Öykü

Kana Sevda

Deniz kokusu… Yeni doğan güneşin ışıltısı… Sabah serinliği…

Pervin, ne kadar güzel bir sabaha uyandığını buruk bir gülümseme ile keşfetti. Tatlı deniz melteminin karşısında, saygıyla sabahlığının önünü kapattı.

Yalının denize nazır verandasında, tertemiz sabah havasını ciğerlerine çekti.

“Bu sabah, güzel bir güne uyandığım son sabah olabilir,” diye düşündü kederle. Her güzel şeyin bir sonu vardı sonuçta…

Dalgakıranların çıkarttığı naif sesleri dinleyerek gözlerini kapattı. Aslında uzunca bir süre, yaşadığı her gün son günüymüş gibiydi. Korku içinde geçen uzun yıllar boyunca, her gün ölümün çirkin nefesini ensesinde hissederek yaşamıştı. “Ama son yıllarda yumuşadın be kızım. Vallahi yumuşadın. Kendini iyice güvende hissetmeye başlamıştın. Böyle bir dünyada güvende olma imkânın var mı hiç?”

Önünden çığlık atarak geçen bir martı, onu daldığı düşüncelerden heyecanla uyandırdı. “Ah, martı! Hey! Buraya bak, bana gel! Hey!”

Pervin aylar, belki de yıllar sonra kanlı canlı bir hayvan gördüğü için sevinçten çığlık atıyor, martının peşinden yalının verandasında bir oraya bir buraya koşuyor ve kahkahalar atıyordu. En sonunda martı ona kaçamak bir bakış attıktan sonra hiç oralı olmadan uzaklara doğru uçmaya başladı.

“Uç tabii… Kaçabiliyorken kaç. Ufuk çizgisine git, kimse sana dur demeden git. Keşke… Keşke ben de peşinden gelebilseydim.”

Pervin tekrar sessizleşti. Az önceki kahkahaların kendinden çıktığına inanamıyordu.

İçeri girdi ve sabah demlediği kahvesinden bir fincan aldı. Genelde kahveyi Zeliha demlerdi ama bugün Zeliha’nın gelme saatinden çok daha erken kalkmıştı. Her anın, her saatin tadını çıkartmaya niyetliydi.

Temiz hava açık balkon kapısından içeri dolarken bu güzel sabahı piyanoyla daha da aydınlatmak istediğine karar verdi. Kahvesini piyanonun üstüne koymak için bardak altlığı ararken bir anda durdu.

Ne önemi vardı ki? Yarın bu piyanoyu tekrar görebilecek miydi sanki?

Yine aynı buruk gülümseme yüzüne yerleşti ve piyanonun parıl parıl parlayan siyah gövdesine kahvesini kibarca yerleştirdi.

Parmaklarını çıtlattı, boynunu sağa sola yatırdı ve sakince çalmaya başladı. Max Richter’in hüzünlü ve sakin notalarıyla başladı her şey, sonra Erik Satie ile huzur sardı her bir yanı… Sabah meltemi iyice etkisini gösterip tatlı serinlik yerini hafif soğuğa bırakırken bu sabahı Beethoven ile sonlandırmaya karar verdi. Moonlight Sonata’nın büyülü notaları yalıda yankılanırken içeriyi bile etkileyen rüzgârın tesiriyle saçları, hatta sabahlığı uçuşuyordu. Pervin kendini kaybetmişti, piyanonun üzerinde ileri geri gidiyor; parmaklarından çıkan notaların büyüsüyle gözlerini açık tutamıyordu. Beyaz sabahlığı hafifçe dalgalanırken kendini bir melek gibi hissediyordu. Beyaz bir melekti o, kimsenin dokunamayacağı camdan bir melek… “Bu an hiç bitmesin… Piyano hiç susmasın… Ben hep bir melek olayım…” diye düşündü.

Ve aynı anda salon kapısından gelen sesle irkildi.

“Kız içerisi buz gibi, ne yapıyorsun? Kapat şu camları donacaksın vallahi. Aa! Hem de sabahlıkla geziyor hâlâ! Hasta olmaya mı çalışıyorsun sen bakayım?”

“Zeliha abla hoş geldin,” dedi Pervin hafifçe gülümseyerek. Bu sabah eve girdiğinde Zeliha’nın ilk ne diyeceğini çok merak ediyordu fakat böyle saçma sapan bir girişi kesinlikle beklemiyordu.

“Abla sence hasta olmaktan korkuyor muyum? Yani gerçekten korkuyor muyum? Hastalık benim endişelerimin en küçüğü be!”

Zeliha, hafif bir pot kırdığı düşüncesiyle utanarak yere bakarak, “Ne bileyim yavrum…” dedi.

Ufak bir sessizlik oldu. Zeliha kaçamak bakışlarla Pervin’e bakıyor, Pervin ise sakin ve anlayışlı bir şekilde gülümsüyordu.

“Yavrum sen… Pervin’im… Şeyi biliyor musun ki acaba sen? Şey…”

“Biliyorum abla. Biliyorum. Yorma kendini. Bugün olacakları da az çok tahmin edebiliyorum.”

Zeliha bakışlarını tamamen yere eğdi. Gözleri dolu doluydu. “Ben… Ben kahve yapayım.”

“Ben demledim abla.”

Yine bir sessizlik oluştu. Zeliha bir şeyler söylemek istiyor ancak söyleyemiyordu. Pervin’in derdine ortak olmak, onu rahatlatmak istiyordu. Ama yapamıyordu. Yapamazdı.

