Öykü

Kayıp Harfler Mezarlığı

Kütüphaneler gözden düşüp, insanların pek çoğunun binde bir bile uğramadığı bir kitap mezarlığına dönüşeli niceydi. Kitaplar tozlu raflarda bir zamanlar onları yazan ve okuyan, önemseyen birilerinin olduğunu bilerek; bu gerçekle gün be gün yüzleşerek daha da tozlanmayı bekliyordu. En azından İstanbul Cinayet Büro Başkomiseri bu kanaatteydi. Ta ki, bir cinayet ihbarıyla Taksim’de yer alan Atatürk Kitaplığı’na gidene dek.

Kütüphaneye geldiklerinde, polis ekibini sabırsızlıkla bekleyen onlarca genci gören Komiser Tahsin şaşırdı. Onunla beraber otomobilden inen yardımcısı Necip de kütüphanenin girişindeki kalabalığa hayret etmişti. Olay Yeri Ekibi, kütüphanenin girişini kapatmış, içeriye kimseyi sokmuyordu.

“Öldürülen, ünlü birisi sanırım amirim. Bu kadar kişi burada toplandığına göre…”

Komiser Tahsin, bir kaşı çatık hâlde kütüphaneye yöneldi. Olay Yeri Ekibi’nden girişi tutmakla sorumlu memura selam verdikten sonra şeridi tek eliyle kaldırıp altından geçti. Onun peşi sıra ilerleyen Necip de kütüphaneye girdi. Komiser Tahsin merdivenlere yönelmişken Necip giriş kısmındaki kütüphane görevlisine, “Bu dışarıdakiler cinayeti nasıl haber almış ya?” sorusunu yöneltmeden duramadı.

“Onlar cinayet yüzünden gelmedi ki, kütüphaneye ders çalışmaya gelen öğrenciler…” cevabını veren görevli, iki tecrübeli polisin şaşkınlığını görünce acı acı gülümseyerek “Evet, hâlâ kütüphanelere gelenler var…” diye ekledi. Merdivenlerden üst kata çıkan Komiser Tahsin ile Necip birbirlerine şaşkınca bakmaktan kendilerini alıkoyamadı. Ancak kitaplığın geniş alanına ulaştıklarında bu şaşkınlıkları yerini mantıklı bir bakış açısına bıraktı.

Atatürk Kitaplığı, cam kenarındaki çalışma masalarıyla hem aydınlık hem de çalışmayı ve okumayı şevklendiren bir ortama sahipti. Cam kenarının haricinde de geniş masaları ve uçsuz bucaksız görünen kitap arşivi gözler önündeydi. Ancak kitaplar, o günün öznesi değildi. Zira eğreti bir ceset, her türlü güzelliği gölgelerdi.

Komiser Tahsin ve Necip, arkasında Boğaz Köprüsü’nün göründüğü iki camın arasındaki duvara sırtını yaslayarak duran uzun saçlı cesede bakakalmıştı. Her ceset, bulunduğu ortamda eğreti kaçardı ancak bu cesette insanı rahatsız eden birkaç şey vardı.

İlki, ilk bakışta cansız olduğunun anlaşılamamasıydı. Ayakta durması, onun ölü olup olmadığının ayırt edilmesini zorlaştırıyordu. Saçlarının arasından görülen gözleri dehşet doluydu. Bunlar, ölü birisinin gözleriydi. İkincisi, saçları insanda uzanıp düzeltme isteği uyandıracak denli yamuk duruyordu. Üstüne üstlük Komiser Tahsin ve Necip, cesede yaklaştıklarında ağzından sarkan beyaz bir kâğıt olduğunu da fark ettiler. Her halükârda, bulunduğu ortamdan çok uzaklarda olmayı hak ediyormuş gibi duran cesetlerden birisiydi bu da.

İstanbul’da sadece basına yansıdığı kadarıyla yılda 250’ye yakın cinayet işleniyordu. İki güne bir, birileri birilerini öldürüyordu. Alacak verecek davalarında, namus kılıfına uydurulmuş ölümlü olaylarda, liberal kanaat önderlerinin buluğ çağı ergeni olarak nitelendirebileceği aşk cinayetlerinde sürekli birileri ölüyordu. Bir kısmının katili veya katilleri bulunurken, bazıları emniyetin rafları arasında tozlanan birer isim olmaktan kurtulamıyordu.

Olay Yeri Ekibi’nin şefi İsmail, tecrübeli başkomisere ve yardımcısına selam verdikten sonra olay yerinin şemasını sözlü olarak iletmeye koyuldu:

“Amirim maktul 45 yaşında, kütüphane sorumlusu İsmail Yurdöken. Göğsünden bıçaklanmış, suç aleti ise olay yerinde bulunamadı.”

