Not: Bu öyküyü okumadan önce, FORUMUMUZDA bulunan bu bölümü okumanız olay örgüsünü kavrayabilmeniz açısından kesinlikle yararlı olacaktır. |
Burada kapana kısılmış gibi hissediyorum. Duvarlar üzerime geliyor beni öldürmek istermiş gibi. Artık zaman kavramını yitirdim. İntihar fikri her zaman aklımdaydı ancak şimdi burada, ürkütücü duvarlar beni yok etmek için beklerken, bu lanet labirentin içinde canımı kurtarmaktan başka bir şey düşünmüyorum.
Neden buraya geldim? Uzak bir anı oldu beni bu korkunç gezegene sürükleyen nedenler. Ne zaman unuttum bir zamanlalar şimdi küçümsediğim insanlardan biri olduğumu? Ne farkım var onlardan artık? Ben de ölümden korkuyorum. Düşünmek bile acı veriyor. İmhar tapınağında, benim insanlardan bile düşük bir varlık olduğumu, ölümden, evrendeki her şeyden daha fazla korktuğumu iddia ettiklerinde, o anki deliliğimin içinde bine yakın yoldaşı kopartmıştım.
Haklılardı. Ben, elementlere hükmedebilen ben, insanların düşünceleriyle oyuncak gibi oynayabilen ben, ölümü bile alt etmiş olan ben, şimdi her daim küçümsediğim insanlardan bile acınacak durumdaydım. Korktuğum ölmek değildi aslında. Bu labirentten korkuyordum ben. Bu unutulmuş yerde çürüyüp gitmekti beni deli eden.
Sivri çıkıntıları olan duvarların yüksekliği yüz ile iki yüz metre arasında değişiyordu. Labirentin çıkışını görmek amacıyla gerçekleştirdiğim birkaç tırmanış, nasıl bir kâbusun içinde olduğumu daha iyi anlamamı sağlamaktan başka bir işe yaramamıştı. Labirent gözümün önünde dört bir yana uzanıyordu.
Sakin olmalıyım. Uzun süredir bunu tekrarlıyordum kendi kendime. Epey zaman önce üzerinde yaşayan tüm insanları koparttığım dünyanın, seçimler sonucu oluşmuş çocuklarından birinde olduğumu varsayıyordum.
Hafızam sünger gibiydi. Geçmişi gayet net hatırlıyordum. Burada uyandığım andan sonrasını da hatırlıyordum ancak ne zaman buraya nasıl geldiğimi düşüneyim, başıma korkunç bir ağrı saplanıyordu. Bir şey olmuştu, çok önemli bir şey. Nicedir bedenimin uyarıları yüzünden acı çekmemiştim. Şu anda da çekmiyor olmam gerekirdi.
Geçmişi yoklamayı bırakıp önüme baktım. Korkumu bir nebze de olsa bastırmıştım. Çevremdeki yaşamlara yoğunlaştım. Belki hayvanlardan yardım isteyebilirdim. Ve ikinci şoku yaşadım. Dokunabileceğim zihin yoktu. Hiçbir canlı yoktu. Etrafımda görebildiğim yegâne şeyler; taş, toprak ve ölümdü. Bu labirent ölümdü. Son canlısı uzun yıllar önce göçüp gitmiş olsa bile, bu dünyada hayata veda edebilecek hiçbir şey kalmamış olsa bile, ölümü hissedebiliyordum. Kulağıma fısıldıyordu. O her yerdeydi. Bu evrende yalnızdım.
Eğer devamlı olarak bir yöne doğru gitsem, eninde sonunda labirentten kurtulmam gerekirdi. Sonsuza kadar sürüyor değildi ya bu kahrolası duvarlar. Kuzeye doğru yürümeye başladım. Bazen duvarlar önümü kesse de, ben bir yolunu bulup kuzeye doğru gitmeyi sürdürdüm. Pusulaya ihtiyaç duymadan, dünyanın manyetik alanını hissederek yön bulamasam muhtemelen bu cehennemden kurtulamazdım.