Pervin piyanonun başından kalktı ve Zeliha’nın yanına geldi. İkisi yan yanayken aralarındaki farklar iyice göze batıyordu. Pervin uzundu, eski dünyada manken olabilecek kadar uzundu hem de. Siyah uzun saçları neredeyse beline geliyor, yeni dünyadaki herkesten farklı olan esmer teni ile ahenkli bir şekilde yüzüne dökülüyordu. Yalnızca gülümsediğinde ortaya çıkan biçimli beyaz dişleri, güzelliğini tamamlarcasına parlıyordu.

Zeliha ise ufacıktı, Pervin onun altmışlı yaşlarında olduğunu tahmin ediyor, ancak ona asla yaşını soramıyordu. Zeliha aslen Kırşehirliydi ama daha çocuk yaştayken memur olan babasının tayini sebebiyle İstanbul’a gelmişlerdi. Her zaman ayak bileklerine kadar inen basma elbiseler giyer, saçlarının büyük kısmını örten bir yazmayı hafifçe bağlardı. Beli hafif kamburdu, küçük gözleri neredeyse gözükmezdi ve ağzında tek bir diş dahi yoktu.

Karşı karşıya geldiklerinde, Zeliha’nın gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. Pervin de kendini zor tutuyordu. Ve Pervin bir anda, daha önce hiç yapmadığı; hatta kesin olarak yapmasının yasak olduğu bir şey yaptı. Aniden Zeliha’ya sarıldı.

İkisi de bu beklenmeyen eylem sebebiyle şok olmuştu. Tenleri birbirine yaklaşınca aralarındaki tezatlık yin-yang gibi ortaya çıktı. Zeliha’nın ölü gibi bembeyaz olan teni, esmer ve canlı Pervin’inkinin yanında oldukça sağlıksız duruyordu.

Zeliha’dan hafif bir tıslama geldiği anda, Pervin hemen onu itti. Gözleri iyice kısılmış, ağzı avına saldırmaya hazırlanan bir aslanınki gibi yukarı doğru çekilmişti. İnsanlığını kaybetmişçesine Pervin’in üzerine atlamaya hazırlanıyordu. İnsandan çok bir hayvandı o an.

Pervin panikle geriledi, işte bu hiç beklemediği bir şeydi.

Derken, Zeliha hızla kafasını çevirdi ve uçarak balkona çıktı.

Pervin yere yığıldı. İçli içli ama Zeliha’nın duyamayacağı kadar kısık bir sesle ağlamaya başladı. İçeri her an geri gelebileceğini biliyordu ama ağlamasını durduramıyordu.

Birkaç dakika sonra Zeliha yine uçarak geldi, basma entarisi savruluyordu. Tam Pervin’in karşısında havada durdu.

“Yavrum niye yaklaşıyorsun bana öyle? Unuttun mu doğamızı? Ağzımda diş olsaydı paramparça etmiştim seni. Ah be güzel kızım. Tamam yahu, biliyorum ben seni. Ne olur ağlama yavrum…”

“Tamam abla… Doğru diyorsun ama ben… Belki bir daha seni göremem diye düşündüm. Kaç yıldır beraberiz. Sana veda etmek istedim, durduramadım kendimi.”

“Biliyorum kuzum. Sen sıkma şimdi canını. Bunlar olmamış farz edelim tamam mı?”

“Tamam abla.”

Aralarındaki gerginlik, bir parça da olsa kaybolmuş gibiydi. Hava almak için tekrar verandaya çıktılar.

“Ee abla, şimdi ne olacak bana?”

“Bilmiyorum Pervin’im… Keşke bilseydim.”

“Nasıl oldu da seçimleri kazandı o herifler ya? Kim oy veriyor bu faşistlere? Kime oy verdin Zeliha abla sen?”

“Bağımsız Dişliler Partisi’ne verdim tabii. Ama sadece senin için verdim ona oyumu. Çevremdeki herkes Milli Kan Partisi’ne oy verdi. Vaatlerini en iyi sen biliyorsun. Oy verenlerin neyin peşinde olduklarını da biliyorsun.”

“Evet abla, biliyorum,” diye iç geçirdi Pervin. “Ama yine de ne bileyim…”

“Dur bakalım yavrum enseyi karartma. Dert veren Allah derman da verirmiş. Bakalım bunlar nasıl çıkacak? Seni benden ayırmazlar belki. Hem ayrıca sen değil miydin of çok sıkıldım her gün ölü gibi yatıyorum kan vermek için diye mızmızlanan? Belki de sana hiç dokunmayacaklar bile, siyasi bir koz olarak kullanacaklar, nereden biliyorsun?”

“Zeliha abla mantıklı mı sence bu söylediklerin? Tabii ki dokunacaklar. Ama nasıl dokunacaklar onu bilemiyorum. Sonuçta yeni Başbakan gelip boynuma dalıp kanımı emecek değil ya?”

“O kadar salak olamaz. Bildikleri kadarıyla dünyada kalan son insansın, bir zahmet senin de kanını emip vampir yapmayıversinler.”

“Bilmiyorum abla, her şey olabilir. Bunlar vampirlerin en kötüsü. Siyasetçi vampirler.”

“Yok be, siyasetçiler hep vampirdi Pervin. Önce kanını emer, sonra da seni kendilerine benzetirlerdi her zaman. Bunların en azından içi dışı bir,” dedi Zeliha hınzırca yazmasıyla oynayarak.

Pervin içinde biriken kahkahayı koyverdi. Uyandığından beri içinde biriken gerginlikten bir nebze de olsa kurtulduğunu hissetti böylece. “Abla sen de fena vampirmişsin ha, neydi o halin öyle! Dracula Zeliha diyeceğim bundan sonra sana.”

“Benim dişlerim olduğu zamana denk gelecektin sen kızım. Seni kaçırır mıydım elimden be!”