Bu sözünün ardından, sanki suç aletinin orada olmamasının sorumlusu oymuş gibi mahcup bir şekilde gözlerini kaçırdı. Cesede uzanıp, üzerindeki ceketi aralayarak kalp hizasından itibaren beyaz gömleğin üstüne yayılmış kızıl lekeyi gösterdi. Gömleğin üzerinde tek ve net bir bıçak girişi izi vardı. Komiser Tahsin bıçak izine yakından baktıktan sonra gözleri cesedin saçlarına takıldı. İsmail, onun bakışlarını fark ettikten sonra açıklama yapmaya devam etti.

“Kafasında bir peruk var amirim.”

Sözlerini tamamlarken lateks eldivenli sol eliyle uzanıp peruğu kaldırdı. İsmail Yurdöken, saç dökülmesinden nasibini almayan ender orta yaş üstü erkeklerdendi. Peruk kullanması mantıksızdı. Necip bunu dile getirdiğinde, Komiser Tahsin bıyık altından gülümseyerek “İstediği kadar kel olsun, zaten kadın peruğu kullanması mantıksız olurdu…” diyerek yardımcısına şaka yollu takıldı. Ardından İsmail’e dönüp “Ağzındaki kâğıdı hiç çıkardınız mı?” diye sorarken cevabı biliyordu.

Çıkartmamışlardı. Komiser Tahsin’i ilgilendiren olay yerlerine gittiklerinde, enteresan detaylara dokunmamayı bilirlerdi. Uzanıp bir cımbız yardımıyla dikkatlice çektiği ve avucunun içine özenle yerleştirdiği kâğıdı okuyabilmeleri için Cinayet Büro’nun tecrübeli polislerine elini uzattı.

Komiser Tahsin, doğru anladığından emin olmak için kâğıdı birkaç kez okudu. “Bu bir adres…” çıkarımı yapan Necip’e yan gözle baktıktan sonra yardımcısından telefonunu çıkarıp kâğıdın fotoğrafını çekmesini istedi.

“En azından deliller laboratuvar incelemesinden dönene dek biz de adresin gizemini çözeriz…” diye homurdanarak cesede göz atmaya devam etti. Ayakta durması, basit bir illüzyondan ibaretti. Belinde olması gereken kemer çıkarılmış, göğsünün altından geçirilerek kartonpiyer ile alçıpan karışımı duvara iki ucundan üçer kez zımbalanmıştı. Normal şartlarda bir bedeni ayakta tutmaya elbette yetmezdi ancak İsmail Yurdöken oldukça zayıf bir adamdı.

Komiser Tahsin, ceset üzerinde incelenecek başka bir detay olmadığına kanaat getirdiğinde etrafa göz atmaya başlıyordu ki Olay Yeri Ekibi memurlarından birisi yanına geldi. Kütüphanede olduğu için, istemsizce fısıldayarak konuşuyordu.

“Amirim, bir şahıs geldi. Katili görmüş olabileceğini söylüyor…”

Komiser Tahsin, memurun gözleriyle işaret ettiği yere baktığında kütüphanenin girişinde duran ve İsmail Yurdöken’in cansız bedenine bakmamak için kendisini oldukça zorlayan adamı gördü. Adamın yanına giderken, başsavcının da kütüphaneye geldiğini görüp derin bir nefes aldı. Ceset bir an önce ortadan kalkabilecek, detaylı bir araştırma için onlar da emniyete geçebilecekti.

Adamın yanına geldiğinde, önce kendisini tanıttı. Ardından göz kırparak “Bu ceset bir saat önce fark edilmiş, sen bir saattir neredesin lan?” diye sert bir çıkışla söze girdi. 20’li yaşlarının ortalarında, sakallı, esmer ve kıvırcık saçlı bir adamdı karşısındaki.

“Amirim, benim bununla bir ilgim yok ki!” diye cevaplayan adam, istemsizce birkaç adım geriye doğru kaykılmıştı. Bıyık altından gülen Komiser Tahsin, “Sen bir anlat hele de bir ilgin olup olmadığına ben karar veririm…” diyerek adama gözdağı vermeyi sürdürdü.

“Şöyle ki… Ben cesedi görmedim. Burada bir cinayet işlendiğini de şimdi öğrendim. Bana aşağıda söylediler…”

Bu sözler sırasında elleriyle alt katı işaret ederken, gözlerini de sık sık Komiser Tahsin’den kaçırıyordu.

“Ben de o sıralarda çalışmaya azıcık ara verip yemek yiyeyim diye dışarı çıkmıştım. Yanımdan birisi girdi kütüphaneye. Normalde o saatlerde herkes yemek yemeye falan gider ya, o tam tersine hareket edince dikkatimi çekmişti. Bir de iriyarı biriydi.”

