Öykü

Merak

Sevgili tanrım, uyandığım sıradan bir sabahın böyle devam edeceğini bilemezdim. Biliyorum bu bizim uymamızı istediğin kurallardan biri. “Verilenleri al ve şükret. Verilmediğinde kabullen ve dua et. Her yeni gün, bir gün öncesindeki gibi olmalıdır. Normal. Ve normal, sıkıcı değil; güvenlidir.” Ama… Biliyorum bu yanlıştı. Ama dayanamadım ve birisine anlatmam gerek. Lütfen, birkaç gündür konuşmuyoruz biliyorum ama bunu senden başkasına anlatamam. Farklı olandan bahsetmemiz yasak. Usta bunun senin sözün olduğunu söylüyor ve bu bize yabancı şeylerden bahseden insanları senin cezalandırdığını. Ama kızmazsan eğer, ona bu konuda inanmıyorum. Kendisi kılıcı tutanken, nasıl olabilir de yaptıklarının sorumluluğunu sana yükler?

Annem Usta’nın söylediklerini sorgulamamamı söylüyor. Dediğine göre, seni sadece o görebiliyormuş. Bilemiyorum. Keşke ben de seni görebilsem. Bazen sana sarıldığımı hayal ediyorum. Sanki düşüncelerimden dolayı suçlu hissetmememi istiyor gibisin. Ah o düşünceler… Şu anda ne kadar basit olduklarını görebiliyorum. Umarım bu anlattıklarımdan sonra da beni hâlâ sever ve -eğer yapan sensen- Usta’yı beni cezalandırmamaya ikna edebilirsin. Özür dilerim, her şeyden önce. Nereden başlayacağımı bilemiyorum ama eh bir kere başlamadan devamı da gelemez.