Pervin gülümsedi. Eski dostunu özleyeceğini bir kez daha yüreğinin en derinliklerinden hissetti. Zeliha’nın hiç belli etmediği keskin zekasını ve espri anlayışını arayacaktı gerçekten.

Laf lafı açtı, iki dost uzun uzun sohbet ettiler. Serin verandada Pervin ara ara kahvesini içiyor, Zeliha ise ısıtılmış koyun kanını yudumluyordu. İkisi de kaçınılmaz sonun yakında geleceğini biliyordu. Yine de hiçbir zaman olmayacakmışçasına sohbet etmeyi, dertleşmeyi tercih ettiler. Biliyorlardı ki bugün o kapı çalacaktı.

* * *

 Birkaç saat sonra, çalan kapının sesiyle ikisi de irkildi. Kapı oldukça sert bir şekilde üç kez art arda yumruklanmıştı. Zeliha’yla Pervin sessizce göz göze geldi.

Kapı bir kez daha yumruklandı. Pervin’in ayaklanması üzerine Zeliha, “Dur sen,” dedi ve kapıya yöneldi.

Zeliha kapıyı açar açmaz üç vampir onu geriye savurarak evin içine uçtular. Ve Pervin’le karşı karşıya kaldılar.

Pervin, uzun yıllardır Zeliha’dan başka kimseyi görmemişti. Ne bir konuşma ne bir temas ne de bakışma… Yıllardır Zeliha sabahları gelir, beraber biraz sohbet edip ameliyat masasına geçerlerdi. Ondan birazcık kan alıp -eğer Pervin iyi bir günündeyse Zeliha’ya da bir fincan kan ikram ederdi- sonra televizyon karşısında uyuklayarak günü bitirirlerdi. Tüm bu düzen, bozulmadan her gün devam ettikten ve Pervin’in kanı her gün gıdım gıdım memleketin kodamanlarına giderken Pervin de keyfine bakmış, arkasına yaslanıp yeni lüks hayatının tadını çıkartmaya çalışmıştı. Yalnızlık her gün ve her saniye kendini hissettirse de Pervin bu hayata alışmıştı artık. Böyle yaşayabileceğini düşünmüştü.

Şu ana dek.

Karşısında gördüğü soluk tenli üç vampir de en az Pervin kadar dehşete düşmüştü. Yıllardır çiftlik ve kümes hayvanlarının kanlarıyla beslenen üç yaratık, eski, antik ve leziz bir besin kaynağı karşısında dehşete düşmüştü. Ne yapacaklarını bilemez halde Pervin’e bakıyor, onu uzaktan koklamaya çalışıyorlardı.

Pervin bir adım geriledi. “Siz kimsiniz?” diye sorarken sesinin titremesine olabildiğince engel olmaya çalışıyordu.

“Bizler Milli Kan Partisi adına…” diye başladı ortadaki, ancak devam edemedi. Titriyordu. Gırtlağını temizledi. Pervin, dişlerinin keskinleştiğini görmüştü.

Ortadaki vampirin devam edemediğini görünce onun sağındaki vampir konuşmaya başladı. “Pervin Hanım merhaba. Arkadaşlarla beraber sizi götürmeye geldik.” O da terliyordu. Pervin bu üç vampirin üzerindeki etkisini görünce gururla karışık bir korku benliğini sarmaya başladı.

“Nereye?”

“Parti Binasına.”

“Neden?”

“Şey… Buna cevap verebilecek kişi ben değilim. Bize emredilen husus sizi Parti binasına götürmek. Gerisini orada açıklarlar.”

“Hiçbir yere gitmiyorum. Burası benim evim.”

Pervin, kendi özgüvenine şaşırmıştı, ancak sağlam bir ilk intiba bırakmak istiyordu. Gururla ve heyecanla çenesini havaya kaldırdı ve kaşlarını çattı. “Gelmeyeceğim,” diye tekrarladı.

Üç vampir şaşkınlıkla birbirine baktı. Bunu beklemedikleri kesindi. Ancak gerildikleri her hallerinden belli oluyordu.

“Hayır, sizinle gelecek.”

Pervin bu cümleyi duyar duymaz öfkeyle Zeliha’ya döndü. Nasıl böyle bir şey diyebilirdi ki?

Zeliha, açıklamak istercesine Pervin’in kolundan tutup yavaşça kulağına eğilerek “Kızım sen delirdin mi? Seve seve gitmezsen seni apar topar götürürler. Bunların sana dokunmasına izin verme. Sana benim gibi alışık değiller. Bu yaratıklar yıllardır sıcak bir tene dokunmadı. Seni zorla götürmek isterken biri yapışıverir boynuna. Üstelik zerre kadar pişmanlık da duymazlar. Üzgünüm ama… Onlarla gitmelisin,” dedi.

Pervin ona şaşkınlıkla bakakaldı. Soğukkanlılıkla düşünen eski dostunun haklı olduğunu artık daha iyi görebiliyordu.

Pervin içini çekerek “Peki,” dedi. “Bırakın da üstümü değiştirip eşyalarımı toplayayım.”

“Gerek yok,” dedi aynı vampir. “Gittiğimiz yerde ihtiyacın olmayacak.”

Pervin sinirlendi, ancak sesini çıkarmadı. Yakın zamanda evine yeniden dönebileceğini umuyordu.

“Zeliha Hanım. Hizmetleriniz için teşekkür ederiz. Göreviniz sona erdi. Çıkabilirsiniz,” dedi vampir. Pervin o an, tek dostunu da kaybedeceğini korkuyla fark etti. Zar zor nefes alarak Zeliha’nın bir adım önüne geçti.