Titreyen ellerini kendi kafasının on – on beş santim üstüne tutarak tahmini bir boy işareti yaptı. Anlattıklarını destekleyen jestleri ve mimikleri o kadar dikkat dağıtıcıydı ki, Komiser Tahsin yerine acemi bir polis olsa kelimeleri seçmekte zorlanabilirdi. Bu esnada, İsmail’le konuşması sona eren Necip de görgü tanığının yanına geldi. Komiser Tahsin, samanlıkta iğne arar gibi adamın bir şeyleri anlatmasını beklemekten sıkılıp daha yüksek ses tonuyla çıkıştı:

“Anlatsana oğlum, nasıl birisiydi gördüğün?”

Işık tutulmuş gibi kıstığı gözleriyle Komiser Tahsin’e ve Necip’e bakan genç adam, “Kiloluydu, uzun boyluydu. Kafasında bir şapka vardı…” diye konuşurken gitgide sesi alçalmıştı. “Şey, şapkası… Bir kadın şapkası gibiydi. Hani eski Türk filmlerinde olur ya…” diyerek ellerini kafasının üstünde bir oval çizecek şekilde oynattı.

“Kadın mıydı yani?” diye sordu Necip.

Adam, kafasını net bir şekilde olumsuz anlama gelecek şekilde salladı.

“Hayır. Erkekti. Sakalı vardı. Kirli sakal… Benimkinden kısa.”

Necip, konuşurken sürekli hareket eden adamın elleriyle yüzünü mesh eder gibi hareket etmesinden sonra daha fazla dayanamadı ve “Lan oğlum elin kolun oynamadan adam gibi anlatsana şunu bir!” diye bağırdı. Ardından, “Bana bak, eğer şu herifi sen öldürdüysen de burada böyle deli taklidi yapıyorsan seni…” diye çıkışıyordu ki Komiser Tahsin kolunu nazikçe tuttuğu yardımcısını kendisine doğru çekti.

“Bence bizi kandırmıyor. Çünkü bunu istemez.” derken gözlerini görgü tanığının gözlerine dikti.

“Çünkü narkotiği çağırsak, cebinde bulunacak şeyle en kötü ihtimalle adli kontrol alır. Değil mi?”

Karşılarındaki adamın beti benzi atmıştı. Yutkunduktan sonra “Ne yani, suçu üstlenmemi mi istiyorsunuz?” diye homurdandı. Komiser Tahsin gülümseyerek, göz kırptı.

“Polis senin dostundur, niye suçu üstlenmeni isteyelim? Sadece aklına gelen her şeyi anlattığından emin olmak istiyoruz. Bizimle emniyete kadar gel şimdi…”

Eliyle kütüphanenin çıkışını işaret etmişti ki, karşılarındaki dönüp kaçmaya yeltendi. Necip uzanıp tek hamlede genç adamı sırtından tutup duvara çarptı.

“Biliyordum işte! Suçu bana yıkacaksınız!”

Komiser Tahsin, görgü tanıklarına şiddet uygulayan Necip’e sert bir şekilde bakarken “Lan oğlum, alt tarafı ressama gördüğün kişinin eşkâlini çizdireceksin!” diye çıkıştı yerde oturan gence. Genç adam, duvara çarptığında kanayan burnunu eliyle silerken, “Avukatım gelmeden konuşmam!” diye söyleniyordu. Komiser Tahsin, Olay Yeri Ekibi’nden birisini çağırıp gerekli komutları verirken hâlâ avukatını istediğini söyleyen gence bakıp “Hasbinallah…” diye homurdandı.

* * *

Cinayet Büro’nun içindeki odasında oturup, camdan büroda oturan iki polise bakarak gülümsedi Komiser Tahsin. Hale de Necip de uzun süredir onun yanında çalışıyordu. İkisi de tam teşekküllü birer cinayet masası polisi olmalarının yanı sıra kendi meşreplerince uzmanlıklara sahipti. Hale’nin, kayıtları kolayca analiz etme ve internet üzerinde yer alan herhangi bir bilgiyi şıp diye çekivermek gibi meziyetleri varken Necip de kamera görüntülerini analiz etmede ve görgü tanıklarının ifadelerini ayıklamada hayli başarılıydı. Bu yüzden çok elzem olmadıkça Hale’yi sahaya çıkarmasa da son dönemde özellikle Beşiktaş’ta öldürülen Serra isimli kadının dosyasında* çok iyi bir performans göstermiş; emniyetin baş belası “fail-i meçhul” damgalarının görev aldığı dosyalara işlenmemesini başarmıştı.

