Dilim döndüğü kadar hikâye anlatırım böyle. Düşler Limanı’nda toplanırlar bazı geceler, ateş yakarlar, gitar çalar Ozan’ın Şarkısı’nı söylerler. Ben de böyle uzaktan izlerim bazen, bazense gider katılırım şarkılarına. Hiç dışladıklarını görmedim. Oturur dinlerim, anlamasam da anlattıklarını, bu hoşuma gider. Serttirler bazen, kırbaçlarını çekerler, ama çoğunlukla anlayışlı davranırlar bana. Dilim dönmez çünkü pek. Buraya gelmeden önce de böyleydim ben.
Bazı geceler, gökyüzü o kadar karanlık olurdu ki ayı bulmak için dolaştığım caddeleri üst üste koysam, ayın kendisine ulaşırdım. Yıldızlar birbirlerinin çekim kuvvetlerinden etkilenmiş ve birleşip yok olmuşlardı sanki. Üzerimde yırtık gömlekler, lime lime kıyafetler, ıslak pantolonlar… İnsanlar öyle kaçarlardı benden. Yanlarına bile yaklaştırmazlardı bazı geceler. Bazı geceler, hava o kadar soğuk olurdu ki, salyam kirli giysilerime değmeden donar kalırdı. O geceler, söyleyeceklerimi dinletecek kimseyi bulamazdım. Tüm rıhtımları dolaşırdım, efkârlı gençlerin biralarına yapışkan bir sinek olmak, belki de iki kelam etme şansı bulmak için. Ancak her rıhtım boştu benim için, limanlar boş gemilerle doluydu. Her bir gemi sallanan bir yataktı benim için Haydarlar gelene kadar.
Ancak neşeli günlerim de olmadı değil. Sakallarımdaki ekmek kırıntılarını ellerimle temizleye temizleye, sekerek inerdim rıhtımlara. Sekerim hep, tek ayağım topaldır benim. Bir zamanlar o büyük şehre göndermek için beni bir trene atmışlardı. Onlara yeterince anlattığım hikâyelerim bana acımalarını sağlamış ya da benden nefret ettirmişti. Onlara gördüklerimi anlatırdım hep. Bazı geceler, derdim, gökyüzü alevler saçan kuşlarla dolar, onların üzerindeki şövalyeler gelsin ve beni kurtarsın diye yakardım ateşleri. Neden diye sorduklarında, iki gözümü de göremeyecek kadar şişirdikten sonra, bunu söylerdim. Alsınlar beni derdim. Gittikleri o unutulmuş diyarlara beni de götürsünler isterdim. Gökyüzünü bana çok gördüler ve beni o trene attılar, ayağımı kaptırdım demirden pençelerine. O günden sonra topallayarak yürüdüm tüm arzda.
Neşeli günlerimde, rüzgârların amansızca köpürttüğü suların önünde oturdum rıhtımlarda. Yanımda yoldaşlarım oldu, ben onlara hikâyeler anlatırdım onlar güler ve birbirlerinin kulaklarına fısıldarlardı. Düşlerdim, beni alıp götüreceklerini ve yalnızca küçük bir evi ısıtmak için onlarca ev dolaşmak zorunda kalmayacağımı. Ancak sonra kalkıp giderler ya da bana demir küçük daireler atarlar ve gitmem için zorlarlardı. Ben de gider başkalarına anlatırdım. En neşeli günlerimde bile kimse gerçekten dinlemedi beni. Onlar gelene kadar, kimse gerçekten dinlemedi.
Büyük ayaklı küçük insanlar geldiler bir gece. Onlara ne diyeceğimi bilememiştim ve, “Gömlek var mı?” diye sormuştum. Gülmüşlerdi bana, biralarından birer yudum aldılar ve hakkımda konuşmaya başladılar.
“Sence hak ediyor mu?” dedi sevimli, sert görünüşlü küçük kız.
“Ne demek istiyorsun? Onun için geldik zaten.” dedi kıvırcık uzun saçları olan.
“Arkadaşlar, ona bir şans tanımalıyız elbette.” dedi nispeten uzun ve top sakallı olan.
“Bence uçuralım kafasını.” dedi biraz kilolu ve kısa olan.
En sonunda karara vardılar, hepsi birden arkalarını dönüp sokağın karanlıklarına baktılar. Taş sokak, efendisinin çığlıklarını işitmişçesine titredi. Gökyüzü dalgalandı. Beyaz atının üzerinde, derisi dâhil her şeyi siyah olan bir adam geldi. Yüzünden rakamlar akıyordu. Uzun boylu ve yapılıydı. Eğildi ve bana bakarak gülümsedi. İki elini uzatıp avuçlarını açtığında, birinde mavi birinde kırmızı iki tavuk yumurtası duruyordu.
“Eminim bu duvarlar sonsuza kadar zapt edemez bir bilinci. Tanrılar yok olana kadar, yalnız kalmamalı ve anlatmalı öykülerini. Seç. Maviyi seçersen, anlattığın öyküler her zamanki gibi yarım kalır ve biter. Bu karton döşeme yatağında duvarlarının arasında uyanırsın. Kırmızıyı seçersen, bizimle gelirsin ve sana bir tavşan deliğinin ne kadar derin olabileceğini gösteririz. Unutma, öykülerin ne kadar sürerse, delik o kadar uzundur.”
Hepsi kaybolduğunda, elimde yumurtamla uykuya daldım. Uyandığımda kendimi bulduğum yer ise uyuduğumda olduğum yerden çok farklıydı. Nefes alamıyor, almıyordum. Gerek duymadığımı hissettim. Boşlukta uçuyordum. Etrafımda yıldızlar her zaman olduklarından çok daha parlak görünüyorlardı. Altımda devasa bir yaratık bana araçlık yapıyordu ve ardımda, koskoca mavi-yeşil bir küre bana elveda diyordu. Altımdaki yaratık koca kanatlarını çırparak daha da uzaklaştı. Güneşin gittikçe ısıttığını ama yakmadığını fark ediyordum. Bunun altımdaki yaratıkla ilgili olduğunu anlamam uzun sürmedi. Güneşi yutabilecek güçte gibi geliyordu bana. Ancak o tarafa gitmiyorduk. İleride, daha önce hiç görmediğim bir yıldıza doğru ilerliyorduk. İlerledikçe etrafımda uçan daireler, roketler, tek göze benzeyen ve asla susmayan ilginç küçük küreler gördüm. Yaklaştıkça yaklaştık ve karşımızda devasa bir cisim belirdi. Bu cisim koca bir adamın omuzlarında taşıdığı ilginç şekilli bir dünyayı andırıyordu. Adam bana göz kırptı ve o zaman, adamın bir kaplumbağanın sırtına bastığını ve kaplumbağanın bilinmeyen bir yöne doğru ilerlediğini gördüm.
Yaratık beni dünyanın üzerinde uçurdu. Koca bir okula benzeyen etrafında çocukların uçtuğu bir binanın üzerinden geçtik. Havlularıyla güneşlenen iki adam ve bir devasa başlı robota selam verdik, uzun denizleri aştık ve gökyüzünü delercesine yükselen simsiyah kulenin yanından geçtik, sırtını dağlara dayamış, bir taht görünümündeki ak kaleyi aştık, beni yakarcasına izleyen göze bakmaktan kendimi kaçırdığımda, ileride benimkine benzeyen yaratıklarla uçan insanlar gördüm. Yaratıklar ağızlarından alevler püskürterek savaşıyorlardı. Onların arasından titreyerek geçtik. Aşağılarda, çok aşağılarda, sonsuz denizin ortasında bir adaya indik. Yaratık bana gülümsedi ve başıyla ileriyi işaret etti. Hayatımın en doğru kararını verdiğimi hissettiğim o gün, o iskeleden geçtim ve aynada kendime baktım. Değişmiştim, mutlu, düzgün ve temiz görünüyordum.
Kuleleri, deniz fenerleri, iskeleleri, limanları ve hanları olan bir cennetteydim. Dilim döndüğü kadar anlattım onlara dertlerimi, kimisi beni omuzlarına aldı kimisi tersledi. Ancak hepsi en azından bir kez olsun dinledi. Şimdi limanlarında ve rıhtımlarında her gece onların anlattıklarını dinliyorum. Bana kadim ejderhalarla yaşadıkları maceraları, cesur şövalyelerini, çektikleri acıları, başka dünyalardaki hikâyelerini anlatıyorlar. Hatta her zaman nasıl acıktığından bahsedenler bile var.
Ben dilim döndüğü kadar onların yanındayım. Onlar da dilleri döndüğü kadar benim yanımdalar.
- Kül Olmadı Yana Yana Koca Zürafa - 1 Temmuz 2020
- Sürahilerde - 15 Haziran 2017
- Ama Bi’ Sor Neden Diye - 15 Haziran 2016
- Beni Kimse Uyandıramaz - 15 Haziran 2015
- Bir Penguenin Piknik Sepeti - 15 Haziran 2014
Ben de yorum yapmak isterim ama dilim dönmez. Döndüğünce söyleyecek olursam, öyle sakin bir öyküydü ki sanki kulağıma fısıldanıyormuş gibi okudum. Öyle de güzeldi ki bittiğinde damağımda hoş bir tat, yüzümde de bir gülümseme bıraktı.
Ayrıca “kimisi beni omuzlarına aldı kimisi tersledi. Ancak hepsi en azından bir kez olsun dinledi.” diyerek Rıhtım’ı tam anlamıyla özetlemişsin. Ellerine sağlık, hep yaz sen 🙂
“Kuleleri, deniz fenerleri, iskeleleri, limanları ve hanları olan bir cennetteydim.” Altıkırkbeş yayınlarının toplantı notlarını getirdi aklıma… Ellerine sağlık.
Selamlar Özgür,
Öykün hakkında olumlu pek çok şey var; lâkin ben işin daha teknik kısmındayım. “Büyük ayaklı küçük insanlar” cümlesine kadarki bölümü nasıl desem… Çok ‘kesik kesik’ buldum. Belki virgüllerden, belki cümlelerin gelişlerinden… Kendimi sürekli bi’ duraklama telaşı içerisinde hissettim. Buna biraz daha dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.
O cümleden sonra her şey normale dönüyor neyse ki. Sonrası bildiğimiz sen. Rıhtım’ı, bizleri başarılı bir şekilde işlemişsin.
Kalemine sağlık, birkaç pürüz dışında başarılıydı gayet. Yine istiyoruz! 🙂
Okuyup, hayran kalıp, bir şeyler söylemek isteyip de bunu yapmamak; yapacak yorum bulamamak eylemini daha önce hiç bu denli keskin bir biçimde deneyimlememiştim. Ama diyebileceğim bir şey var ki, kendimi bir rüya görüyormuş gibi hissettim.
Eline sağlık.
Kısa ama öz bir yazıydı. Şiirsel bir anlatımı olan, okuyucuyu yormayan bir biçimde ilerleyen diliyle bir çırpıda bitirilen bir öykü olmuş.
Türlü göndermelerle bir hayli renklenmiş anlatım, Rıhtım’ı direk anlatmak yerine imalarla tasvir eden bir öyküde can bulmuş.
Göndermeleri güzel, kurgusu güzel, her şeyi güzel bir hikaye olmuş.
Güldüğüm kısımları da atlamamak lazım: “Hatta her zaman nasıl acıktığından bahsedenler bile var.”
Bana da ellerine sağlık demekten başka bir şey kalmıyor.
Tamamen başka bir boyuttan bakmışsınız Kayıp Rıhtım’a. Hepimizin gördüğü ama belki de bu denli üzerinde durmadığı birçok konuyu tamamen farklı bir açıyla sunmuşsunuz önümüze. Gerek dili ile olsun gerekse de kurgusu ile bir bütündü.
Ellerinize sağlık.
Bir gerçeklikten diğerine geçiş olarak gördüm yazını. Ana karakterin saf ve yalın anlatımı duygularının garipliği beni etkiledi. Sonrasında bulduğu ortamı yani kayıprıhtımı ise çok vurucu bir yerinden yakaladığını düşünüyorum. diğer yazıların aksine rıhtımı şekillendirip üç boyut vermek ve tasvir etmek yerine soyut anlatmışsın ve bunu da oldukça güzel yapmışsın. En çok beğendiğim ise hikayenin bitimi olan son paragraf oldu. Ellerine sağlık.
Teşekkürler hepinize. Kayıp Rıhtım’a bir övgü düzmek istedim *-*
DarLy bunu fark etmen ilginç çünkü başlangıçta cut-up (kesik kesik serbest çağrışımlarla kurulan bir çeşit yazım biçimi) uygulamaya çalışmıştım. Başarılı olmayınca düzeltmiştim, o yüzden öyle geliyor.
Dinlenmemenin sızısını o kadar güzel anlatmışsınız ki, öykünüzü yazıcıdan çıkartıp dinlenmediğimde beni dinlemeyenlere uzatmayı düşündüm bir an. Sonra düşündüm de, dinlemeyen birisinin okuyacağını nereden çıkardım ki…
Tutuk başlayan ama sonradan açılan gayet hoş bir öyküydü. Göndermeleri güzel, rıhtım betimlemesi ise harika olmuş doğrusu. Son satır ise beni kahkahalara boğdu 🙂
Kalemine ve hayal gücüne sağlık…