Dediğim gibi, o günün sabahı her şey normaldi. Uyandım, elimi yüzümü yıkadım ve annemle birlikte Usta’nın evine, bugünkü yemeklerimizi almaya gittik. Küçükken oraya gitmekten ve özellikle Usta’dan ve onun sert bakışlı yardımcılarından korkardım. Her gidişimizde Usta, annemin yeni ördüğü saçlarımı karıştırır ve yanaklarımı kızartıncaya kadar sıkardı. Bir keresinde bir daha yapmasın diye elini ısırmıştım ama annem buna çok sinirlendi ve orasının senin evin olduğunu, eğer Usta’ya iyi davranmaz ve oradayken yaramazlık yaparsam senin bize bir daha yemek veya kıyafet vermeyeceğini söyledi. Bütün gece ağlayıp senden bizi aç bırakmamanı istedim ve ertesi gün de Usta’dan özür diledim. Bir daha saygısızlık yapmadım elbette ama o kocaman yer hâlâ tüylerimi ürpertiyor. Her neyse, o gün de pek farklı bir şey yoktu. Evine gittik, senin verdiklerini aldık ve diz çöküp şükrettik biliyorsun zaten buraları. Eve gelip yemeklerimizi yedikten sonra annem başının ağrıdığını ve ses yapmamamı söyledi. Ben de en güvenli ve az sıkıcı yolun dışarı çıkmak olduğunu düşündüm. Gerçi her gün gördüğümden farklı olmayacağı kesindi. Biliyordum, kapıdan çıkar çıkmaz şişman komşumuzu bahçede sandalye yaparken görecektim. Annem, o çok çalışkan olduğu için senin ona fazladan yemek verdiğini söylüyor. Bu yüzden bu kadar büyükmüş ama bence biraz daha az vermelisin yoksa bir gün şişmanlıktan hareket edemeyip ölecek, aynı kedileri Uzun Kuyruk gibi. Onu çok özlüyorum, umarım yanında yaramazlık yapmıyordur. Her neyse. Beni görünce tüm yüzüyle güldü ve bana bir küp şeker vermek istedi. Üzülmesin diye aldım ve yoldan aşağı doğru yürümeye devam ettim. Oradaydı. Bazı geceler, senden onunla birlikte daha çok vakit geçirmeyi dilediğim çocuk. Ama hiç boş vakti yok. Geçen yazdan beri sürekli babasına yardım ediyor, birlikte komşumuzun sandalyelerine uyumlu masalar yapıyorlar. Annemin dediğine göre herkesin büyüdüğünde bir şeyler yapması gerekiyormuş ve bu ailelerinin meslekleri olmalıymış. Bu yüzden bana daha büyümeden sürekli dikiş dikmeyi öğretmeye çalışıyor ama beceremeyince dayanamıyor ve beni evden kovuyor. Aslında, kızma ama bunu fark ettiğimden beri bilerek kötü dikiyorum. Benim yapmak istediğim O’nunla olmak. Daha önce hiç denemedim ama bana öğretirse en azından küçük bir sehpa yapabileceğime eminim. Ama bunun gerçekleşeceğini sanmıyorum, en azından o gün olanlardan sonra. Uzun süre orada dikilip dikkat çekmemek için yoluma devam ederken önüme beyaz bir şey çıktı. Aynı şişman komşumuzun kedisi gibiydi, ama biraz daha küçük ve bulut gibi bembeyaz. Başta onun ölü olduğunu düşündüm. Çünkü hiç hareket etmeden o gri gözleriyle bana bakıyordu. Yeşil ya da kırmızı da olabilir tabii ki. Annem ben küçükken ormana doğru gitmek istediğimde bu renkleri birbirine karıştırdığımı anlamış. Çünkü Usta’mız hep ormanın üstünden gelen ve bir daire gibi köyümüzü çevreleyen yeşil ışıktan uzak durmamızı ister. Bana mantıksız gelmişti bu sözleri, zaten hep mantıklı şeyler söylemez ama ben görmüyordum. Yine de ormana gitmeyi çok istemezdim, orası her zaman gri bir sisle kaplı karanlık ve korkutucu bir yerdi. Annem o sis sandığım şeyin, uzak durmamız söylenen yeşil ışık olduğunu ve kimseye bu renkleri göremediğimi söylemememi istedi. Zaten kimse çocuklarla konuşmadığından zor olmuyor. Neyse, yavaşça eğilip bu küçük gözlü şeye küp şekerlerimden vermek istediğimde bir anda arkasını döndü ve zıplamaya başladı. Sanki… Sanki zıplamıyor gibiydi de uçuyordu. Hiç düşünmeden peşinden koşmaya başladım. Koştum ve koştum.. Yokuş aşağı koşmak daha kolaydı ve ben aramızdaki açığı kapatmıştım. Ancak, yakalamak için ileri atıldığımda ayağım takıldı ve yuvarlanmaya başladım. Neredeyse bizim evimiz kadar büyük bir ağaca çarpana kadar da duramadım. Evet, çok acıdı ve belki birkaç damla yaş da aktı ama büyük bir kız olduğumdan beri ağlamıyorum. Tamam tamam. Eve dönüp de annem kıyafetlerimi kirlettiğim için kızdığında biraz ağladım ama tamamen elinden kurtulmak içindi. Dizlerim çok acımıştı ama karıncalara yem olmamak için kalkıp ormanın içlerine doğru baktım. O beyaz şey her neyse, çoktan gitmişti. Ben de daha ileri gidemeyeceğim için dönmeye karar verdim. Topallaya topallaya yokuşu tırmanırken ayağım tekrar bir şeye takıldı. Muhtemelen beni düşüren şeyin aynısına. Yakından bakmak için eğildim ve toprağı şöyle bir eşeledim ama tamamına ulaşana kadar biraz kazmam gerekti. Bu metal bir kutuydu, aynı yemeklerimizi koymak için götürdüğümüz kaplara benziyordu. Ama biri neden yemeğini gömsün ki? Merakla kapağını açmayı denedim, biraz sıkışmıştı ve açtığımda içinden çıkan örümceklerden korkup bir çığlık attım ama ağlamadım. İçinde küçük bi defter ve biraz topraktan başka da bir şey yoktu. Resimlere bakmak için açtım ama hiç resim yoktu. Aynı Usta yardımcılarının sürekli ellerinde dolaştırdıkları kâğıtlar gibi siyah yazılarla doluydular. Çok sıkıcı, çünkü okumayı bilmiyorum. Sahibinin tekrar bulabilmesi için tam kapatıyordum ki içinden bir şey düştü. Çirkin bir kahverengi, ama değişik çok değişik bir şey. Sanki bir böcek gibi bacakları var ama daha kalın. Altından da upuzun bir ince bacağı var. Ama böcek olduğunu sanmıyordum, çünkü kâğıt gibiydi. Nasıl yürüyecekti ki. Belki defterin arasında kaldığı için böyle olmuştur. Her ne ise, merakıma yenik düşüp annemin çok çok çok yaşlı dedesine göstermeden öğrenemeyeceğimi biliyordum. O her şeyi bilirdi ve bazen bana daha önce hiç duymadığım şeylerden bahseder, bunları rüyasında gördüğünü söylerdi. Ama kimseye söylememeliymişim, çünkü Usta bunları duymaktan hoşlanmıyormuş. Hemen kutuyu kapatıp geri gömdüm ve defteri tişörtümün içine sakladım. Dizlerimin acısına aldırmadan evine doğru koşuyordum. Belki gözlüğü çalışıyorsa ne yazdığını da okuyabilirdi bana. Heyecanımı gizlemeye çalışıyordum, değişik bir şey bulmamışım, hiçbir şey olmamış gibi yapmaya çalışıyordum ama kıyafetlerimin kirliliği aksini söylüyordu. Daha dedemin yoluna yeni sapmıştım ki, annem beni gördü.

Üzerinden ilk şaşkınlığını ve korkusunu attıktan sonra beni eve sürükleyip bir yandan sorular sorarken bir yandan da yakındığını ve azarladığını zaten biliyorsun. Çünkü hep senin adını geçiriyordu. ‘Tanrım bana sabır ver, tanrım günahlarımızı affet…’ Bense annem banyoyu hazırlarken bir şekilde defteri tişörtümün altından çıkarıp yatağıma saklamayı başarmıştım. Annemin bitmek bilmeyen yakınmaları arasında ve sonrasında bir daha çıkmama izin vermediği odamdayken sürekli onu düşündüm ve annemin uyuduğuna, yorgunluk ve baş ağrıları yüzünden sesleri duymayacağına emin olduktan sonra gizlice evden çıktım ve birisi beni görmeden varabilmek için büyük büyük dedemizin evine doğru koştum. Etrafta başka pek ev olmamasına rağmen yine de kapıyı tıklatmaya korkuyordum ama evin içinden ışık gelmemesine bakarsak başka türlü uyandırmam da imkansızdı. Ben de dudaklarımı ısırarak birkaç kez kapıyı çaldım. Hiç hareket yok gibiydi. Bu gece merakımı gideremeyeceğimi anlayıp tam arkamı dönüyordum ki kapı açıldı. Üzerinde pijamaları ve ayağında terlikleriyle, zaten bana hep komik gelen büyük dedemin şimdi daha bir komik olduğunu düşündüm. Karanlıkta kapıyı kimin çaldığını bulmaya çalışıyor ama zaten iyi görmeyen gözleri yüzünden anlayamıyordu. Yanına yaklaştım ve aşağıya bakması için kıyafetlerinden çekiştirdim. Beni görünce başta korktu sanırım. Daha iyi görebilseydim eminim annemin beni toprak içinde gördüğündeki yüz ifadesini yapıyor derdim. Beni dışarıda kimse görmesin diye hemen içeri davet etti ve neden burada olduğumu, anneme bir şey mi olduğunu sormaya başladı. Ben de sana anlattığımdan daha kısa şekilde ormanın girişinde bir şey bulduğumu ve ne olduğunu çözmesini yoksa senin üzerine yemin ederim ki meraktan öleceğimi söyledim. Aynı şişman kedi gibi. Ama o güldü. Hem de uzun bir süre. Oysa ki ben ona öleceğimi söylemiştim ve sanki komik bir şey gibi gülmüştü. Çok kızdım, çok. Sonra gelip oturmamı istedi ve özür diledi. Meraklı hâlim ona büyük büyük annemin küçüklüğünü hatırlatmış. Bunun için gecenin bir vakti gelmeme gerek yokmuş ama merakımı gidermek için yapabileceği bir şey varsa hemen şimdi yapacakmış. Ben de, kızgın da olsam başka gidecek yerim olmadığından defteri çıkardım. Bir süre gözlüğünü arayan elleri, defterin kapağını açtığında içinden yine o şey düştü. Eline alıp ışığa doğru tuttu ve sonra bana baktı. Bunu nereden bulmuşum, emin miymişim orman sınırından geçmediğime, bunu başka kimseye göstermiş miyim… Sorularının hepsini cevapladım ve artık onun ne olduğunu söylemesini istedim.

“Bu bir çiçek.” dedi. “Bunlardan en son gördüğümde senden bile küçük olmalıyım. Ah… Görmeliydin onları, kokularını, renklerini…” burnuna götürüp koklamaya çalıştı ve bu hareketi sadece birkaç bacağın düşmesine daha sebep oldu. Ona bu daha önce adını duymadığım şeyin bir böcek mi olduğunu sordum. Çünkü hiçbir şey anlamamıştım. Bana güldü ve hayır dedi. O da ağaçlar ve çimler gibi bir bitkiymiş. Aslında yediğimiz bazı yemeklerdeki sebzeler gibi. Ama hepsinden daha güzelmiş. Birkaç dakika daha inceledikten sonra yanındaki sehpaya koydu ve defteri karıştırmaya başladı. “Hmm… Evet. Hmm.. Şimdi, bu bir günlüğe benziyor küçüğüm. Belki de bir hatırat. Ne olduğunu biliyor musun? Hayır mı? Bazen yaşadığımız şeyleri veya onları nasıl gördüğümüzü aktarmak isteriz. Bazen sadece anlatmak istediğimizden, bazen unutmak istemediğimizden. Bu da onun gibi bir şey sanırım. Ama çoktandır bu dilde bir şey okumamıştım. Belki tam doğru okuyamam. Ha? Yine de okumamı mı istiyorsun? Hahaha, senin gibi inatçı bir miniği kırmak olmaz o hâlde.”

O daha rahat okuyabilmek için geriye doğru yaslanırken ben de daha iyi duymak için öne eğildim.

“3 Temmuz, Çarşamba.

Sevgili günlük. Sana böyle mi seslenmeliyim bilmiyorum. Çünkü burada anlatacaklarımı çok önce anlatmalıydım. Bu tek seferliğe mahsus bir iç dökme gibi olacak. Bugün her şeyi anlatmak istiyorum, fazla zamanım kaldığını sanmıyorum.

Her şeyden önce, bunu okuyan olursa lütfen tamamını okumadan beni yargılamasın. Anlatacağım bu öykü, daha küçük bir çocukken dinlediğim masalların etkisine kapılmamdan büyüyüp bir masala inanmaktan başka bir çarem kalmayana kadarki geçen zamanı konu alıyor. Evet hepsi yaşandı ve eğer bunu bulan kişi de benim yazarken olduğum yerdeyse buna inanacağına eminim. Daha önce görmemiş olanlarsa bunun bir masal olduğunu düşüneceklerdir. Zaten farklı olan her şeyi hayal ürünü, mit, efsane ve masal yapmaz mıyız?

Başlangıçta bir çocuk olduğumu söylemiştim. Annem, abim ve bana yatmadan önce bir hikaye anlatırdı. Tüm dileklerin gerçekleştiği, tüm dertlerin şifa bulduğu, ulaşabilene sonsuz iyilik sunan ama ulaşılamaz büyülü bir dağ hakkında. Kafdağı. O zamanlar bu hikayede dikkatimi çeken tek şey, padişahların kızlarını sadece Kafdağı’ndan bir şeyler getirirse vereceğiydi. Bir sürü kahraman şövalye, bir kız uğruna yollara düşüyor. Hiçbirisi daha ulaşamadan karşısına çıkan bin zorluktan birinde can veriyordu. Evet, biraz vahşi bir hikaye biliyorum. Ve bir erkek çocuğuna anlatılınca bu oluyor işte. Hikayenin sonunu veya vermek istediği kutlu mesajı hatırlamıyorum. Tabii, şu anda o hatırlayamadığım mesajı bir nevi almış gibiyim. Ama sonra geleceğim buraya. Evet, bu benim için sadece bir prenses uğruna canlarından olan şövalyelerle ilgili bir hikayeydi ve uzunca bir süre de öyle kaldı. Ta ki, uğruna canımı ve canımdan da değerli ne varsa vereceğim kendi prensesimle tanışana kadar.

