleyeceklerimin çoğunu biliyorsundur ama divan edebiyatından, meddah öykülerinden gördüğüm kadarıyla sizin alem özellikle, Kaf dağının ardında bir hiyerarşi var. Çok kudretli periler en tepede gelir. Onu Saali cinler yani Sılat cinleri izler sayıları fazladır. Gilan cinleri gelir sonra yani Agval dedikleri, Gulyabaniler. Bunlar Kaf dağının öte yakasında kaldıklarından pek bir gücü yoktur. Kaf dağının ötesinde olduğu halde gücünü hissettirebilen tek cin türü ifritlerdir. Onlarda son derece kurnazdır pek güven olmaz ama perilerle bir iktidar mücadelesi içindedirler onları etkilersek Sılatlar sonradan bize uyum sağlayacaktır. Bir de maridler var. Ama maridler o kadar güçlüdür ve kontrol edilemezdir ki irtibat bile kuramayız. Süleyman Peygamber zamanındaki ifrit isyanından dolayı ifritlerle aralarına kan girmiştir derler, ama bana sorarsan daha Cinlerin Annesi Şehrettünnar’ın vefatına kadar uzanır onların kavgası. Sizin devireceğiniz peri padişahı oldukça güçlüdür. Hani sadece kabileleri toplayarak yenemezsiniz. Yine de ilk elden ifritlerle görüşelim derim ben.”
“-Benim bildiklerimde aşağı yukarı aynı”.
“-Peri padişahını neden devireceksiniz peki? Zaten içinde bulunduğumuz durum yeterince fantastik ama yine de merak ettim.”
“-Ömrüm savaşlarda geçti. Orada yani. En son seferimde, ordusunda savaştığım peri beylerinden birisi beni çağırıp bir vazife verdi. Sılat beylerinden birinin kızını kaçırmak. Kızın kaçırılması sırasında girdiğimiz şehrin muhafızlarıyla çatıştık ve kaçak durumuna düştüm. Dağlarda gulyabanilerle yatıp kalkıyoruz artık. Eşkıya oldum senin anlayacağın. O peri beyi bana arka çıkacağına hiç sesini çıkarmadı. Yirmi senelik bir zaman dilimini dağlarda geçirdim insan ömrüne göre. Sonra bazı sılatlar bana katıldılar. Kaçak durumunda olanlar. Peri padişahını devirmeden bize huzur yok sonuçta. Bizde Kaf Dağı İhtilal Örgütü’nü kurduk. Dahası önce bizimle bir bey ya da ece irtibat kurdu. Babamı tahttan indirin, ben sizi yönetirim hem de affederim diye haber saldı. Kim bilmiyoruz. Kuvvetli bir ordu toplamadan ya da güçlü bir hareket gerçekleşmeden kim olduğunu söyleyemeyeceğini bildirdi. Kısaca bazı mevzulara girdim.”
“-Abi birde ekip önemli. Şimdi bizim elimizde kaç kişi var?”
“-Altmış küsur gulyabani. Dağ gulyabanisi. Altı umacı, birde onların horantası olarak yirmi dev. Birkaç çeşit uzun kız, kuyu kızı, çay ninesi, karabasan. Bir tane benim sağ kolum olan Necze, kendisi Alkızı’dır. Bundan başka asi sılatlardan silah kullanır otuz kadar yiğit. Bir de üçer tane dişi sılat. Sağlam sihirbaz olurlar bilirsin. Ha iki tane de kardeş var ifrit melezi bunlar.”
“-Bunlarla ihtilal yapmayı bırak köy bile ele geçiremezsin aga. Peri padişahının sarayının bin tane kapısı vardır. Her kapıyı bin tane muhafız tutar. Bunlar sılattan, ifrit devşirmelerinden oluşmadır. Sihirbazları, ejderhaları, koruma amaçlı tılsımla tutulan cinleri, iblisleri, canavarları, büyüleri, efsunları saymıyorum bile.”
“-Kardeşim zaten amacım Age of Empires kafasında köylüsüne kadar toplayıp savaşa girmek değil. Baskın yapacağız. Bir anda peri padişahını alt edeceğiz.”
“-Sizin bu peri padişahı dediğiniz bildiğim kadarıyla hem savaşçı hem büyücüdür. Yani Türk filmlerindeki Bizans kralı gibi köşe bucak kaçıp surlardan aşağı atlamaz sizi görünce.”
“-Cinler sultanına haber saldık.”
“-Hanedan hala cinlerde yani sılatlarda, kaf dağının ötesindeki sılat sultanlığında Tarsif hanedanında mı?”
“-Evet. İşte dedik böyle bir durum var, malum aralarında savaş hali sürüyor felan destekler mi diye. O da bize çıkaracağımız padişahı ya da kraliçeti tanıyıp destekleyeceğini ama saraya girip padişahı ele geçirmenin zorluğunu söyledi. İfritlerden bir ordu ya da başka bir kabile birliğinden. Onlar saldıracak bizde padişahı pusuya düşüreceğiz.”
“-Abi birde benim korku meselesi var. Ben o korkunç varlıklara nasıl yaklaşacağım? Hadi sen tanıdıksın da ben sonuçta hala insanım abi korkuyorum doğal olarak.”
“-Oğlum korkacak bir şey yok. Hepimiz karar aldık, ben de liderleriyim.”
“-E insan yeme felan?”
“-Doğru o vardı değil mi? Neyse. Sen yolculukta ve orada dibimden pek ayrılma. Hem orayı seveceğine inanıyorum. Zırh, kılıç felan ayarlarız sana. Kalk gidelim hadi!”
“-Abi mızraktı kılıçtı derken babalara gelmeyelim?”
“-Sen bize lazımsın. Hem romanların için malzeme de çıkar. Yakından görürsün o yazdığın, çizdiğin varlıkları.”
Adamın parasını verdim, dışarı çıktık. Şehrin dış kısımlarına doğru yürüdük. Yanımda o alemden bir varlık olduğu için önceleri göz yanılması olarak gördüğüm siyah gölgeleri daha sık görmeye başlamıştım. Mezarlık ve çöplük civarlarından geçerken tekinsiz varlıklarla kaynadığını gördüm. Uzak yıldızlardaki tuhaf ve tekinsiz varlıkları bile hissediyordum sanki. Bir süre sonra tarlalara çıktık. Gecenin gör karanlığında cinlerin perilerin davullu zurnalı düğün alaylarının arasından geçtik. Kapılar açıldı. Girişi çıkışı meçhul, tepesine bilinmeyen zamanlardan kalma, maddeden oluşmamış varlıkların tünemiş olduğu kapılar. Kırk bin alemden, diyardan geçtik ve sadece yürüyorduk. Bir anda öyle bir yerde yürümeye başladım ki Kaf dağının ötelerine geldiğimi sadece hissettim. Ak zirveler, sayısız şehirler ve altından gümüşten kubbeler. Perilerin iç gıdıklayıcı şarkılarının rüzgarla taşınan sesleri. Ama hepsi çok uzaktaydı. Biz daha eski devirlerden kalma mermerden harabelerin, mezarlıkların ortasında bir dağ başındaydık. Bir zamanlar cinlerin dünyada saltanat sürdüğü görkemli zamanlardan kalma harabelerin içinde tuhaf bir kalabalık yaşamaktaydı şimdi. Çoğu gulyabani, çoğu umacı arada çeşit çeşit varlıklar, sürüsüne bereket “iyi saatte olsunlar”. Birde pür silah Sılat’lar. Halil’i görür görmez bir grubun sanki gökte süzülürmüş gibi bize doğru geldiklerini gördüm. Boyu neredeyse devlere varan, kara suretli, kızıl gözlü, kıllı vücutlu iki ifrit, birbirinden güzel ve korkutucu görünen üç tane Sılat kızı, pür silah beş tane Sılat eri ve önlerinde yürüyen kara suretli gibi görünen ama tuhaf biz cezbesi de bulunan, topuklarına dek uzanan kızıl saçlarıyla hikayelerde dinlediğim bir alkızı. Üstündeki beyaz kefenin üstündeki kızıl kanlarının insan ciğerinden fışkırma olduğunu tahmin etmem hikaye bilgilerime dayanarak tahmin etmem de çok uzun sürmemişti. Birbirinden enteresan varlıklar gözlerini bana dikerek bakıyorlar, korkudan dilim tutulmuş bir halde bende onları seyrediyordum. Göklerindeki karanlık benim gördüğüm geceye, altımdaki toprak benim üzerinde doğduğum diyara benzemez bu garip diyarda sanki bir rüya halindeydim. Gözlerimi sıkıca yumup açsam uyanacaktım. Halil diğerlerine dönerek konuşmaya başladı. Değişik bir lisandı, rüzgar uğultusuna benziyordu. Konuşuyorlar, söyleşiyorlardı ama bana uzaktı, dünyadan herhangi bir insanın da anlayabileceğini zannetmiyorum. Halil’in söylediği bu lisanı cinlerin dışında kimsenin anlayamayacağıydı. Dilimi bilen tek kişi oradaki Alkızı’ydı, o da asırlarca Anadolu’ya gidip geldiğinden olsa gerek diye tahmin ediyordum. Dışarıdan küçük bir çadıra benzeyen, ama içinin saray kadar geniş olduğu büyük bir otağa girdik. Halil sürekli diğerleriyle konuşuyordu, tartışıyordu. İlk başlarda bu harekat fikrine onlarda sıcak bakmıyor gibiydi. Burada zamanın neresinde olduğumuzu bilmeden ne uzun ne kısa geçen bir sürede tartışmaları sürdü. Bu sırada Alkızı’na neden tartıştıklarını sordum. Asi sılatların daha değişik bir fikri olduğunu, harekatı buna göre yapmak istediklerini söyledi. Ne olduğunu sorduğumda, tılsımlı bir silah yardımıyla sarayı basabileceklerini söyledi. Bu diyarda bu tipte sayısız tılsımlı silah olduğunu ama bu derece kudretli bir silahın olup olmadığını sordum ona. Sılat beyleri bu tip silahların bulunduğu bir gizli ambarın bulunduğunu iddia ediyordu, Halil ise bunun padişah yanlılarının uydurduğu bir söylenti olduğunu, hemen harekete geçip baskın yapmaları gerektiğini savunuyordu. O böyle söyleyince bir an durup, aklıma gelen eski bir hikayede ismi geçen, böyle çeşitli nadir eşyaları tılsımları toplayan birinin ismi geldi aklıma. Rivayetlere göre Bağdatlı bir hırsızın, Kaf dağının ötesine geçerek “Kırk ambar” deyiminin geldiği yer olan “Bühteşg’in Kırk Ambar”ı hikayesinde, Bühteşg isimli oldukça ihtiyar bir sılatın, tılsımlı yapısıyla görünenden büyük bir ambar yaptırıp, kapısı birbirine benzer kırk farklı ambar inşa ettirdiği anlatılırdı. Odalardan birinde çeşit çeşit tılsımların bulunduğu anlatılır, ama geri kalanlarında ise tuzak olarak canavarların ve ya hilelerin beklediği söylenirdi. Bağdatlı hırsız, gemisine gereken rüzgarı sağlamak için rüzgar tılsımını aramış ve ambara bu şekilde girmişti. Doğru ambarı bulmak için Bühteşg’in ambarın girişindeki evine girmiş ve bir harita aramaya başlamış. Bühteşg’in doğru odayı bulmasına yardım eden şeyi arıyormuş. Bühteşg’i gizlice takip etmiş ve onun sırrını çözmüş. Bu ambarda kırk oda varmış, karşılıklı duran yirmişer kapı hesabından. Değişik bir mimari sistemle yapılan bu yere girer girmez, sadece duvarlara gizli bakır borulardan etkilenen top şeklinde bir mıknatıslı taşı yere bırakır, onun durduğu kapının gerçek oda olduğunu bilirmiş. Ama tılsım gereği odalar yer değiştirdiğinden bir kez farklı yerden girip öteki kez farklı yerden çıkılan, acayip bir özelliği de varmış. İşte hırsız o taş yardımıyla tılsımı alıp kaçmış. Bu hikayeyi Halil’e aktardığımda, ne işe yarayacağını sordu. Hikayeden biliyordum ki o oda da bulunabilecek her türlü tılsımlı gereç mevcuttu. Eski silahlar, büyüler, eşyalar ve daha bir nice faydalı şeyin olduğu söylenirdi. Bunun cinler arasında bile hikaye konusu olduğunu, ama o sılatların gerçekten o ambarın sarayın yakınlarında bulunduğunu Halil’e söylemesi onu ikna etmişti. Planını değiştirmişti. Çeşitli noktalardan şehre girecekler, tılsımlı silahları kuşanıp doğrudan sarayı basacaklardı. Böylece aniden ihtilal kararı alınmış, asiler korkmalarına rağmen sırf bir efsanenin peşine düşmekten çekinmeyecek kadar cüretkar bir şekilde öbek öbek peri padişahının sarayının civarına doğru saklana gizlene ilerliyorlardı. Her biri sarayın gizli dehlizlerine uzanan ve yeminlerle yerini bildikleri için kavilleştikleri yerde buluşacaklardı. Ben, Halil, alkızı, büyücü sılatlar ve o beş sılat savaşçısı ile iki ifrit kardeşler ayrı bir grup olarak ambara girecekti. Dağdaki sığınak boşaldıktan sonra bizde silahlanıp şehre doğru indik. Bataklıklardan, ormanlardan ve sütunların arasından geçiyorduk. İnsan aklının alamayacağı şeyler görüyordum. Korkudan neredeyse dizlerim titriyordu ki alkızı gözlerimi bağladı, ellerimle kanlı kefenine tutundum düşe kalka onlarla ilerledim. Tuhaf sesler, böğürtüler, çığlıklar, etin kemikten sıyrılma sesleri, bir nice dehşetengiz şeylerin sesi kulaklarımda çınlıyordu. Efsanelerde geçen kırk ambarı arıyorlardı yahut peşimize peri padişahının casusları takılmıştı. Gözlerimi açtıklarında büyükçe bir köşkün bahçesindeydim. Halil’in dediğine göre hikayedeki gibi bahçesinde ardiyeye benzeyen kümbet benzeri bir yapının olduğu şehirdeki tek köşk buymuş. Öyle silik, öyle izbe bir görüntüsü vardı ki buradaki tılsımlardan peri padişahının bile haberinin olduğunu sanmıyordum. Bir grup sılat o metalik gülleyi bulmak için eve girerken biz bahçede kalmıştık. Hikayeye göre Bağdat’lı hırsız Bühteşg’e oyun etmek için onu bahçe kuyusuna atmıştı. Hakikaten bahçede tuhaf görünümlü bir kuyu vardı. İfrit kardeşler benim bile girebileceğim kadar geniş kuyuya Halil ile beni sarkıttıklarında fazla derin olmayan büyükçe bir su mağarasına indiğimizi gördüm. Yerde bazı gümüş veya altın sikkeler, paslı kapkacak parçaları ve bazı insan veya insan olmayan varlıklara ait kemik parçaları vardı. İçerisi tuhaf bir şekilde yeraltı mağarasının duvarındaki minarellerden, parlak taşlardan gelen ışıklarla aydınlatılmış gibiydi. En ilginç şey ise dört tane kuru kadavraya aitti. Taze cesetlere benziyorlardı ve insana aittiler. Üzerlerinde günümüz özel kuvvetlerinin giydiği operasyon kamuflajlarına benzeyen giysiler ve kar maskeleri vardı. Yanlarında da IMI UZİ markalı hafif makinalı silahlardan vardı. Bir tanesinin elinde duran Tevrat’tan ve bir tanesinin çantasında çıkan bazı İbranice yazılı kağıtlardan, resimli kimliklerden bunların bir zamanlar yaşayan MOSSAD ajanlarına ait olduğunu anladım. Halil’e MOSSAD ajanlarının cesedinin buraya nasıl gelebileceğini sordum. Parapsikoloji araştırmaları yürüten bazı istihbarat servisi mensuplarının, ajanların alemlerden alemlere geçebileceğini söyledi. Muhtemelen bunlarda bir keşif gezisine çıkmış ama sonuçlarını açıklayamamış ajanlardı. Halil’in söylediğine göre daha eski dönemlere ait olanlar da varmış. Hatta bir grup Nazi askerinin kalıntılarını ve bazı Nazi deney dokümanlarını bile bulmuşlar. Mağaranın zeminine bakınırken gerçekten hikayedekine benzeyen paslı bir gülle bulduk. Tekrar ifritlerin yardımıyla mağaradan çıktık. Köşkten çıkanlarla birlikte kümbete girdik. Bühteşg kendilerine göre bile asırlar önce ölmüştü, bir iz bir işaret bulamamışlardı. Kümbet hakikaten hikayede anlatıldığı gibi uzun ve aydınlık bir dehlizden oluşuyordu. Sağda yirmi, solda yirmi tane olmak üzere tam kırk kapı vardı. Topu zemine bıraktığımızda bir süre yerinde kaldı. Sonra ağır ağır yuvarlanarak bir kapının önünde durdu. Ardından iki kapı arasında gidip gelmeye başladı. İlk başta gerçek olanın hangisi olduğunu bilmediğimizden sadece göz ucuyla bakmak için bir tanesini açtığımızda kapıyı açan sılatın tekrar sıkıca kapattığını gördük. Ne gördüğünü bize söyleyemeden gözümüzün önünde sararıp solarak hiçliğe karıştı. Tılsımın yanıldığına kanaat getirerek önündeki kapıyı açtık. Saraylar kadar geniş bir salon ve müze misali cam kafesler içinde mermer kaidelerde sergilenen türlü çeşit tılsımlar, silahlar, mumyalar ve bir nice kitap bulunmaktaydı. Ah zaman olsaydı da bunları tek tek inceleseydim! Herkes bir silah, işe yarar bir tılsım bulmak için dağıldığında ben de kitaplara olan tutkuma binaen kitapların sergilendiği büyük kütüphanenin önüne gitmiştim. Kitapların çoğu benim anlamadığım dildelerdi ama eski dönemden olduğu kadar günümüzden de kitaplar vardı. Burada hakikaten zaman mefhumunun bir önemi yoktu. Mesela Osmanlı döneminden kalma büyü kitapları kadar, Latin diliyle yazılmış kitaplarda vardı. 1930’lara ait daktilo yazımı el yazması kitaplarda vardı, İngilizce, Almanca gibi dillerde. Ama tek ortak noktaları büyülü şeylerle ilgili olması ve benim daha önce isimlerini hiç duymadığım şeyler olmasıydı. Komik isimleri vardı bazısının: “Ejderhayı Öldürmeden Yaşatıp Kanından Faydalanmanın Yolları”, “Kaçırılmayan Peri Prenseslerinin Hikayeleri”, “Trajik Sonlu Büyüler” gibi. Ama bir tanesi mizahi gibi görünse de hikayelerim için bulunmaz bir kaynak olabilir diye yanıma almıştım: “Gerçek Necronomicon Kitabında Geçen Varlıklar ve Onları Çağırmanın Kanıtlanmış Yolları”. Her biri çeşitli silahlar bulmuştu. Mehere’nin Bir Çekişte Bin Düşmanı Helak Eden Ateşli Ok Fırlatan Tılsımlı Yayı, T’sin’in Kırk Kat Zırh Deler Mızrağı, Vahara’nın Büyü Savaşları zamanında cadıların göklerden saldığı yok edici, büyülü yıldırımlarıyla dövülmüş Yıkımgetiren kılıcı ve bir nice silah. Bunları ve görünüşlerini hikayelerden duyuyordum canlısıyla karşı karşıyaydım. Ama en çok dikkatimi çeken Halil’in elinde tuttuğu şeydi. Gerçekten mahiyetini bilerek mi bunu seçmişti yoksa tesadüfen mi? Tarihin bilinen en eski dönemlerinde, bizzat büyücülerin babası Marudon kendi elleriyle bu silahı yapmıştı. Büyük bir çekice benzese de şekli dev bir yumruğu andırdığından “Demir Yumruk” derlerdi. Yıkamayacağı yapı olmayan, deviremeyeceği insan olmayan, yıldırımlar saçan muazzam bir silahtı. Savuranın gücünü zapt edemezse boyutları ve zamanı bile yırtabilecek denli kudretli bir efsunu içinde taşıdığı söylenirdi. Böylelikle kümbetten çıkmış, ihtilali başlatmıştık ama ters giden bir şeyler olmuştu. Bahçeye çıktığımızda kılıç şakırtılarını duyuyorduk. Ok sesleri geliyordu. Bahçeye bir grup sılatın koştuğunu gördük, sığınakta gördüklerimdi. Halil’le hararetli hararetli tartışıyorlardı. Alkızı’nın söylediğine göre padişahın casusları bir şekilde bizi fark etmiş ve yerimizi bulmuşlar. Korkudan elim ayağıma dolaşmıştı. Hikayelerde okuyup efsanelerde dinlediğim peri padişahıyla resmen cenge girmiştik! Halil bana dönerek tılsımlı silahlarla vuruşarak sarayı basabileceğimizi söyledi. Bahçe kapısından gelen ifrit alaylarını görür görmez korkudan dizimin bağı çözülmüştü ki biraz sonra gördüklerim korku yerine hikaye yazma isteği uyandırmıştı. Bin ok yağdıran yaylar, tılsımlı silahlar ve Demir Yumruk’un her savruluşunda helak ettiği yüzlerce padişah çerisi. Her savruluşta hiçliğe karışanlar, çöken zaman ve yırtılan mekan. Şehrin ortasından vuruşa vuruşa geçip sarayın kapılarına vardığımızda ben masal dinleyen çocukların saflığında bu destansı savaşı seyrediyordum. Neden bu kadar güçlü bir silah olduğunu anlamıştım o anda. Demir Yumruk aslında silah olarak icat edilmemiş, boyutları silah olarak kullanan bir araçtı. Çünkü düşmanla temas etmiyordu ve yıldırımların yaladığı yerde çeşitli ebatta ve şekilde boyut kapıları birbiri ardına açılıyor binlerce askeri bir anda göz açıp kapayıncaya kadar yutabiliyordu. Bu savaş algımın ve zihnimin çok ötelerinde bir savaştı, tasvir etmeye ne gücüm ne dilim elverir.
Peri padişahının sarayını bastıktan sonra taht odasına girdik. Halil’i en son orada peri padişahıyla savaşırken görmüştüm. Azametli bir kraldı peri padişahı. Demir Yumruk, boyutları yırtan o lanetli heyula Halil’in elinde kontrolden çıkmıştı. Tuhaf tuhaf alemlerin kapıları açılıp kapanıyordu. Öyle şeyler gördüm ki o kapıların ardından gözlerimi yumup olduğum yerde bir duvar dibine çöktüm kaldım. Sesler kesildiğinde bile gözlerimi açmamıştım. Neyden sonra alkızı açtı gözlerimi, harbi kazandığımızı, peri padişahını devirdiğimizi söyledi. Halil’i sorduğumda açılan bir kapıdan peri padişahıyla kaybolup geçtiğini yazdı. Bu noktada yazgıma şaşırdım ey dinleyici. Bir önceki hikayede böyle bitmemiş miydi? Acaba hangi boyutların hangi zamanların ötesine geçmişti. Ya da bir zaman diliminde miydi? Alkızı en yakın arkadaşı olduğumdan ihtilal liderliğinin bana geçtiğini söyledi. Gidip tahta geçirecekleri ece veya şehzadeyi bulup tahta geçirecektik ki hala kimi başa geçireceğimizi bilmiyordum. Grubun kalanlarıyla birlikte koca sarayı dolanmaya başladım. Bir ara tuhaf bir şeye rastladım. Üç insanla karşılaştık. İnsandılar zira ayakları benimkiler gibi düzdü. Ama giysileri ve taşıdıkları silahlar onların ortaçağdan gelme olduklarını gösteriyordu. Naziler, MOSSAD neyse ortaçağdan gelme, sarıklı, zırhlı, kılıçlı adamların bu devirde ne işi vardı hem de bu sarayda? Adamlardan ikisi kafasına güzel yüzlü, siyah saçları topuklarına uzanan bir kızı kollarından tutmuş götürüyorlardı. Sağ tarafındaki adam iri yapılı, şişman, kara suratlı korkunç görünüşlü orasında burasında bıçakları olan bir adamdı. Sol tarafındaki adam ise ince yapılı, kuru yüzlü, tilki suretli, sarı saçlı, siyah yüzlü, belinde silahlar ve divitler okkalar taşıyan bir adamdı. Onların önlerinde liderleri olduğu her hallerinden belli bir adam vardı. Orta boylu, esmer, yeşil gözlü, sivri suratlı, örgülü uzun siyah saçları olan bir adamdı. Karşılıklı silahlı külahlı saldırıya hazır ve nazır bekliyorduk. Benim grubumdaki o cinler, benim dışımda sarayın içerisinde bir grup insana rastlamaktan ve aralarında muhtemelen peri prenseslerinden birini görmelerinden dolayı benden daha şaşkındılar. Adamlardan zayıf olanı, öndeki örgülü saçlı olanına sordu:
“-Yakalanduk beyim, ne idelüm?”
“-Kavi durasuz! Peri padişahının çerülerine benzemezler!”
Ortaçağ’dan, tarih kitaplarından aşine olduğum Anadolu Türkçesini duyunca sordum:
“-Türki lisan bilir misiniz?”
En önlerindeki örgülü saçlı olanı:
“-Bilirün, bilirün de adem başuna bu ecünnülerin arasunda ne gezersün?”
“-Hocam hiç karıştırma orasını girdik bir işe. Siz peri padişahının adamı mısınız? Değilsiniz. Kız kaçırma felan, nasıl geldiniz?”
“-Çelebi vazifemüz gereği sana bunu söyleyemem!”
“-Saray bizim elimizdedir. Ben ne bileyim peri padişahının adamı olup olmadığınızı? Tahta çıkan şehzadeyi ararız!”
“-Sen Türkmen misin? Lisanın benzer ama ağzın başka dir.”
“-Türkmenim, Türkmenim’de siz kimsiniz? Böyle ortanızda peri kızıyla felan?”
“-Sana kim olduğumuzu dimek üstümüze vazife değil. Ama peri padişahının adamına bağlu değülüz. Konya sultanının kullarıyız.”
“-Konya sultanı? Karamanoğlu mu Selçuklu mu?”
“-İlk dediğini bilmeyüz, Al-i Selçuk kapısındanuz. Bir peri prensesi inayet ittü aldu bizü saraya. Emanetümüzü aldık, desdur ver gidelüm.”
“-Tamam da peri padişahı tahttan indirildi. Tahta birini çıkarıcaz bu ece tahta çıkacak belki?”
O sırada gerideki zayıf olanı söze girdi:
“-Beyim, hani şehirde vuruşmalar başladı o periler ecesi de “Babamu devürün, benü haremde bulasınız” dedi ya? Bizi ihtilal çerüsü sandı herhal. Bak hele çelebi. Bu ece sizin araduğunuz ece değildür. Aynı soydan ama bir gönül meselesü, kendüsünü saraydan götürmeğe geldük. Sizin araduğunuz ece’dir, haremde bekler.”
“-Tamam o zaman gidebilirsiniz. Ama yalan olduğu ortaya çıkarsa Kaf dağını tepenize yıkarım!”
Adamlar yanımızdan geçip giderken örgülü saçlı olanı kolumdan tutup çekti:
“-Çelebi dur hele. Adem başına buralarda ihtilal edüp ecinni başuna geçtiğine göre ihtilalden, harekattan anlar kişisin. Burada işün bitince Konya’ya gel, saraya haber bırak seni yanıma aldırayım.”
“-Vallahi pek anlamadım ama olur.”
O tuhaf adamların ne olduğunu anlamadım. Onlardan duyduğum son cümle giderken: “-Kızı yakalatsaydık şehzade ağzımıza iderdü!” lafını işitmemdi. Eceyi haremde bulduk dedikleri gibi ve taht odasında tahta çıkardık. Garip tesadüfler burada da yakamı bırakmadı. İhtilal pek tesadüfi değildi. Zira ecenin sürekli yanında gezen takım elbiseli gözlüklü bir adam görmüştüm. Tuhaf gelmişti. Adamın yakasındaki rozette CİA kelimelerini okumam ve sürekli bana bakması, elinde taşıdığı platin rengi çanta benim içimdeki başka korkuları deşelemişti. İzzet ikram dağıtılır, ece herkese ihsanlarda bulunurken ben bir tek elimdeki kitapla geri dönmeyi diledim. Dünyaya sağa salim varmak, geldiğim zamanı bulmayı diledim. Ecenin arkasındaki karanlık güçleri pek deşelemeye de çalışmadım. Alkızı’nun ardından yine yürüye yürüye diyarlar, alemler arasından geçe gide Edirne’ye vasıl oldum. Gördüğüm şeyleri ise hiçbir zaman unutamayacaktım.
Ama hayatımın tuhaflıkları yeni başlamıştı.
Olayın ardından birkaç ay sonra, o gölgelere ve tuhaflıklara alışmışken bu sefer bambaşka bir şeyle karşılaşmıştım. Arkadaşlarımla bir barda eğlenmekteyken beni seyretmekte olan biz kıza takılmıştı. Tuhaftı ama oldukça güzel görünüyordu. Koyu saçları ve rengini kestiremediğim ışıltılı gözleri, parlak teniyle üzerindeki neredeyse eski moda denebilecek 1800’lerin elbiselerine benzeyen siyah elbisesiyle oldukça alımlı görünüyordu. Yanıma geldiğinde heyecandan kalbim duracakken birden bire bana Kaf Dağı İhtilal Örgütü’nün son lideri olup olmadığımı sordu. Allah Allah? Bu kız, aylar sonra tuhaf bir şekilde karşıma çıkan bu kız benim Kaf dağının ötesindeki serüveni mi nereden duymuştu? Hemen ayaklarına baktım. Normaldi. Demek ki onlardan değildi. Peki ya o ajan? Acaba beni gören o ajan mı takmıştı peşime? Kıza kim olduğunu sorduğumda ancak takip edersem söyleyebileceğini söyledi.
İçimdeki tüm korku hissine rağmen kızı takip ettiğimde, girdiğim o eski Osmanlı evleriyle çevrili sokakta karşıma üç kişinin dikildiğini gördüm. Ayakları normaldi, ama ay ışığında parlayan kızıl gözleri ve soluk tenleriyle, dudaklarının kenarından görünen sivri dişleriyle oldukça korkutucu görünüyorlardı. Vampirlerdi. Ama Twilight’takilerden farklılardı. Bana ne olduklarını söylediklerinde pek şaşırmadım. İhtilal örgütünü duymuşlardı ve bir şekilde yardımımı istiyorlardı. Gaflete bulunarak neye yardım edeceğimi sorduğumda şunu demişlerdi:
“-Gerçek Karanlıklar Prensi’ni hak ettiği yere çıkarmaya!”
İşte şimdi ben Mahmut ……… ; eski yazar yeni metafizik ve parapsikolojik anarşist, dört tabutla aynı odada bir kargo uçağında yeni kaderime doğru gidiyorum. Uçağın penceresinden dağlar görünüyorken yanımdaki turistin “Karpat dağları” kelimelerini cümlesinin içinde seçiyorum.
Karpat dağları…. Karanlıklar prensi… Ceza’nın deyişiyle: Tek bir ihtimal var, metafiziksel ihtilal. Ölüme giden atardamar, ne kadar insan ömrü var…
SON
Son Not: Beridçilerin başı Celaleddin Zahit’in Ekim 2011’de Kayıp Rıhtım’da yayınlanan “Harekat-ı Garaib-ül Sema” adlı öyküde bir şehzade için peri padişahının kızlarından birini kaçırmalarından bahsetmesi söz konusudur. İş bu hikayede ortada beridçi olduğunu belirtmediğim Beridçiler ile Halil’lerin ekibinin karşılaşması, önceki dönemlerde Berdiçilerin yaptığı bir harekatın konusudur. O da öyküleştirilecektir.
- Çeşmenin Duldası - 1 Ekim 2021
- Paşa, Voyvoda ve Cadı - 1 Nisan 2021
- Şalgamika Nasıl Dağıldı? - 15 Haziran 2017
- Balkanski Grob - 15 Mayıs 2017
- Tahta Kılıçlar Mezarlığı - 15 Ekim 2016
İyi yıllar!
Genellikle öykülerinizi okumama rağmen sanırım şimdiye kadar yorum yapmamıştım ama bu sefer hem biraz ilgi alanım olduğu, hem de yıla bol yorumlu başlamak istediğimden kısa bir yorum yapmak istedim..
Son İfrit’ten Kız Kaçırma adlı öykünüzü de okumuştum, onun da inanılmaz bir konusu vardı, bir daha ki seçkide birlikte olmak dilekleriyle… -sanırım çok ciddi bir yorum oldu- 🙂
Kalemi tutan eline, bu kadar keskin savuran bilegine saglik. Hic yorulma, hic erinme ben nasil savurduysam bedenimi ordan buraya, sende savur hayallerini o dunyadan bu dunyaya. Bugunun gercekleri dunun hayalleriydi daima, belki yarin bi kapi acilir ben yine gelirim oralara.
O zamana kadar kal saglicakla 🙂
Selamlar üstat;
Her zamanki gibi tadından yenmeyen bir hikaye sunmuşsun bizlere. Üstelik bu kez yaptığın birbirinden değerli göndermelerle öykünün değerini bir kat daha arttırmışsın. Age of Empires benzetmesinde kahkahayı bastım, kuyu dibinde bulunan ajanlar vs kısmında sırıttım ve Beridçilerle karşılaştıkları kısımda ise acayip keyif aldım. Ayrıca zaten çok beğendiğim “Son İfrit’ten Kız Kaçırma” öyküsünün devamını okuyabilmek de beni çok mutlu etti. Kısacası harikaydı.
Ellerine, hayal gücüne ve kalemine sağlık…