Saatler saatleri kovaladı. Uçsuz bucaksız labirentin içinde yürümeye devam ettim. Sanki yerimde sayıyor gibiydim. Ne kadar ilerlersem ilerleyeyim hep aynı yerde gibiydim. Ben kendimi ne kadar büyük görsem de, bu labirentim içinde çocuk gibi kalmıştım. Bastırdığım korkum, yüzeye çıkmak için çatlak arıyordu irademde. Ve onu gördüm…
Beyaz bir cüppesi vardı. Havada süzülüyor ve çevresine kendinden emin bakışlar atıyordu. Yanına gitmemi bekliyor gibiydim. Ona yaklaştıkça ne kadar küçük ne kadar aciz olduğumun farkına varıyordum. O, yüz binlerce gezegene ısı ve ışık sağlayabilecek bir yıldızsa, ben de o gezegenlerin en önemsizinde yaşadığının farkında bile olmayan bir sinektim. Ne muhteşem biriydi o, ne kadar da bilgeydi.
Yavaş yavaş, ona doğru yaklaşıyordum. Her adımda hayranlığım artıyordu. O bu kadar muhteşem iken ben ne kadar da acınasıydım. Yanına geldiğimde bana döndü ve:
– “Labirentimi nasıl buldun?” dedi.
Dilim yoktu sanki, bir okyanus dolusu su içsem bile konuşamazdım. Suskunluğum karşısında gülümsedi. Babacan bir tavırla devam etti.
– “Zamanı anlamalısın azizim. Büyümelisin artık. Hala sınırlarından bihabersin. Gücünün binde birini kullansan çoktan buradan kurtulmuş olurdun.”
Sesinde öfke yoktu, aksine beni seviyor olduğu izlenimine kapıldım. Cevap vermek istedim ama konuşmayı unutmuş gibiydim.
– “Madem cevap vermek istemiyorsun o zaman kulaklarını aç da iyi dinle. Seni buraya kendini anlaman, gücünün farkına varabilmen için getirdim. İdrak ettiğin bambaşka bir şeydi. Acizliğin. Buraya seni kurtarmaya gelmedim. Eğer gücünü anlayamazsan son gördüğün şey bu labirent olacak. Şunu unutma, eğer zamanı anlayamazsan yok olup gitmeye mahkûmsun. Gücünü bil azizim, zaman üzerindeki gücünü keşfet.”
Ve kayboldu. Sanki hiç burada değilmiş de ben serap görmüşüm gibiydi. Ama artık anlıyordum. Burada ölmeyecektim.
Son olarak o korkunç labirentten kurtulduğumdan bu yana uzun zaman geçti. O günü bile zor anımsıyorum artık. Ancak bir şeyden eminim, o gün ilk ve son kez karşılaştım onunla. Yani kendimle…
İlginç bir öykü olmuş. Biraz geçiş kısmı gibi duruyor. Uzun soluklu öykülerdeki karakter gelişimini kısa bir bölümde anlatmış gibi daha çok. Bu karakterin sağlamlığını daha önce de belirtmiştim, bu kez başka bir benliğiyle daha da güçlendi. Tebrikler.
Hani bazı öyküler vardır. Okurken çok fazla etkilenmezsiniz, ne öyledir ne böyle. Son cümleye kadar… Sonra o son cümleyi okursunuz ve beyninizden vurulmuşa dönersiniz, hikayeye olan saygınız ise anında tavan yapar. İşte bu o tür hikayelerden biriydi. Kalemine sağlık JeepeRs…
JeepeRs’ın öykülerinde biraz Lovecraft tadı alıyorum. Onun öyküleride mesela hep Cthululu etrafında döner. JeepeRs kendi dünyasını, kendi evrenini yaratıyor ve farklı hikayeler ile bunu bize sunuyor.
Bence çokta iyi yapıyor ve devam ettikçe daha da profesyonelleşeceğine inanıyorum. Tebrikler…
Bitiriş gerçekten çok hoştu. Önce bana bir iç hesaplaşma izlenimi uyandırsa da, sonra farklı bir şeyler buldum sanki bu hikayede. Kısa ve özdü, ve de güzeldi. Tebrik ederim. 🙂
Uzunluğu aldatıcı, iki kere okunması gerekiyor çünkü sonu ikinci defa okunduğunda daha anlamlı ve değerli hale geliyor.