O zamanlar bir şirkette bilgisayar teknisyenliği işindeydim.” Büyük dedem şöyle bir durdu ve bir daha aynı anlamsız cümleyi okudu. Sonra kafasını sallayarak devam etti: “Hayır hayır, bu ne demek hiçbir fikrim yok. Üzgünüm çocuğum. Devam edelim.

“O zamanlar bir şirkette bilgisayar teknisyenliği işindeydim. O da bir nevi benim müdürümdü. Onu ilk gördüğüm zamanı hatırlıyorum. Sanki… Sanki… Şimdi şu etrafımızı saran zümrüt parlaklığı yayılıyordu yüzünden ve eminim ki bunu sadece ben görmüyordum. Herkes onu çok severdi. Bense, onsuz yaşayamazdım. Günler, aylar geçti. Onu tanıdıkça ona olan hislerim hiç değişmiyor, sadece artıyordu. Derken bir gün işe gelmedi. O zamanlar o günün yaşadığım en kötü gün olduğunu düşünmüştüm. Kime sorsam nerede olduğunu bilmiyordu ve telefonlarına da cevap vermiyordu.” Hayır küçüğüm bu ne demek onu da bilmiyorum, dedim ya unutmuş olabilirim. Devam ediyorum.

“…telefonlarına da cevap vermiyordu. Bu gece ondan haber almadan uyuyamayacağımı biliyordum. Ben de dayanamayıp bir kere iş yemeğinden sonra bıraktığım evine kadar gittim. Kapıyı çalmalarım cevapsız kalınca elim boş ve üzüntülü arkamı dönüp gidiyordum ki açıldı.

