Benzersiz çığlıklarla, yolculuklarında verdikleri kısa molalarında kondukları yerde karınlarını doyurmazlarsa, tiz seslerine hırçın kanat çırpışları da karışır. Evinizin önünde, çatınızın üstünde veya bahçenizdeki ağacın dallarında duymak istemeyeceğiniz türden seslerdir bunlar. Göç mevsiminde kuşların bir parça yemek için münakaşa ettikleri sık görülür.
Adanın sessizliği kuşların çığlıkları ile yırtılıyor. Kuşlar. Bir şeyi paylaşamıyor olmalılar.
Belki paylaşamadıkları yemek, arabanın üstünde uyurken kalbi duran bir kedinin cesedidir. Ya da uçuş tecrübesi olmayan bir serçenin elim kaza sonucu arabanın üstüne düşmesiyle oluşan olay yeri. Geniş kanatlı beyaz kuşları buraya toplayıp bağırtmak için yeterli sebepler. Seslere uyanıp yatağımın yanında yere dökülen perdeyi aralıyorum. Odamda da sabah oluyor. Eve girmek ister gibi cama yapışan ağaç dalları bana olanları göstermiyor. Balkona koşmalı.
Sokağın başındaki evin küçük, gri boyalı balkonundan her şeyi görmeyi umuyorum.
Arabanın üstü sahipsiz gözlerle dolu. Bunu ancak, son beş kuş kaldığında aralarında neyi paylaşamadıklarını görünün anlıyorum. Güneş ışıkları sokağı görünür kılınca seferlere başlayan kuşlar için güne iyi bir başlangıç sunan arabanın üstünde taze, kanı henüz kurumamış gözler var. Gagasında biraz sıksa patlayacak hassaslıktaki gözleri narince taşımaya hazırlanan kuşlar bir bir uçuyor. En sona beş kuş, bir göz kalınca kıyamet kopuyor. Arabanın üstü kırmızı daireler şeklinde izlerle dolu. Yokuşun sonunda uzanan deniz içinden birini atmak için öğürüyor. Üzerindeki tekneler sert darbelerle sarsılan kapılar gibi yerlerinde titreyip duruluyorlar. Arabanın üstündeki kuşlar, gagalarında taşıdıkları, yerlerinden yeni çıktıkları -ya da çıkarıldıkları- belli olan kanlı gözler ile denize doğru uçuyorlar.
Hiçbir şey sıradan değil.
Sokağı kolaçan ediyorum. Birkaç bina ötede vücudunun yarısını sarkıtıp denize bakan kadın yüzünü bu tarafa dönüyor. Gördüğü bir şeyden korkmuş, hatta donakalmış yüzüyle. Önce benim yaptığım gibi bir şeyin üzerine üşüşen kuşların gürültüsüne kulak veriyor. Sonra onları izlemeye başlıyor. Yolun kenarında toplanmış birkaç kişiyi. Balkondan sarkan kadını göstererek, “Adanın tek sahibi,” diyorlar. “Sahipsiz Gözler Adası’nın.” Söylediklerinin gerçek olmadığını biliyordum. Ben vardım. Kadınsa inanıyor. Dehşete kapıldığını belli eden çırpınışlar içinde kendine vuruyor. Dizlerine, başına, sonra uyanmayı umarak yüzüne. Yalnız kaldığı için mi, yoksa adadaki dostlarına, yakınlarına ne olduğunu bilmediği için mi, anlaşılmıyor. Yoldakiler ilerlerken o içeri giriyor. Yolun karşısındaki, evime daha yakın evlerden birinin camında, perdeyi belli belirsiz aralayarak tedirginlikle onları izleyen, on üç, on dört yaşlarındaki kızı görüyorlar. Biri fotoğraf makinesini ona doğrultup birkaç kare alıyor. Kız hemen perdeyi örtünce telaşa kapılıp yüksek sesle onu kendilerine çekmek ister gibi, “A-a! İşte, bu adada yaşayan tek çocuk, hatta tek canlı,” diyorlar. Müjde verir gibi ses tonuyla, “Senin devamın denizde, sensiz,” diye bağırıyorlar. “İkiniz de yarımsınız.” Hızla nefes alıp verir gibi, çarçabuk yalan söylüyorlar. Kız ne yalnız ne de yarım. Ben, vardım. O ise, onlara inanıp tekrar cama çıkıyor. Diğer evlerin camlarına, balkonlarına bakıyor. Ona seslenmek istiyorum. Ağzımı açamadığımı fark ediyorum. Bu sırada az önceki kadının saçlarını çekiştirerek aşağı doğru koştuğunu görüyorum. Küçük kız onu görmüyor, beni de görmüyor. Bir anda nasıl ve neden yalnız kaldığını düşünüyor.
İki evden önce kaç kişiyi böyle kandırdıklarını merak ediyorum. Biraz sonra küçük kız, sırtında tıka basa doldurulmuş, tavşan suratı şeklinde, pembe ve tüylü bir çantayla kadını takip eder gibi koşup gidiyor. Birkaç evi daha aynı şekilde, insanları aynı yoldan aşağı doğru koşup kaçırarak geçtikten sonra bana ulaşıyorlar.
Balkon tentesine bir gölge düşüyor. Hafif bir şeyi kaldıran çarşaf gibi, küçük bir tümsekle üzerindeki kuşu taşıyan tenteye bir damla damladığını görüyorum. Açık renkli kumaşın ipliklerinde yayılan damlanın kırmızısı, ardından yükselen güneşle birlikte parlıyor. Sonra, tentenin üzerinde tüm ağırlığını vererek havalanan kuşu görüyorum. Turuncu gagası kana bulanmış. Aralık ağzında hâlâ gözü taşıyor. Yerimden kalkıp balkon demirlerine tırmanıyorum. Neredeyse yakalamak için dışarı uçacağım. Kuş bir şey göstermek ister gibi denize doğru seğirtirken bana bakıyor. Kendi etrafında bir kez döndükten sonra balkona doğru çivileme inip tekrar yükselirken yeniden denize dönüyor.
Ufka doğru kanat çırparken, şiddetle dalgalanan suyun yüzeyinde bir karaltı beliriyor. Bir yunus gibi sıçrayıp yeniden iniyor. Kuş uygun açıyı yakalamak için suyun üzerindeki şeyin tepesinde dönüyor. Dikkatimi denizdeki olaya vermeye çalışırken, “Sahipsiz Gözler Adası’nın tek sakini, işte,” diye birbirlerine beni işaret ettiklerini duyuyorum. Sıra bana geliyor. Nihayet. Yaklaştıklarını nasıl fark etmiyorum? Evlerinden çıkıp denize doğru koşanlar yolun sonunda kaybolduklarında ancak onlara dönüyorum. Yeniden denize bakmaya çalışırken kuşun gagasından düşen gözün, denizdeki canlının sonuna kadar açtığı ağzına isabet ettiğini görüyorum. Adanın tek sakini olmadığımı biliyorum. Beni buna inandıramazlar. Gözü kimin yediğini öğrenmek istiyorum.
Kuşlar hâlâ gagalarını birbirine çarparak arabanın üzerindeki son gözü arıyorlar. Bir tanesi tam yakalamışken, heyecandan fazla sıkmış olacak ki gözü patlatıyor. Diğer kuşlar kendi dillerinde birkaç sövgü ifadesi savurup uçuyorlar. Arabanın üstü nihayet boş kalıyor. Patlayan gözden sıçrayan kanlar yoldaki meraklı bakışlı insanlara sıçrıyor. Askısız elbisesi sebebiyle açıkta kalan omzuna birkaç damla kan ve göz parçası yapışan kadın parmağıyla üzerindekileri sıyırıp ağzına götürüyor. Yalayıp iyice emdiği parmağı şimdi tertemiz. Lezzeti anlatabilmek için gözlerini kapatıp derinden gelen bir “mmm…” sesini yanındakilere duyuruyor. İştah açıcı tadımlık yemeği, etrafındakileri harekete geçiriyor. Beyaz arabanın üstüne parmaklarını sürüp sonra onları yalayan meraklı topluluğun dikkatini kaybettiğim için seviniyorum.
Yüksek giriş evimin dehşete tanıklık eden balkonundan aşağı atlıyorum. Dizlerim ve ellerim üzerinde, yüksek sayılabilecek bir pat sesiyle kendimi yerde buluyorum. Neyse ki böyle bir sabah için olabildiğince sıradan bir hareket sayılıyor. Bahçe kapısından sessizce geçip önümdeki arabanın arkasında görünmeyecek kadar eğilerek denize doğru koşmaya başlıyorum. Pijamalarım mavi. Terliklerim beyaz. Ben sapsarı kesildiğimden eminim. Nereye gideceğimi bulmak için ihtiyacım olan izler, ayaklarıma yapışıyor. Gözler. Denize inen yokuşlu yolun üzeri saçılmış, ezilmiş, artık göremeyen gözlerle dolu.
İnsanların gözün lezzetini tartıştığı konuşmanın sesi azalarak kaybolduğunda güneş tepeye yaklaşıyor. Yolun sonuna varıyorum. Arkamda kalan yokuşa dönüp baktığımda, yalnızca ucu görünen balkonuma bakıyorum. Son kez gördüğüme dair hissi içimden atmak isteyerek devam ediyorum. Deniz, üzerine gri yıldızlar dökülmüş gibi parlıyor. Az önceki karaltının şakacı bir yanılgı olduğuna inanmaya başlıyorum. Denizin yüzeyinde de gökyüzünde de hiçbir hareketlilik yok.
Kaygan ayak tabanlarım deniz kenarında amatör patenciler gibi kayıyor. Arkama tekrar bakıyorum. Gelen yok. Yol yok. Yokuş, gözler, balkonumun görebildiğim kadarı… Hiçbir şey. Denizden yükselen dev dalgaların sesleriyle tekrar önüme döndüğümde tavşan suratlı pembe tüy yığını dikkatimi çekiyor. Karayla denizi ayıran ince noktada, bir yarısı o tarafta, diğer yarısı beni çağırıyor. Eğilip tavşanın kulaklarından birini tutuyorum. Çekmeye çalışınca ağırlığını hissediyorum. Gücümü zorlamam gerekiyor. Tavşan suratının tamamı havada. Bununla bitmiyor. Onunla aynı renk, pullu bir deri suyun yüzeyinde parlamaya, kendime doğru çektikçe çırpınmaya başlıyor.
Arkamdaki boşluktan ayak sesleri geliyor. “Adanın tek sahibi,” diyorlar, “denizin tek sahibini karaya çekiyor,”. Kaybolan yoldan bana nasıl ulaşıyorlar? Küçük kızı, o kadını ve diğerlerini merak ediyorum. Pembe tavşanın fermuarı açılıyor. İçinden gözler çıkacağından eminim. Oyulmuş, parça parça gözler görmeyi bekliyorum. Ne olacağını beklerken yukarıda kuşlar öfke dolu seslerini yeniden yükseltmeye başlıyor. Bazıları suya çok yakın uçarak uygun an kolluyor. Onları izlerken elimde ağzı sonuna kadar açık tavşan suratı var. Bir şeyler düşüyor. Suda halkalar yayılmaya başladığında hedefine isabet etmeyen atışlar başlıyor.
Tavşan çantanın suyun içine doğru devam eden parlak derili vücudu çırpındıkça su sıçratıyor. Büyülü paletlerine takılan gözlerimi havadaki felakete çeviremiyorum. Onlara palet dememin yanlış olduğunu bilsem de, karşımda gördüğüm mucizevî parlaklıktaki bedeni nasıl tasvir edeceğimi şaşırıyorum. Arkamdakiler birkaç adım yakınımda duruyorlar. Kuşlardan birine, “Eksikleri tamamla,” komutu veriliyor. Dolu gagalı kuşlar, açık tavşanın ağzına gözleri bırakıyorlar. İsabet edip çantanın içinden parlak derili vücuda inen gözler, suyu zor seçilecek ölçüde bir yükselmeye sebep oluyor. Gözler yutuldukça tavşanın yüzü biraz daha suya batıyor. Ucundaki kuyruk, uzuyor ve kıvrılıyor. Kuyruğunun ucunu cilveli şekilde suya vurdukça mest olmuş şekilde onu izliyorum.
Kimi anlar, bir şeylerin sonuna geldiğinizi anlamanız için özenle tertip edilmiş gibidir. Bakışlarımı ayırmadan tavşan başlı mükemmel, parlak kuyruğu izlerken bir kuşun suyun yüzünü sıyırıp yükselerek başımın üzerinden geçişi beni ayıltıyor. Biraz ötemde küçük kızla kadının, sokağımızdaki diğer insanların, bugüne kadar görmediğim diğer ada yerlilerin yarısına kadar suya batmış şekilde olanları seyrettiğini fark ediyorum. Ne zamandan beri aynı yerde, aynı yere baktığımızı düşünüyorum. Arkamdaki, artık tanıdık sayılacak seslerden biri, “Şimdi de diğer sokağı doldur,” diyor. Her şey yeniden başlıyor. Bizim içinse bitiyor. Kana bulanmış gagalarıyla kuşlardan birinin yaşlı kadının yüzüne nasıl dadandığını, ayrıldığında pençelerinde iki gözle havalandığını görüyorum.
Son gördüğüm bu oluyor.
Adının şimdilerde Sahipsiz Gözler Adası olarak bilinen adamızın gözle beslenen deniz kızının ve ona göz avlayan birkaç insanın öyküsünü soranların, dinlemek isteyenlerin, çocuğunu bu hikâyeyle büyütecek olanların ısrarları olmasa, o günleri hatırlamak istemezdim.
Henüz yerinde olan gözleriniz için şükredin.
- Boşluktur, Yutar, Fıtratında Var - 1 Mayıs 2021
- Öl, Sinek, Tavanım Yalnız Kalsın - 1 Ekim 2020
- Kuşku Dans Ediyor, Hiçbir Şey Gibi - 1 Ağustos 2020
- Ay Büyük ve Turuncuyken - 1 Temmuz 2020
- Gitmesin, Gittiği Yerde Gülmesin Büyüsü - 1 Mayıs 2020
Merhaba, öykünüzü okudum. Ä°lginç bir öykü olmuÅ. Genel olarak beÄensem de belli noktalarda ufak tefek sıkıntılar olduÄunu düÅünüyorum.
Ä°lk cümle için fazlasıyla karmaÅık bir cümle tercih etmiÅsiniz. ‘‘Benzersiz çıÄlıklarla’’ ifadesine hiç yer vermediÄinizde dahi cümlenin anlamı deÄiÅmiyor. Hatta o ifade, ortalıÄı karıÅtırıyor. Belki bu cümle üzerinden bir kez daha düÅünmelisiniz.
Bu cümlenin geçtiÄi paragrafın baÅında kuÅların paylaÅamadıkları yemekten bahsediyorsunuz. Ardından cümleyi olay yeri olarak bitirdiÄiniz için örnek vermek istediÄiniz halde bunu baÅaramamıŠoluyorsunuz. ‘‘Olay yeri’’ yerine daha iyi bir kelime tercihi olabilir. Neticede kuÅların paylaÅamadıkları yemek, arabanın üzerine düÅen kuÅun cesedi. Ceset kelimesi kullanmak istemediÄiniz için farklı bir tercihte bulunmuÅsunuz ama karÅılamamıÅ.
Anlatıcı, aynı zamanda baÅ karakter olduÄunda karÅılaÅılabilecek sıkıntılardan bir tanesini burada görüyoruz. Paragraf boyunca o sorunun kenarında dolaÅırken son cümlede tam üstüne basmıÅsınız. Bir yazar olarak öyküdeki karakterlerin ne düÅündüÄünü siz bilebilirsiniz. Ancak bütün metni, aslında karakterin aÄzından yazdıÄınızı unutmamalısınız. Karakteriniz, diÄer bir karakterin ne düÅündüÄünü nasıl anlayabiliyor? Bunu, diÄer karakterden duyamayacaÄı anlatımınızdan anlaÅıldıÄı için anlatıcı karakteriniz bir anda her Åeyi bilen yazar imgesiyle karıÅıyor.
Bir diÄer nokta da karakterin balkonundan çok fazla olaya tanık olabilmesi. Sokak ve deniz arasındaki mesafeyi biz bilmiyoruz, ancak metinden anladıÄımız kadarıyla bu mesafe fazla deÄil. Çünkü karakterimiz, denizin üzerindeki olaya dair detayları ayırt edebilecek kadar olayları görüyor. Burada da yazar ile karakter arasındaki ayrımın ortadan kalktıÄını düÅünüyorum. AÅaÄıdaki iki ifade, demek istediÄimi biraz daha aydınlatabilir:
Karakterimiz kuÅların sövgü ifadesi savurduklarını nasıl biliyor? Yine karakterimiz, parmaÄını yalayıp derinden bir ses çıkaran diÄer karakteri nasıl duyuyor?
Buradan itibaren öykünün ilerleyiÅini çok beÄendim. BaÅta karakterin bir anda kendisini dıÅarıya atmasını yadırgadım. Her Åeyin farkında olan bir karakterin böylesi bir tehlikeye girmeyeceÄini düÅündüm. Ancak devam ettikçe öyküde, av olanların aslında kandırıldıklarını anımsadım ve karakterin merakına yenik düÅmesini kabullendim.
Temaya yaklaÅımınız çok tuhaftı, öykünüz de kendisini sonuna kadar okuttu. Yalnızca bazı yerlerde ufak yazım hataları var ve bunun ötesinde bir yazar/karakter sorunu var. Bunlar dıÅında tansiyonu yüksek tutmayı ve bunu okura yansıtmayı baÅarmıÅsınız. Tebrik ederim.
Merhaba,
Ayrıntılı ve geliştirici yorumunuz için teşekkür ederim. Anlatıcı karmaşasını fark ettiğim bir öyküydü. Aslında kendi çapımda bir şey denediğim ama yazdıklarınızdan anlaşılacağı üzere becerememiş olduğum bir durum söz konusu. Pişman değilim.
Teşekkür ederim.
Selam,
Bazen anlamak kadar hissetmek de bir yazılı anlatıyı ilgi çekici kılabiliyor.
Siz yazarken elbette metaforlar kullanıyorsunuz bir şeyi sembolizm ile kapalı olarak anlatıyorsunuz. Şiire en yakın düz yazı türü olan öykünün bunu yapmak için sunduğu iyi ve yeterli bir ortam var.
Buradan hareketle, bu öykünün bende uyandırdığı abstrakt, tekinsiz sonunda da kabullenilmiş bir felaket duygusu var ve başarıyla kotarılmış.
Tek tek cümle, paragraf ya da görünen olay örgüsü ile o yüzden fazla ilgilenmiyorum. Bir şeyi ne kadar iyi anlatmış o kişiye göre değişir, ne hissettirdiği de öyle ve ben bu kategorideyim.
Elinize sağlık.
Merhaba,
Benim için de yazarken ve okurken başarılı bir kurgu ve akıcı anlatımın yanı sıra yazının hissettirdikleri önemli oluyor. Yazarken özellikle hissettirmek istediğim bir duyguya odaklanmıyorum elbette. Yine de felaket duygusu benim de aklıma gelen şeydi.
Mutlu oldum, teşekkür ederim. Görüşmek üzere!
Merhabalar Elif,
Kurgularını okurken birçok fikirle boğuşurum genelde. Ne anlatmak istediğine takıldığım ve bunun peşi sıra okurken dalıp gittiğim ya da tamam hissettiklerimin ışığında okurken kaybolduğum birçok öykün oldu. Bu sefer nedense bir tık farklı bir okuma süreci yaşadım. Aldım verdim atışması gibi birkaç adım karşılıklı gelmişiz gibi bir hal. Asıl sebep daha açıklayıcı bir dil kullanman olabilir diye düşünüyorum. Ki dürüst olacağım dilindeki gizemi okumaktan keyif almama rağmen bunu da hayli sevdim.
Kuşların çığlıklarından pek de hazzetmeyen biri olarak öykü benim için yeterli tekinsizlik seviyesindeydi bunu bilmeni isterim. Bunun dışında ada sakinlerinin yalnızlaşmasını, yarım kalış halini, gözlerin kanatlar eşliğinde taşınırken en geniş perspektife ulaşmalarına rağmen artık işlevsiz kalışını, karanın/denizin sahiplenişini ve en çok da aynı yerde aynı yere bakışlarımızı senin kaleminle okumak güzeldi. Sahipsiz ve yalnız olmadığımız biline diyesim geldi nedense.
İlhamla kal ve denemelerden vazgeçme!