Kütüphaneci cinayetinde de benzer bir iş bölümü yapmıştı Komiser Tahsin. Hale, adamın ağzından çıkarılan nottaki adrese odaklanmışken Necip de kütüphanenin yakınındaki kamera görüntülerine ve ifadesini aldıkları görgü tanığının ressama çizdirdiği eşkâle dönük çalışıyordu.

Tam saatine bakacağı sırada otopsi memuru Dok’tan gelen çağrıyla titreyen telefonunu görünce “Hele şükür!” diye homurdandı Komiser Tahsin. Kütüphanecinin cesedinden bir şey çıkacağını düşünmüyordu ama âdet bellediği üzere ilk olarak otopsi işlemlerinin tamamlanmasını istiyordu. Onun aklına, cinayet soruşturmalarının rutinini belirleyen sıralamada ilk sırada hep otopsi sonuçları geliyordu.

Otopsi birimine doğru giderken koridorda karşılaştığı birkaç polisle selamlaştı. Dok, Komiser Tahsin İstanbul’a geldiğinden beri ve hatta son yirmi senedir İstanbul Emniyeti’nde otopsi biriminin sorumlusuydu. Ellili yaşlarının sonlarına gelen beyaz saçlı bu adamı gördükçe kendisini hep Amerikan polisiye dizilerinin dedektifleri gibi hissediyordu. Bir gün çörekle karşısına çıkıverecekmiş gibi düşündürecek kadar babacan bir tipi vardı. Afyon’da başlayan, İstanbul öncesinde Ankara’ya dek uzanan kariyerinde onun kadar sevecen görünümlü bir polis görmediği için Dok’a alışması biraz zaman almıştı tecrübeli cinayet büro amirinin.

Otopsi odasına girdiğinde, beklediğinin dışında bir şey duyamayacaktı. Dok, soğuk tezgâhta çırılçıplak yatan İsmail Yurdöken’in göğsünü göstererek “Bunu her kim yaptıysa, yapmak için çok iyi bir sebebi varmış Tahsin. Hiç teklememiş!” diyerek bıçak izi boyunca elini ilerletti. “Tek seferde!” diye eklerken bir de ıslık çalmayı ihmal etmeyen otopsiciye bakıp gülümsedi Komiser Tahsin.

Ne kadar tecrübeli olursa olsun, başarılı bir cinayetle karşılaşan her cinayet polisi ilk olarak hayranlık hissederdi. Bu hayranlık, katile veya cesede dönük bir sevgiyle karıştırılmamalıydı. Mesleğe olan şevkin hâlâ devam ettiğine delaletti.

Başka söyleyebileceği bir şey olmadığını, dudağını büküp omuzlarını silkerek ifade etti Dok. Cesedi işaret ederek “Vücudu tertemiz. Hiçbir yara, bere, darp izi yok. Sadece dudaklarının içinde bir mürekkep izi buldum, laboratuvara gönderdim. Fakat adam kütüphaneci, kağıtları parmağını yalayıp çeviriyorsa mürekkepten bir şey çıkmayacaktır…” diyerek anlatabileceği her şeyi bitirdi.

Komiser Tahsin, beklediğinden daha fazlasını bulamamış bir hâlde emniyetin koridorunda Cinayet Büro’ya doğru yürüyordu ki Laborant Nazan ile karşılaştı. “Hah, ben de size geliyordum…” diyerek elindeki kağıtları sallayan Nazan’dan iyi bir şeyler çıktığını umarak Cinayet Büro’ya tecrübeli laborant ile beraber geçti.

Hale ve Necip, gelenleri görünce yaptıkları işlerden kafalarını kaldırmış; Nazan’ın söyleyeceklerini beklemeye başlamıştı.

“Size çok fazla bir haber veremeyeceğim… Adamın ağzından çıkan kâğıtta bir şey yok, kafasına takılan peruk da daha önce hiç kullanılmamış. Otopsiden gönderilen mürekkepten de bir şey çıkmadı…”

Komiser Tahsin, derin bir nefes koyuverdi. Ellerinde bir müptezelin verdiği tutarsız eşkâl, zerre delil olmayan bir olay yeri ve tertemiz bir ceset vardı. Nazan gittikten sonra gözlerini bir umutla Hale’ye dikti. Hale, kaşlarını yukarı doğru kaldırıp onun umudunu daha da kırdıktan sonra konuştu:

“Amirim, kâğıttaki adres Fransa’daki bir komünün başkentindeki pansiyonlardan birisinin adresi. Caen diye bir şehir, 115 bin nüfuslu… Hakkında öyle ahım şahım bir bilgi yok.”

Komiser Tahsin, bu kez gözlerini Necip’e dikti. Necip de gözlerini kaçırarak “Amirim, şu adamın söylediği gibi birisi Taksim’in girişinde yok, fakat Beyoğlu’nun ara sokaklarından birindeki kamerada benzer bir adam görünüyor. Sokağa giriyor, çıkmıyor.” diyerek elindeki tek bilgiyi sundu. Bunun üzerine gözleri parlayan Komiser Tahsin kamera görüntülerini izlemeye koyuldu. Necip’in işaret ettiği yeri görünce “Hadi, fırla… Gidiyoruz.” diye elini yardımcısının omzuna vurdu.

İkisi birden çıkacakken, Hale’ye dönüp Caen’den son dönemde Türkiye’ye gelen birilerinin olup olmadığını incelemesini istedi. Hale de bu talep üzerine Pasaport Şube’den birilerini aramak için telefonunu eline aldı. Necip ve Komiser Tahsin, çoktan emniyetin kapısına yönelmişti bile…

Yarım saat geçmemişti ki, kamerada gördükleri ara sokağa dalmışlardı. Beyoğlu’ndaki bir grup esnafı iyi tanırdı Komiser Tahsin. Polis olduğunu söyleyen birilerine dükkânın anahtarını dahi verebilecek kadar körü körüne rütbe ve otorite aşığıydılar. Kameralar için savcılık iznine ihtiyaç duymayacaklarını biliyordu. Sokağın altına doğru yürürken, çıkmaz sokağa sapan bir yolda çöpün yanında yerde yatan karartıyı görünce kamera görüntülerine de ihtiyaçları olmadığını anladı.

Yanına yaklaştıklarında, yerde yatan iri yarı adamın emniyette kamera görüntülerinden tespit ettikleri adam olduğunu anladılar. Fakat şapkası ve kıyafeti hariç hiçbir şey eşkâle uymuyordu. Evvela, sakalları daha gürdü. Burnu pancar gibi büyüktü ve siğillerle doluydu. Kaşları kalın, kulakları büyükçeydi. Vücuduyla orantılı bir devasalık hâkimdi yüzüne.

Komiser Tahsin yerdeki yaşlı adamı hafifçe dürterek uyandırdı. Yerdeki adam, yırtık pırtık kıyafetlerini toparlayarak olduğu yerde dertop oldu. “Bana vurmayın!” diye bağırarak köşeye sindi. Necip, “Şşşt, ihtiyar, kalk bakalım ayağa…” diye seslenince sokaklarda alışık olmadığı bir nezaketle karşılaşmış olacak ki şaşkınca kafasını kaldırdı yaşlı adam. Yerden destek alarak doğruldu ve o iriyarı hâliyle tezat bir şekilde süklüm püklüm durdu polislerin karşısında.

“Baksana… Şapkan güzelmiş, nereden aldın?” diye sordu Komiser Tahsin. Gülümseyerek, güven vermeye çalışarak adama yaklaşmıştı. Adam ise, kaşlarını çatarak “Çöpten… O da mı suç oldu artık?” diye homurdandı.

“Ya, sana suç diyen mi oldu? Adam gibi cevap versene!” diye çıkışan Necip’e çatık kaşlarıyla bakarak “Valla, kâğıt toplamak suç olduğuna göre çöpten kıyafet almak da suçtur diye düşündüm…” diye kestirip attı yaşlı adam. Komiser Tahsin, öksürerek araya girdi. Kâğıt toplayıcılığı belli kriterlere bağlayan ve bu kriterleri taşımayanların kâğıt toplamasını yasaklayan yetkililer yüzünden sokaklardaki bilgi kaynağı olan evsizlerle sıkıntılar yaşıyorlardı aylardır.

“Yok, öyle bir şey yok. Bu şapkanın sahibini bulmaya çalışıyoruz… Bugün hiç Atatürk Kitaplığı’nın önüne gittin mi?”

Komiser Tahsin’in sorusu karşısında duraksayan yaşlı adam, “Sigaran var mı?” diye sordu. Tecrübeli amir gülümseyerek cebindeki paketi çıkarttı, içinden bir dal aldıktan sonra paketi yaşlı adama uzattı. Sigaralardan birisini yakan yaşlı adam derin bir nefes çektikten sonra “Gitmedim.” diye homurdandı.

Karşısındaki iki polisin de omuzlarının çökmesini izlerken kıs kıs gülmeye başladı.

“Ama bu şapkayı bir poşetin içinde, başka birkaç şeyle beraber buldum. Kilisenin orada…”

Komiser Tahsin ve Necip birbirlerine bakarak duraksadılar. Adamın eliyle işaret ettiği istikamette Saint Antuan Kilisesi vardı.

“Poşetin içinde bir de kaban vardı ama onu benden daha çok ihtiyacı olan birisine verdim… Başka ne vardı… Düşüneyim…” derken sakallarını kaşımaya başladı. Fakat birkaç saniye içinde, bu hareketinin sadece kaşımak olmadığını anlayan Komiser Tahsin elini cebine atıp elli lira çıkardı. Adama uzatırken durdu. Parayı ortadan ikiye yırttı. İtiraz edecek olan adama, “Yarısını da bizi poşeti bulduğun yere götürdüğünde alacaksın…” diyerek net bir dille çıkıştı.

Yaşlı adam sigarasından son nefeslerini alıp yere attığı izmariti ezdikten sonra iki polisin önüne düştü.

* * *

Poşetten çıkan her şeyi imece usulü paylaşan evsizlerden alıp, tekrar toplayarak emniyete dönen ve bulduklarını laboratuvara teslim eden Komiser Tahsin ve Necip, hiçbir şey çıkmayacağını düşünerek çökmüş omuzlarla Cinayet Büro’ya girmişlerdi ki Hale’yi hararetli bir şekilde telefon görüşmesi yaparken buldular. Gözleri ışıldayarak notlar alan genç kadının bir ipucu bulmuş olabileceğini anlayan Komiser Tahsin kendisine bir çay koyup içmeye başladı. Bardağı yarılayamamıştı ki, Hale “Sanırım bir şey buldum amirim!” diye çığırarak telefonu kapattı.

Beyaz tahtanın başına geçip, gülümseyerek anlatmaya başladı.

“Caen’den buraya gelen kimseler yok son dönemde. Fakat şöyle ki, adamın ağzından çıkan kâğıttaki adres bir pansiyonun adresiymiş. Pansiyon yıllar önce kapatılmış.”

Necip, ellerini birbirine vurup “Tüh!” diyordu ki Hale’nin bilgiç bakışlarıyla karşı karşıya kaldı. Bu bakışları takiben, sözleriyle de umut aşıladı genç kadın.

“Pansiyonun izini sürdüğümde, çok önemli gözükmeyen bir bilgiyle karşılaştım. Bu pansiyon, amatör bir yazarın cesedinin bulunduğu bir yermiş. 1911’de, bu pansiyonun bir odasında yazdığı romanın taslağının parça parça edilmiş sayfalarıyla beraber bulunmuş.”

Bunu söyledikten sonra beyaz tahtaya asılı olan kütüphanecinin cesedinin fotoğrafını işaret etti.

“Tabii, bizim cesedi düşünürsek bağlantıyı kurmak zor olmadı. Bu yazarı araştırdım. Hakkında pek bilgi yok ama… İsmi Charles Hébé. Aristokrat birisi. Bir sohbet sonrasında yazar olmaya karar veriyor… Bir karakter yaratıyor.”

Komiser Tahsin, avucunun içini ısıtan bardağı ağzına götürüp çayını yudumlarken Hale’nin şevkli bir şekilde anlatışından dolayı gülümsemekten kendisini alamıyordu.

“Bu karakterin adı, Oncle Cauchemére. Türkçesi, Rüya Prensesi Amca gibi bir şeye karşılık geliyor. Aslında biraz karmaşık bir karakter. İri yarı, sakallı bir kadın. Çocukları yiyor. Hem mitolojik hem de gerçekçi. Bu yüzden de o dönemler biraz fazla ilgi görüyor. Yazar bunalıma girip, bizde adresi olan o pansiyona gidiyor. Cauchemére’i öldürecek bir roman yazmaya karar veriyor fakat kendisine bu isimle birileri mektup yolluyor, bir sürü azılı hayranı adamı takip etmeye başlıyor… Eh, sonunda intihar ediyor.”

Söyleyecekleri bitmiş gibi görünüyordu ancak, uzanıp görgü tanığının ifadesi doğrultusunda çizilen eşkâl resmini eline alıp “Ta-taaa!” diye bağırdı Hale.

“İşte karşınızda Oncle Cauchemére!”

Komiser Tahsin ve Necip, aynı anda birbirlerine bakakaldılar.

* * *

Kendisine “Burada ne arıyoruz biz ya?” diye fısıldayan Necip’e susmasını işaret etti genç kadın. “Hayır, bu gittiğimiz üçüncü üniversite… Buradan da bir şey çıkmazsa ne yapacağız? Yalova’ya mı gideceğiz?” diye soran Necip’e gözlerini devirerek bakan Hale, “Bir kere oradaki üniversitede Fransız Dili ve Edebiyatı bölümü yok. Niye gidelim?” diye çıkıştı.

Odaya giren güleç, yaşlı bir adam yüzünden sohbetleri bölününce ikisi de derin bir nefes aldı. Adam, karşısındaki genç polislere bakıp elindeki dosyaya göz attı. Masasına oturdu. Üniversitedeki Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün başkanıydı. Gözlüğünü düzelterek, kesik bir gülüş koyuverdi.

“Eh, takdir edersiniz ki bize böyle sorular pek gelmez. Hele hele böyle az bilinen, tabiri caizse kayıp harfler mezarlığına gömülen yazarlara dair… O yüzden biraz şaşırdım. İşim ondan dolayı uzun sürdü. Talebiniz üzerine son on yıldır yüksek lisans, lisans ve doktora tezlerinde Charles Hébé’e dair bir şeyler yazan öğrencileri araştırdım. Bir kişi var.”

Dosyayı uzatırken duraksayıp, bir şey soracak gibi olduysa da sormadı. Necip ve Hale, adamdan aldıkları dosyaya bakıp en üstte yazan isme bakakaldılar.

* * *

Sorgu odasında duran kişiye izleme odasından bakan Necip “Mümkün değil…” diye homurdanıyordu. Eliyle, sandalyede oturan potansiyel sanığı işaret edip “Ne yani, bu çıtı pıtı kadın mı o iriyarı kılığa girdi?” diye inanmazcasına bir nefes koyuverdi.

Sandalyede oturan kadın, sanki bunu duymuş gibi o an saçını düzelterek kulağının arkasına attı. Kısa kesilmiş küt, siyah saçları, kahverengi gözleri ve ince burnuyla bakımlı bir yüzü vardı. Çenesi küçük, dudakları inceydi.

Komiser Tahsin de ellerindeki eşkâli ve Hale’nin anlattığı hayali karakterin tarifini düşünüp çelişkiye düşüyorsa da bu meslekte geçirdiği yıllar onu inanamayacağı çok farklı katillerle de burun buruna getirmişti. Bir keresinde cüce kılığına giren bir adamı görmüştü… Boyunu uzatabilen bir kadın çok sürpriz olmazdı.

Hale ise gülümseyerek, katili yakaladıklarını söylüyordu inatla. Birisinin sağından, diğerinin solundan birbirine laf atmalarını kısa bir süre keyifle takip etse de iki genç polisin gitgide birbirlerine çıkışmaları sabrını taşırmaya başlamıştı.

“Durun!” diye bağırdı. İkisi de sustuktan sonra Hale’ye döndü.

“Hale, bu kızın tezinden başka bir sebebin var mı?” diye sorarken gözlerinin içine içtenlikle baktı. Genç kadın, “Şu an yok… Birazdan olacak.” cevabını verdiğinde Necip tam mesai arkadaşına çıkışacaktı ki sorgu odasını izledikleri camlı odanın kapısı çaldı. İçeriye bir kadın polis girip, Hale’ye birkaç kâğıt uzattı. Elindekileri peş peşe okuduktan sonra “Amirim, bu sorguya ben girebilir miyim?” diye soran Hale’ye gülümseyerek göz kırptı Komiser Tahsin.

Hale, koşar adımlarla gidip sorgu odasına girdi. Necip kollarını önünde kovuşturmuş, kafasını sağa sola sallıyordu. Ona göz ucuyla baktıktan sonra gülümsemesini bastırmaya çalıştı Komiser Tahsin. Mesleğe ilk atıldığı dönemlerde o da aynı hataları yapmıştı. Kadınların, erkekler kadar iyi polis olamayacağını düşünmüştü. Cinayetleri bir tek erkeklerin çözebileceğini sanmıştı. Oysa en iyi katiller, kadınların içinden de çıkmıyor muydu? Bir insanın, ölüme olan tutkusunu katil olmadan dindirmesinin en basit yolunun polis olmasından geçtiğine inanan o değil miydi ki, kadınların iyi polis olamayacağını sansın…

Hale, ellerini masaya dayayıp “Seni anlıyorum…” diye baktı karşısındaki kadının gözlerine.

Kadın, birkaç saniye duraksadı. Necip şaşkınlıkla cama yaklaşmıştı ki, Hale “Kızın kaç yaşında? Beş mi, altı mı?” diye sorunca karşısındaki sandalyede oturan kadın ellerini yüzüne gömüp ağlamaya başladı.

Onun ağlamasına karşılık, duraksamadan sözlerine devam etti Hale:

“Kızın bir anaokuluna gidiyordur, eminim. Hatta birkaç hafta geriye gitsek, Atatürk Kitaplığı’na gezi düzenlenmiştir. Değil mi?”

Karşısındaki kadın hiçbir şey söylemiyordu. Ellerini gömdüğü yüzü ne kadar gizliyorsa sarsılan omuzları o kadar ayan beyan ifade ediyordu gözyaşlarını.

“Sonra eve geldiğinde sana bir şeyler anlattı. Değil mi? Sen de anladın hemen ne olduğunu… Adamı araştırdın, böyle tiplerin geçmişinde illâ ki çocuk tacizi vardır diye… Vardı, değil mi?”

Kadının ağlaması biraz duraksamıştı.

“Ne yapabileceğini düşündün. O sırada bunu yapabilecek tek bir kahraman geldi aklına. Hem zekice hem de heyecan vericiydi… Fakat bir hata yaptın. Bize adresi verdin. Bulamayız sandın.”

Kadın duraksayıp gözyaşlarını sildikten sonra “Kanıtlayamazsınız ki. Ben neden bahsettiğinizi bilmiyorum…” diye cevap verdi.

Hale bunun üzerine ilk kez sert bir tepki verip ellerini masaya vurdu. Kadın oturduğu yerde titremişti.

“Eğer itiraf edersen, babanı bu suçla ilişkilendirmeyiz. Ondan fikir aldığını biliyorum. Sana bu tezi yazma fikrini de zamanında o vermemiş miydi?”

Kadın bunun üzerine donakaldı.

“Tek bir şeyi merak ediyorum, neden baban sana haber verdiğinde kaçmadın? Kaçabilirdin…” diye sorarken kollarını önünde birleştirip kaşlarını çatarak kadına baktı Hale. Kadın, boşluğa bakarak gözünden süzülen iki damla yaşı eliyle usulca sildi.

“Kızıma veda etmem gerekiyordu. O yüzden okuldan çıkmasını bekledim…”

* * *

Sorgu odasından çıkan Hale’yi ilk tebrik eden Komiser Tahsin oldu. Necip ise, yarı takdir yarı kıskançlık dolu bir tebrik iletirken “Babası ne alakaydı? Blöf müydü?” diye sormaktan geri duramadı.

Hale gözlerini devirerek “Necip… Bölüm başkanı o kadar süre boyunca gerçekten sekreterden arşiv dosyalarını istiyor olabilir miydi? Nüfus kayıtlarında kadının evlenmeden önceki soyadını görene dek emin değildim ama kayıtları görünce şüphem kalmadı…” diye cevapladı bu soruyu.

Necip duraksadıktan sonra “Hangi bölüm başkanı?” diye sordu. Hale tam çıkışacakken, “Tamam tamam, şakaydı!” diyerek bir kahkaha attı.

Hayat da böyleydi, bir tarafta gülümsemeler ve kahkahalar; öte tarafta hüzünler, sessiz gözyaşları… Kayıp harfler mezarlığındaki yazarların, ölümcül dizeleri her an bir koridorda kol geziyor olabilirdi. Dokunduğuna uğursuzluk getiren, ölümü fısıldayan harfler. Ölümü hak edenlerin duvarlara asılı kalmış gölgeleri ve onları mezarlığa taşıyan günahkâr ruhlar.

Acı bir yanda, gülüşler öte yanda. Bazen gülüş daha siyah, acı daha beyaz fakat gri bölgeleri yok.

Komiser Tahsin, önünden giden iki polise bakarken gülümsüyordu ki sorgu odasından bileklerine kelepçe takılıp çıkarılan kadına bakarak duraksadı.

Ölüm, hakkını teslim edemediğimiz bir illüzyon olabilir miydi?


* Tanrı Misafiri, Kent Kitap, 2016 yılı

Alper Kaya

1990 yılında Ankara’da doğdu. Orada hiç yaşamadığı hâlde, Ankara’yı çok sevdi. BirGün ve soL’da spor yazıları yazdı. Halen Evrensel’de cumartesi günleri maç yazısı olmayan futbol yazıları yazmaktadır. 2010 yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden “Yılın Spor Köşe Yazısı Övgü Ödülü”ne layık görüldü.* Yedi romanı yayımlandı, on kolektif kitapta yer aldı. Yazar, kendisi gibi yazar olan eşi Gizem Şimşek Kaya ve beş kedileri ile birlikte İstanbul’da yaşamaktadır.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for ozbabur ozbabur says:

    merhaba,
    keyifli bir polisiye öyküydü. finale doğru olaylar biraz hızlı geçilmiş geldi bana. yani katlin bulunuşu ve cinayet motivasyonu birkaç cümleyle anlatılmış; biraz detaylandırılsaydı daha iyi olurdu zira öykünün giriş ve gelişmesi daha detaylıydı ama polisiyenin en mühim yeri suçluyu suç işlemeye iten motivasyon, suçlunun yakalanışı gibi noktalar yetersiz ve ikna edici olmadığından -Hale karakterinin olayı şıp diye çözmesi, o kadar bilgiyi hangi ara bulup çözümleme yaptığı- hikaye biraz eksik.
    ama genel itibariyle temayı farklı kullanmışsınız, birkaç aydınlatıcı paragrafla daha başarılı bir öyküye dönüşebilir fikrimce.
    kaleminize sağlık.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for ozbabur

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *