Öykü

Senfoni

“Mucize.”

“Sesini duyamadım. Ne dedin acaba?”

“Mucize gibi doğuyor.” diye yineledi Varoluş’un Yazıcısı. “Evet.” diye karşılık verdim sesine, ne de olsa sonunda onun dediği olacaktı.

“Bak nasıl uğulduyor şimdi.”

Gerçekten de derinlerde gürlemeye başlayan mekanik sesler yükseliyordu. Peşi sıra kattığı rüzgâr, karanlık yüzleriyle insanların üzerine parıldayan neon ışıkları eğip büküyordu.

“Metal bir canavar.”

“Haklısın.” dedim ona katılarak.

“Burayı bir nehir olarak düşünmelidir insanoğlu. Baksana şerit şerit akıyor yollar ve tüm yollar su gibi, varacağı yeri ezbere biliyor. Burası nehir altı bir krallık olmalı. Kabuk bağlamış mercanlar ve küçücük deniz atları… İzle bak, görebilirsin.”

Kafamı sallarken esniyordum. Buna alınmış olmalı ki Varoluş’un usta yazıcısı bana dönüp tam da gözlerimin nemlendiği nehirlerime daldı: “O bunu önemser. Bunu yazar.”

Beni çektiği en korkunç nokta, o kızın hayalini ağzına alıp alay etmesiydi. Kız da farkında olmadan Varoluş ile alay ediyordu. Her ne olduysa, birbirlerine düşman kesildiler.

“Bir gök gibi çökecektir üstüne. Elektron yüklü bulutlar birbirine sürtünecektir, her ışıltıda saymaya başlayacaksın, ‘Bir… İki… Üç…’ sonra onu 343 ile çarpacaksın ki, asıl nerede yanıyor Varoluş’un alaycısı, farkına varabilirsin. O bir yalancı, o alaycı, o korkunç bir kadın.”

Metro, genizden bir ıslık çalarak ayak dibimizde durdu, benden önce itekleyerek geçti içeri yazıcı, ben de ardından usulca adım attım, insanlardan özür dileyerek onun adına. Maruz görsünlerdi işte.

Ona en son ne kadar renkli bir zihne sahip olduğu söylemiştim, o da ne denli kırmızı ve siyah gördüğünü söylemişti. Aklımda canlanan tablo, siyah zemine bırakılmış bir küptü. Küpün kenarları kan kırmızı kesiklerle kaplıydı, fırça darbeleri sert, ürkütücüydü. Boya yoğun ve katman katmandı, her darbenin izi ayrı ayrı okunuyordu. Çizerken ağlamış olmalıydı. Yazıcı ondan korkuyordu. Kalın, hâlâ kanayan küpü düşünüyordu, daha çok korkuyordu.

Oturduğum yerden karşıdaki camın üzerine serili yansımama baktım. Gördüğüm yüz onun yüzüydü. Geniş bir alın, uzun kahve saçlarla çevrili elmacık kemiklerinin küçük gölgeleri, siyah gözleri, öne çıkık çenesi, her şeyi benim suretimdeydi. En çok dudaklarını seviyordum, en çok o güzel dudakları kırmızıya boyandığında beğeniyordum. O zamanlar kendi dudaklarımı ısırıyor ve sızan kanımla kendimi boyuyordum.

“Daha derine bakmasın.”

Yazıcı ayakta kalmış, öne eğilerek konuşuyordu. “Bak ona.” dedi, kocaman sırt çantasında taşıdığı kocaman deri defterini çıkarttığında. Aslında bir defterden çok kitaba benziyordu. Yazıcı bu deftere asla yazmıyor, yalnızca onu okuyordu.

“Yansımadan görüyorum.” dedi, onunla açıldı ağzım, “Yansımadan görüyorum .” dedim ben de. Birlikte okuyoruz artık:

“Omuzlarının üzerinden fışkıran gece karası kanatları açılıyor, açılıyor… Yedi kişilik koltukları sağdan sola kaplıyor güzel, narin kanatları. İki kemikli, uzun el, boynuna dolanıyor ensesinden. Ağzı aralanıyor, görüyorum onu. Küpün içindeki şeytan, damarları parçalayarak çıkıyor, kadının uzun saçlarına düşüyor yüzü, işte orada. Onun arkasında.”

Yazıcı duruyor: “Seni önemsemediğini düşünüyor, ne kadar komik…”

“Biliyorum.” diyorum. Ona hak vermeliyim, biliyorum.

“Şu an burada yanında olsa ne derdi?”

Düşündüm, kadının çizdiği tabloları, bazı bazı çatallaşan sesini, kıvrık dudaklarını.

“Nasıl elma kokuyor burası, değil mi?”

Gerçekçi düşünecekti, gerçekti ve temiz. Onun aklı böyle çalışır. Önce görecektir ve önce bilecektir, sonra kurgulayacak, sonra haritalardan canavarları bir bir çıkaracaktır. Korkunç, kan donduran hikâyelere kurban verecektir güzel düşüncelerini.

“Bu bir kuyu, Yazıcı. O derin bir kuyu. Biz düşüyoruz.”

Saat gece yarısını geçiyordu. Varoluş’un Yazıcısı bana parça parça siliniyordu yansımalarından metronun. Geriye yalnızca neşeli kahkahası kalmıştı: “Sonun olacak.”