Ah. Karşımda gördüğüm manzara beni şok etmişti. Aslında normal birine göre farklı bir şey yoktu. Karşımdaydı işte, ama sadece hep gülen o yüzünde bir kırılganlık birikmiş gibi. O aşık olduğum ve yüreğimin derinliklerini bile aydınlatan ışıltısıysa zar zor görülüyor. Geri döndüm ve o anda kapının eşiğinden inip boynuma atıldı ve ağlamaya başladı. O ağladıkça ben daha çok sarılıyor, o şaşkınlığımda bile korkuyla ona destek olmaya çalışıyordum. Titremeleri biraz olsun azaldığında geri çekildi ve yüzünü silerken özür dilemeye çalıştı. Hemen susturdum, önemli değildi. Sadece ne olmuştu, kötü bir şey mi gelmişti başına öğrenmeliydim. Beni içeri davet etti. Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, bana çay içer miyim diye sordu. Olur dedim ve ocağa koyup geldiğinde, konuya girmek için biraz daha cesaretlenmiş olduğunu düşündüm. O anlatmaya başladı; bense üzüntümden yok olmaya. Bir yerden sonra duyamıyor gibiydim. Ve… O günleri anlatması hâlâ zor. Sadece bilgilenmeniz için bahsetmek zorundayım. Hastaydı. Modern tıbbın geri döndüremeyeceği şekilde. Kime gitse çok ömrü kalmadığını, olmayan bir tedavi aramak yerine kalan zamanını iyi değerlendirmesi gerektiğini söylüyordu. Son umut olarak sonuçlarını gönderdiği doktordan da bu sabah olumsuz cevap almıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Ben de bilmiyordum ama bildiğim tek şey ona aşık olduğum ve onu kaybetmektense her şeyi deneyeceğimdi. Sonraki birkaç ay, zaten denenmiş olanları denemek ve umut edip boşa çıkmayla sürüp geçti. Üzüntünün ortasına doğmuş olan aşkımız yeterince yıpranmıştı ve bu yüzden bir karar aldık. Eh, o aldı diyelim çünkü ben gizlice arayışlarımı sürdürmeye devam edecektim. Yapabileceğim en küçük bir şey bile varsa bulmadan duramazdım. Ancak, görünüşte aramayı bıraktığımız için artık daha da az kalmış olan zamanını istediği her şeyi yapmayı deneyerek geçirmeye karar verdik. Gerçekten bir insanın aklına hayaline gelebilecek her şeyi yaptık. Sürekli seyahat ettik, yeni şeyler denedik ve bir sürü anı biriktirdik. Gizliden arayışlarımı devam ettiriyor olsam da bunlar bana da çok iyi gelmişti doğrusu. Bir gün, seyahatlerimizin birinde tanıştığımız bir çift bizi dağ tırmanışına davet etti. Daha önce hiç yapmamıştık ve işin doğrusu bana biraz korkutucu geliyordu. Ama kendilerinin de amatör olduğunu ama profesyonel bir ekiple çıkacaklarını söyleyerek bizi yüreklendirdiler. Eh, eğer o gözlerimin içine ‘lütfen’ der gibi bakmasaydı yine gitmemin imkanı yoktu ama kabul ettik bir şekilde. Hazırlıklarımızı tamamlamamız birkaç gün sürdü. Ondan sonra ayarladığımız rotaya doğru yola çıktık. Dışarıdan bakıldığında her şey harika gözüküyordu, başlarda çok zorlanmamıştık. Hatta tırmanışımızın üzerinden 2 gün geçtiğinde bile keyiflerimiz hayli yerindeydi. Ancak sonraki gün, her zaman birimizin yaptığı gibi ateş için odun toplamaya gittiğinde geriye dönen olmadı. İşte o zaman, hayatımın en kötü gününde yanılmış olduğumu anladım. Kendimi çadırımızdan attığım gibi aramaya başladım. Koşuyor koşuyor, başına ne gelmiş olabileceğini düşünmemeye çalışıyordum. Belki de bir yere yığılıp kalmıştı ve şimdi dağdaki hayvanlara yemek oluyordu. Hayır hayır düşünme. Bana yıllarmış gibi gelen arayışımın sonunda ayaklarım acımaya başlamıştı. Kendimi yalın ayak dışarı atıp aramaya başladığımı o zaman fark ettim. Yere çöktüm ve ayaklarıma baktım. O korkunç görüntüden ve yaşadığım yıpratıcı yorgunluktan dolayı kafam bir anda geriye düştü. Ne kadar baygın kaldığımı hatırlamıyorum ama karanlıkta kendime geldiğimde bir ses duyduğumu sandım. Sanki… Sanki, onun sesi gibiydi. Onun kaybolduğunu tekrar hatırladım ve gözlerimi bu bir rüya olsun ister gibi yumdum ve ağlamaya başladım. Derken bir daha duydum o sesi, beni çağırıyor gibiydi. Bunun bir halüsinasyon ya da cennete çağırı olduğunu düşünürken gözlerimin önüne yeşil ışıklar geldi. İstemeyerek de olsa gözlerimi açtım ve kafamın arkasından gelen ışığın aslında hayal olmadığını anladım. Bu aynı, aynı onun yüzünden yayıldığını sandığım ışık gibiydi. Bilinmeyen ama çok kesin bir istekle ışığa doğru yöneldim. Sanki acım dinmişti, sanki her şey güzel olacaktı. Ve oldu da. Işığa artık iyice bakamayacak kadar yaklaştığımda bir anda yere kapaklandım ve her şeyin bittiğini düşündüm. Oysa bu bir başlangıçtı.

Kafamı kaldırdığımda onu gördüm. Yemyeşil bir tepeden bana doğru geliyordu. Onu uzun zaman sonra ilk defa bu kadar mutlu ve canlı görüyordum. Kesinlikle burası cennet olmalıydı. Aniden kalktım ve bunun sonucunda gelen göz kararmasından sonra ben de ona koşmaya başladım. Hayatımın en güzel anıydı… Muhtemelen bunu okuyan kişiler, siz zaten burada yaşıyorsunuz. O yüzden ayrıntıya girmeme gerek yok. Ama şans ya, dışarıdan birisi bulmuşsa biraz şaşalı anlatayım. Burası etrafı zümrüt yeşili ışık huzmeleriyle kaplı, dünyadan izole olmuş bir cennet gibi. Burada yetişen her şey ve akan her su şifalı… Aslında burasının annemin anlattığı o zümrüt Kafdağı olduğunu anlamam birkaç yılımı aldı. Neyse ne, sevdiğim hiç hasta olmamış gibi sağlıklı ve mutluydu. Onun sayesinde ben de öyle. Birkaç gün rüya içinde gibi geçti ancak sonra ona geri dönmemiz gerektiğini söyledim ve o bunu anlamadı. Nereye diye sordu. Buradan başka bir yer yokmuş ki, nasıl gidecekmişiz. Onun bu hâli beni huzursuz etti ama geride kalanları da düşünmem gerektiğinden geldiğim yöne doğru ormana gitmeye başladım. Ama, ah… Bulamadım. Nasıl gideceğimi ne o gün ne ondan sonraki günler bulabildim. Ve biliyor musun? Ben bunların hepsini unuttum. O günlerde nasıl olmayan bir dünyayla ilgili anılarımdan dolayı çıldırdığımı ve cennet gibi gözüken bu yerin nasıl benim için bir hapishaneye dönüşüşünü anlatmam mümkün değil. Sonra bir gün, oradan çıkmayı denemekten vazgeçtim. İstediğim her şey buradaydı. Mutlu olmalıydım. Ve o an, unuttum. Dün gece bir rüya gibi tüm hayatımı tekrar görene kadar da hatırlamadım. Bu rüyanın neden veya nasıl geldiğini bilmiyorum ama vaktimin çok kalmadığına inanıyorum. Her ne kadar burada zaman farklı işlese ve normal insan ömründen uzun da yaşasak, vaktim geldi. Zaten fazladan yaşanmış bir yalan hayatın daha fazlasında da gözüm yok.

Evet. Umarım bunu okuyan kişi, şu günlerde ortaya çıkmış kendine Usta diyen adamın hükmü altında değildir. Bu fazla paranoyak bir tahmin olabilir ama o çocukta hoşuma gitmeyen bir şeyler var. Umarım bunu okuyan kişi, benim ve iki hayatımın da aşkının kurduğu bu köyün dışını merak ediyor, arzuluyordur. Dünya buradan ibaret değil. Lütfen ama lütfen merakını kaybetme ve bu kutuyu bulduğun yerden ormanın içine doğru yürümeyi bırakma. Beni buraya getiren neydi bilmiyorum ama içimdeki dinmeyen aşkıma kavuşma isteği olduğunu düşünüyorum. Benim onu istediğim gibi iste dünyayı. Çünkü hepiniz, burası cennet dahi olsa buradan daha fazlasını görmelisiniz. Neden bunu şimdi herkese okumak yerine bir yere yazıp gömdüğümü soruyorsundur. Söyledim, herkese anlattım. Ama kendini kapatmış zihinlere hiçbir şey anlatamıyorsunuz. Yazmak, yaşamaktan daha az yıpratıcı olsa da yoruldum ve gitmeliyim. Son dileğim bunun bir değişim yapabilecek birinin eline ulaşmasıdır.

Sevgiler.”

Bitmiş miydi? Bu kadar mıydı? Daha fazlası var mı diye ısrarla büyük dedeme sordum ama şok olmuş şekilde kafasını sallıyordu. Neden şaşırdığını anlıyordum. Bu sanki bana anlattığı rüyalar gibiydi çünkü. Kısa bir süre birbirimize bakmadan durduk ve sonra defteri aldığım gibi eve koştum. Şimdi buradayım. Tanrım. Lütfen bu bir şaka olmasın. Lütfen büyük dedem her şeyi doğru okumuş olsun. Bu ölmüş adamın dediklerine inanmak istiyorum ama yalnız gitmek de istemiyorum. Keşke annem beni anlasa, bunları mantıklı bulsa. Ama sanmıyorum. Tanrım, lütfen yokluğumda annemi koru. Çok ağlamasın. Ben artık büyük bir kızım. Hem… Hem yazılanlar doğruysa belki geri gelip herkese anlatabilirim ve annem de çok sevinir o zaman. Şimdi gitmeliyim, yolu bulmamda yardım et ve bana kızma n’olur.

Seni seviyorum.