“Hayır! Ben nereye, Zeliha oraya! Konu kapandı. O da geliyor.”

“Hayır gelmiyor.” Vampirin sesi buz gibiydi.

“Ben de gelmiyorum o zaman. Yürü Zeliha gidiyoruz.”

“Hanımım, durun yapmayın…” dedi Zeliha ama Pervin çoktan onun elini tutmuş telaşla koşar adım kapıya yönelmişti.

“Pervin Hanım, son kez uyarıyorum sizi! Durun yoksa pişman olursunuz!” Vampir adeta gürlüyordu ancak Pervin’in durmaya niyeti yoktu. Hızla yürüdüğü koridorun sonundaki kapının koluna elini attığı anda, keskin bir acıyla yüreği sızladı. Sessizce bekleyen vampirlerden biri uçarak sırtına tekme atıp onu kapıya yapıştırmıştı.

Yere düşen Pervin, kafasını kaldırmaya çalıştı. Birkaç metre ilerisinde vampirlerden biri Zeliha’nın saçını çekerek onu sürüklemeye çalışıyordu. Pervin “Durun…” dediği anda kafasına aldığı bir darbe ile dünyası karardı. Kendinden geçmeden önce, vampirlerden birinin “Kanını akıtmayın!” diye bağırdığını duydu.

***

Pervin, dokunmasa dahi hissedebileceği kadar bariz olan kafasındaki şişlik ile uyandı. Başı ağrıdan çatlıyordu. Gözleri gün ışığına alışana kadar kısık gözlerle çevresine bakındı, sonrasında hafifçe kafasını kaldırabildi. Her hareketinde başı daha da ağrıyordu.

Bembeyaz bir odadaydı. Küçücük bir odaydı ve hiçbir eşya yoktu. Ne bir televizyon ne bir tablo ne de bir masa, hiçbir şey. Yalnızca Pervin’in yattığı yatak ve küçük, demir parmaklıklarla kaplı bir pencere. Ancak Pervin’i korkutan bu değildi. Fark ettiği zaman onun kalbini donduran çok daha korkunç bir şey vardı.

Yatağa bağlanmıştı.

O ana kadar sakinliğini elinden geldiğince korumaya çalışan Pervin, bağlandığını fark ettiği anda çığlık atmaya başladı. Kontrolsüzce bağırıyor, ağlıyor, ses telleri çatallaşana kadar haykırıyordu. Fakat hiçbir değişiklik yoktu. Bağırmaktan bitap düşüne kadar bağırdı, bağırdı, bağırdı…

Sesi çıkamayacak hale gelince gözyaşları içinde kafasını yastığa gömdü. Yavaş yavaş, yapacak hiçbir şeyin olmadığını idrak etmeye başlıyordu.

Sakinleştikçe çevresine daha da dikkatli bakmaya başladı. Ve çok ilginç bir şey dikkatini çekti. İçinde bulunduğu odanın bir kapısı yoktu. Tavanda ufak bir delik vardı, muhtemelen vampirler içeri uçarak giriyordu. O ufacık delikten, gri gökyüzü gözükmekteydi.

“Görüp görebileceğim yegâne gökyüzü bu mu yani şimdi?” diye düşündü Pervin. Kıpırdayamadığı yatağında, titreyerek ağlamaya başladı. Kendini çok yorgun hissediyordu. O küçücük boşluktan yukarı doğru bakarken gözyaşları içinde, yavaş yavaş uyuyakaldı.

***

Pervin, kolunda hissettiği ani acı karşısında, dehşetle gözlerini açtı. Tanımadığı biri başında dikiliyordu. Bu kişi her kimse, sanki nükleer santrale girermiş gibi giyinmişti. Dev gibi bir koruyucu maske takmıştı ve Pervin’in koluna açtığı damar yolu ile uğraşıyordu.

Korkudan sesi çıkmıyordu. Ona bağırmayı, dur demeyi, hatta tekmeler savurup damar yolunu söküp atmayı istiyordu ama hâlâ bağlıydı ve kıpırdayamıyordu.

Az sonra diğer kolunda da benzer bir acı hissetti. Odadaki gizemli yaratık, şimdi diğer koluna geçmişti. O koluna da Pervin’in serum olduğunu tahmin ettiği bir şey bağladı, ikisinin de bağlı olduğu makinede birkaç tuşa bastıktan birkaç adım uzaklaşıp Pervin’i izlemeye başladı.

Hiç konuşmuyordu, yalnızca izliyordu. Kıpırdamıyordu bile. Maskenin arkasından tam olarak neye baktığı anlaşılmasa da bakışları Pervin’e kendini çok çaresiz hissettiriyordu.

Birden, odaya yukarıdaki boşluktan gelen aydınlık, karanlığa dönüverince Pervin’i izleyen gizemli maskeli de biraz geri çekildi. Hem Pervin hem de o merakla yukarıya bakıyordu.

Yukarıdaki boşluktan aşağı süzülerek Pervin’in ve tüm Türkiye’nin çok aşina olduğu bir kişi giriverdi içeri.

Milli Kan Partisi Genel Başkanı, yeni Başbakan; büyük bir ciddiyet içinde tek başına süzüldü içeri. Maskeliye bakmadan, elinin tersiyle gitmesini işaret ettikten sonra vakarla Pervin’e döndü.

Pervin korkuyla soludu, suyun dışına fırlamış bir balık gibi çırpındı ve olduğu yerden kaçmaya çalıştı. En çok korktuğu an gelmişti, bu adamla yüzleşmeyi hiç ama hiç istemiyordu. Memleketin en güçlü adamı haline gelen bu adam, tamamen sürprizlerle doluydu ve eski Başbakan’ın kibar mizacına tamamen ters duruyordu.

Başbakan sert ve keskin çeneli bir yüze sahipti. Simsiyah gözleri, baktığı yeri delip geçecekmişçesine kendinden emindi. Gür saçları arkaya yatırılmıştı. Ağzı keyiften çarpık duruyor ve alaycı bir gülümseme ile Pervin’e bakıyordu. Avını öldürmeden önce onunla oynayan bir puma gibiydi.

“Pervin… Dünyada yaşayan son insan için ne kadar da cins bir isim. Anlat bakalım. Nasıl hayatta kaldın? Ya da şöyle sorayım, neden hayatta kaldın? Bağımsız Dişliler Partisi seni nasıl kullandı?”

Pervin ne yapacağını bilemez halde sağa sola bakındı. Bu adamda onu çok rahatsız eden bir şey, bir iticilik vardı. Onunla konuşmak istemiyordu ama yatağa bağlı vaziyetteydi ve vücudundaki kan git gide azalmaktaydı. Onunla konuşmak zorundaydı.

“Bana ne yapacaksınız?”

“Gördüklerini. Bir kolundan kan alıp diğer kolundan serum vereceğiz. Şimdilik… Esas görevini yakında öğreneceksin. Şimdi söyle, Bağımsız Dişliler seni nasıl kullandı?”

“Sizin yaptıklarınızı yaptılar. Ama onlar kanı şırınga ile çekiyorlardı.”

“Bana maval okuma!” diye bağırdı Başbakan. Keskin köpek dişleri parıl parıl parlıyordu. “Emin ol bana ters yapmak istemezsin. O yalı neydi? Neden bağlı değildin o zaman? Neden başında tek başına dişsiz bir kadın vardı? Neden vampir polis eskortu yoktu çevrende?”

Pervin derin bir nefes aldı. Bunu ona açıklamak zor olacaktı. Ama kendi eline güzel bir koz geçme imkânı vardı. Birkaç saniye düşündü, ardından gerçekleri olduğu gibi anlatmanın bir zararı olmayacağına karar verdi.

“Peki, anlatacağım. Bak şimdi. Eski günleri, yani normal bir şekilde beslenebildiğin günleri hatırlıyorsun değil mi? Dağda bayırda kendi kendine gezen bir hayvanın mı eti daha lezzetliydi yoksa çiftlikte kıpırdamasına izin verilmeden yatan hayvanın mı? Kümeste bir metrekare alanda hareket eden tavuğun mu yumurtası daha güzeldi yoksa köyde bahçede koşuşturan tavuğun mu?”

“Sadede gel.”

“Yani senden öncekiler, kanımın az stres altında çok daha lezzetli olduğunu fark ettiler. Benim yanıma kanımı emip beni vampire çeviremeyecek bir bekçi koyup harika bir yalıya yerleştirdiler. Arada bir gelip, biraz kanımı alıp, Partinin önde gelenleriyle içiyorlardı. Hatta galiba bazıları paylarını milyonlarca liraya satıyordu. Bir bardak kanım için insanlar servet döküyordu. Yani sizin bana yaptırdığınızın aksine, burada mal gibi yatmazsam eğer kanım çok daha değerli olacak.”

Başbakan keskin gözleriyle birkaç saniye Pervin’e baktıktan sonra ani bir kahkaha patlattı. O kadar yoğun ve gürültülü gülüyordu ki Pervin kulaklarını kapatmak istiyor ancak kıpırdayamıyordu. Kahkahası biraz dindikten sonra hâlâ gülerek ona döndü.

“Ne akıllı şeymişsin sen ya! Bak sen… Demek öyle. Hemen salalım seni o zaman. Gez toz her yerde. Rahatına bak canım, belki kanın daha da lezzetli olur, ayıla bayıla içeriz. Geri zekalı! Kapının önüne çıktığın anda seni boynundan şişlerler! Kanını kutu sütü emer gibi emerler be! Ben bile sıcacık boynuna çöküp kanını yavaş yavaş emmemek için kendimi ne kadar zor tutuyorum biliyor musun? Bu oda, senin güvende olabileceğin tek yer. O embesiller de iyi ki iktidardan düşmüşler, bu zekayla bu kadar süre ülkeyi yönetmelerine bile şaşkınım. Pimi çekili bir bomba ile altın yumurtlayan kaz arasında bir şeysin sen. Biraz daha lezzetli olman için öyle salak bir riski göze alamam. Senin yuvan bundan sonra burası.”

“Yuvam burası mı? Bu oda mı?”

“Hayır, o fazla sana. Bu yatak. Yuvan artık bu yatak. Hayatın boyunca bu yataktan kalkamayacaksın. Altındaki ördek tuvaletin ve banyon, bir kolundaki serum mutfağın, diğer kolundaki şırınga salonun. Yaşlanıp ölene kadar bu yataktasın. Ve emin ol, kolay kolay ölmeyeceksin, ölmene izin vermeyeceğiz…”

***

Pervin hep yalnızlığın ne demek olduğunu çok iyi bildiğini düşünürdü. Televizyonda, insanların kanlarını emen garip yaratıklarla ilgili ihbarlar olduğuna ilişkin haberleri izlediği andan itibaren, aşama aşama içine çekilmişti yalnızlığın. Küçük yalısında yaşadığı izole hayat, onu depresif bir hale sokmuş ve içine kapanmasına sebep olmuştu. Ama Zeliha ile vakit geçirmek, bir nebze de olsun yalnızlığının ateşini söndürüyordu. Kendi türünden değildi ama yine de arkadaştı, can yoldaşıydı ona.

Fakat bu oda, bu yatak… İşte gerçek yalnızlık buradaydı. İnsanın yüreğine işleyen içinden sökülüp atılamayan bir yalnızlıktı bu. Koca dünyada tek başına olmanın, derdini anlayacak hatta onu dinleyecek bir kişinin bile olmamasının verdiği korkunç bir his oturmuştu içine. Her nefes acı veriyor, her saniye bıçak gibi saplanıyordu. Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey konuşmadan, hiç kıpırdamadan geçen dakikalar, saatler, günler, belki de aylar… Bilmiyordu. Ne kadar zamandır bu yatakta olduğunu, bu küçük kan üretim tesisinde ne kadar süre kaldığını bilmiyordu. Tek sahip olduğu şey düşünceleriydi ama onu da kaybetmek üzereydi. Mantığı beynini terk etmeye başlamıştı. Sebep sonuç ilişkileri kuramaz olmuştu.

Uykuyla uyanıklık arasında bir halde, hava kararana kadar tepedeki boşluğa bakıyor ve özgür olmayı düşünüyordu. O martı gibi uçmayı, kanatlarını çırparak uzaklaşmayı… Ama burada bir martı bile görememişti. Özgürlük ve umut, yalıda gördüğü martıyla beraber uçup gitmişti.

Artık düşünemiyordu. Bir bitkiden farkı olmadığını anladığında gözlerinden bir damla yaş süzülmüştü ve Pervin bunu engellemek için hiçbir şey yapamamıştı. Yalnızca tavandaki o boşluğa bakıp gökyüzünü seyretmeye devam etmişti. Günde bir kere o boşluktan maskeli adam geliyor, serumunu yeniliyor, biriken kanı alıyor, Pervin’in altını temizliyor ve gidiyordu. Hayatında hareket eden tek an buydu.

Bu rutin ne kadar sürdü bilmiyordu çünkü artık gece gündüz kavramları bile kaymıştı. Beyni artık rölantide çalışıyordu. Gerçek bir bitkiydi o. Tepki veremiyor, anlayamıyor, yalnızca bekliyordu. Duyularını kaybetmişti.

Tek bir değişiklik… Tek bir değişiklik için sağ kolunu verebilirdi. Odaya bir değil de iki maskeli kişinin gelmesi için bile her şeyi yapardı. Tek bir şey, minicik bir şey bile farklı olsa yeterdi.

Ama hiçbir şey olmadı. Hiçbir şey değişmedi. Pervin üç yıl boyunca bu halde, yataktan bir kere bile kalkmadan yaşamaya devam etti.

* * *

Pervin bir gün yine tavandaki boşluktan gökyüzünü izleyip hiçbir şey düşünmezken boşluktan üç maskeli kişi, süzülerek içeri girdi. Yine rüya gördüğünü düşündü, rüya ile gerçek kavramları artık tamamen iç içeydi. Sakince kafasını yastığa gömdü yeniden.

Rüyanın tadını çıkartmaya başladı. Her zamanki yaşam alanında olduğu bir rüya görmek hoşuna gitmiş, gerçek hissettirmişti. Yüzüne eğilen farklı maskeleri inceledi. Bir tanesinin saçı uzundu ve ince bir fiziğe sahipti, kadın olmalıydı. Yıllar sonra bir hemcinsine rastlamanın ne kadar güzel olabileceğini düşündü.

Ve o anda hiç beklemediği bir şey oldu. Maskeli kadının saçlarının kokusu burnuna geldi.

Pervin’in gözü bir anda dehşetle açıldı. Tüm bunların gerçek olabileceği, bir şimşek gibi vurdu beynine. Ve aynı anda, kolunda bir acı hissetti. Gerçek acı. Birisi kolundaki serumu sökmüştü.

Rüya görmüyordu.

Pervin’in yüreği ağzına geldi. Korkuyla açtı ağzını, ancak yalnızca abuk sabuk heceler döküldü ağzından. Yıllardır konuşmadığı için mantıklı hiçbir kelime söyleyemiyor, yalnızca anlamsız sesler çıkartabiliyordu.

İnsanlığa dair bir yetisini daha kaybettiğinin bilinciyle, acı içinde kafasını çevirdi. Yüreği yanıyor ancak kimse yangını göremiyordu. Bu yaratıkların neden geldiğini, ondan ne istediklerini onlara soramamanın verdiği korku kalbini kemiriyordu.

Ağzına bastırılan bir bez ile yeniden karanlığa gömüldü.

Pervin gözlerini açtığında karanlık geçmemişti. Ne olduğunu anlamak için sağına soluna bakmak istedi ama kafasında bir ağırlık vardı. Kafasını çeviremediğini ve zorlukla nefes alıp verdiğini fark ettiğinde, kafasına çuval gibi bir şey geçirildiğini anladı.

Fakat bu sefer her şey daha farklı duruyordu. Pervin’in pozisyonu değişmişti. Sırtında yıllardır hissetmediği bir ağırlık vardı, bacaklarında da farklı bir his oluşmuştu. Oturuyor olmalıydı. Ayrıca bulunduğu ortam çok gürültülü bir yerdi ve nerede olduğu konusunda hiçbir ipucu vermiyordu. Her yerden konuşma sesleri yükseliyordu. Pervin tüm dikkatini toplayarak çevresindeki konuşmalara odaklanmaya çalıştı. Yakınlarında bir yerde, bir erkek ile bir kadın konuşuyordu.

“… onu erkenden getirerek iyi ettik bence efendim.”

“Siktir lan! Bok iyi ettiniz. Daha akşamki basın toplantısında ne anlatacağım belli değil be! Ne yapayım ben bu hayvanı şimdi? Herkes çok gergin. Üstelik ekstra güvenlik önlemleri de cabası!”

Pervin bu sesin tanıdık olduğunu düşündü ama kime ait olduğunu anımsayamadı.

“Efendim ana hatlar belli. Klonlama Bakanı ile Tarım ve Hayvancılık Bakanı da birazdan gelirler. Onlardan her türlü ayrıntıyı…”

Klonlama Bakanlığı diye bir bakanlık kurulduğunu öğrenen Pervin, irkilerek konuşmanın devamını dinleyemedi. Bunun kendisiyle, daha doğrusu insanlıkla alakalı olduğunu paslanmış beyin çarklarına rağmen anlayabilmişti. Yıllar sonra, beyninde ufak bir düşünce kıvılcımı çakıverdi. “Klonlamak… İnsanlar… Artık yalnız olmayacağım! Yalnız olmayacağım!” Bu umut dolu düşünce ona o kadar yeniydi ki, ağzından tükürükler saçarak kahkahalar attı. Ve birkaç saniye sonra yeniden yüzüne bastırılan bezin kokusunu alarak kendinden geçti.

Yeniden uyandığında her şey çok daha farklıydı. Artık oturağı hareket ediyordu. Bir tekerlekli sandalyede olmalıydı. Kafasında hâlâ o çuval benzeri şey vardı zira hâlâ hiçbir şey göremiyordu. Yalnızca hareketi hissediyor ve tadını çıkartıyordu.

Yüzündeki çuval olmasa hissedeceği rüzgâr, yakın gelecekte klonlandıktan sonra sahip olacağı arkadaşları, keyifli bir tekerlekli sandalye gezintisi… Bütün bunlar, Pervin’e yalıdaki günlerini hatırlattı. Hayatın yeniden güzel olabileceğine dair bir umut sardı içini. Beyninde mantıklı düşünmeyi hâlâ becerebilen minik bir zerre, tüm bu düşüncelerinin salt aptallık olduğunu söylese de o zerreyi dinlemeyi inatla reddediyordu.

Pervin’in hareketli oturağı aniden yavaşladı. Artık çok yavaşça, belli bir yöne doğru ilerliyordu. Biraz daha ilerledikten sonra durdu. Pervin olup biteni anlamlandırmaya çalışırken bir anda büyük bir ses dalgasını vücudunun her yerinde hissetti. Öncekine göre kat kat daha gürültülü olan bir yere girmiş olmalıydılar. Zira sesler tam olarak üzerlerine geliyordu, yüzlerce kişi aynı anda konuşmaya çalışıyor gibiydi.

“Sessizlik!” diye gürledi tok bir ses. Bu, yeniden bayıltılmadan önce herkese papara çeken sesti. “Yüzünü açın.”

Pervin’in kafasındaki bez, aniden çıkartıldı. Dünyasına aniden vuran ışık yüzünden acıyla gözlerini kapattı. Geçici bir körlük yaşıyordu, ama yavaş yavaş ışığa alışacaktı.

Konuşan yüzlerce insan bir anda sustu. Bir iki kişiden hafif bir tıslama geldi ama o sesler de hemen kesildi.

Pervin gözlerini kısarak çevresine bakmaya çalıştı. Dev bir toplantı odasındaydılar. Pervin kürsünün tam ortasında duruyordu. Biraz yanında da Başbakan durmaktaydı. Demek tanıdık gelen ses onundu. Yüzlerce takım elbiseli vampir, mikrofonları ve kameralarıyla onlara bakmaktaydı. Yerli yabancı bir sürü kanal, basın toplantısını canlı olarak tüm dünyaya yayınlıyordu.

“Gördünüz! Biz boşa atıp tutmayız, icraat yaparız! Sorarım size, Bağımsız Dişliler Partisi iktidar olduğu dönemde ne yaptı? Ben söyleyeyim, bu insanın kanını yavaş yavaş kendi aralarında çektiler. Kanı kendi oligarkları ile paylaşıp halka zırnık koklatmadılar. Ama biz öyle miyiz? Biz vatana sevdalıyız, kana sevdalıyız be! Bu kan vatandaşın olsun diye çabalıyoruz biz. Görürsünüz, gelecek seçimleri de hayırlısıyla bir atlatalım, iktidarlığımızın ikinci döneminde kendi klonlama merkezlerimizi kuracağız. Projeler tamam, yatırımlar tamam. Ekrana yansıtalım…”

Pervin de dahil tüm Türkiye, Başbakan’ın arkasındaki ekrana yansıyan görsellere bakıyordu.

“Bakınız, burası paketleme odası. Kanlar paketlere konuyor, mikrodalga fırında ve ocakta ısıtılabilecek ve bozulmayacak şekilde paketleniyor. Lojistik de gördüğünüz gibi bu hatlar üzerinden yapılacak…”

Pervin heyecanla gülümsüyordu. Yeni dostlarına demek burada kavuşacaktı. Eh, bu fotoğraflarda biraz fabrika havası vardı ama idare ederlerdi şüphesiz. O ve yeni arkadaşları fabrika koridorlarında gizli gizli sohbet edip vampirleri çekiştirecek, bahçede piknik yapıp kahkaha atacaklardı…

“Ve burası da mezbaha dediğimiz bölge. Tesisin en büyük bölümü burası. Gördüğünüz gibi insanlar burada kalacak. Günün belli vakitlerinde kanları çekilecek. Son yaptığımız araştırmalara göre hareketli olmalarının kan lezzetlerine hiçbir katkısı yok. Bu sebeple, dünyaya geldikleri andan itibaren yataklara bağlı olacak ve bizim için dev bir kan kaynağı olacaklar. Kaçma ve isyan çıkartma olasılıkları yüzünden birbirleri ile iletişim kurmalarını, ağızlarını bağlayarak engelleyeceğiz. Yani onlara canlı olduklarını hatırlatacak hiçbir şey olmayacak. Hepsi klonlamadan itibaren komada, yalnızca bizi beslemek için hayatta olacak…”

Pervin devamını dinleyemedi. Midesi ağzına gelmişti. Bayılmamak için kendini çok zor tutuyordu. Tüm ümitleri, heyecanı, yalnızlığı… Hepsi boşunaydı. İnsan ırkı sona ermemişti, evcilleşmiş ve endüstriyelleşmişti. Eski düzendeki tavuklar, koyunlar, inekler neyse insan da aynısı olmuştu. Hatta daha da beteri, yaşadığının bile farkında olmayan bir varlık haline gelecekti insanlık.

Son üç yılı, Pervin’in gözünün önüne geldi. Onca acı, yatak yaraları, hareketsizlik, yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık… Tüm insanlığa bunu yaşatmak için mi insanoğlunun yeni Adem’i ve Havva’sı olacaktı? Soyunu tükenmekten kurtarıp boyunlarına tasma mı takacaktı? Damızlık hayvanlara mı çevirecekti insanlığı? Özgürlüğün ne kadar kıymetli, sohbet etmenin ne kadar değerli olduğunu çok iyi bildiği halde, tüm insanlığı bundan mahrum mu bırakacaktı?

“Yere batsın böyle insanlık, yere batsın böyle hayat!” diye bağırdı Pervin bir anda. Yıllar süren sessizlikten sonra ilk cümlesi bu oldu. Bu sefer tüm gözler, Başbakan’dan Pervin’e dönüverdi. Başbakan da anlamaz gözlerle ona baktı. Pervin’in de konuşabildiğini, onun evcil bir hayvan olmadığını herkes unutmuştu.

Pervin kaşlarını çattı ve titreyen dudaklarını hafifçe aralayarak: “Kan mı istiyorsunuz? Gelip alın o zaman!” diye çığlık atıp oldukça sert bir şekilde alt dudağını ısırdı.

Pervin’in dudaklarından oluk oluk kan boşanırken tüm salon kan kokusunun etkisiyle çıldırıverdi. Büyük bir izdihamla, herkes sahneye doğru uçtu. Vampirler, Pervin’e ulaşabilmek, tekrar insan kanının o güzel tadını ve sıcaklığını dudaklarında hissedebilmek için birbirini tekmeliyor, havada taklalar atıyordu.

Sahneye ulaşabilen onlarca vampir, Pervin’in vücuduna dişlerini saplıyor, ısıracak yer bulamayanlar yere akan kanları yalamaya çalışıyordu.

Tüm kanı yavaş yavaş vücudunu terk eden Pervin, delik deşik olmuş bedenine rağmen gülümsüyordu…

Kıvanç Güven

1994 yılında, Ankara'da doğdum. Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldum, Hacettepe Üniversitesi'nde Bilişim Hukuku alanında yüksek lisans yaptım. Halen de Ankara'da avukatlık yapmaktayım. Akademik olarak farklı alanlarda ilerlemiş olsam da, edebiyat her zaman gönlümün efendisi oldu. Başta bilim kurgu, fantastik kurgu, gerilim ve polisiye olmak üzere, kaliteli edebiyatın her türlüsünü çok severim. Kendi çapımda öykü ve roman çalışmalarıma devam etmekteyim.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Hikayenizi çok beğendim. Gerçekten yaşadığımız ülkede böyle bir durumla karşı karşıya kalınılsa herhalde bunlar olurdu dedim. Ayrıca Pervin karakterinin içinde bulunduğu durumu ve hissiyatı karşı tarafa iyi geçirdiğinizi düşünüyorum. Yine Pervin karakterine hizmet yapan ablanın diyaloglarının gerçekçiliğine bayıldım ve okurken çok keyif aldım. Yalnız eleştiri olarak mı algılarsınız bilmiyorum ama nacizane fikrim sonunun daha farklı bir şekilde bitmesi yönden olurdu. Biraz sona geldik hemen nasıl bağlarım gibi olmuş. Onun dışında okurken çok keyif aldım ve bir solukta akıp gitti. Kaleminize sağlık.

  2. Kibar yorumlarınız için çok teşekkür ederim. :slightly_smiling_face:

    Bu konudaki eleştirinizde haklısınız. Sona bağlamak konusunda biraz aceleci davranmış olabilirim. :roll_eyes:

  3. Çok teşekkür ederim, okurken iyi vakit geçirdiyseniz ne mutlu bana. :slightly_smiling_face:

    Bu konuda da maalesef kelime sınırına takıldım. 5000 kelime sınırı olduğu için tek bir tarafa odaklanmak daha mantıklı geldi. Ha tabii daha kısa yazıp ikisinden de rahat rahat bahsedebilmeyi çok isterdim ama onu da ben yapamadım. :grin:

  4. Güzel yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Empati kurulabilecek bir hikaye yazdıysam ne mutlu bana. :blush:

  5. Çok teşekkürler. :blush:

    Valla haklısınız, ben de keşke diğer kısımlardan biraz daha kısıp o kısımlara değinebilseydim diyorum. :sweat_smile: Kelime sınırı sebebiyle sadece belli kısımlara odaklanabildim.

    Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim. :blush:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

11 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for MuratBarisSari Avatar for Senaa Avatar for kivoethe Avatar for tukkolini Avatar for Nahinova Avatar for Madao Avatar for Tin Avatar for Iraz Avatar for oktaylmz

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *