Öykü

Süpermem

Evvel zamanda ahir zamanda…

Na nine, mamut kürkünün altına toplamıştı çocuklarını. Geçen kışlardan bir av yadigarıydı bu kürk. “Geçmiş kış.” Şimdi kulağa nasıl da tatlı geliyordu. Geçebilen bir kışı hatırlamak ve ne kadar uzasa da bu kışın da geçebileceğine inanmak güzeldi. Mağaranın içi, duvar oyuklarında ve önlerindeki büyük çukur fırında yanan ateşlerle sıcak ve alacakaranlıktı. Yukarılarda kış, kükrüyor, öfkeyle mağaranın kalın duvarlarını tırmalıyor, dişlerini gıcırdatarak homurdanıp ıslık çalıyordu. Oyuklarda alevler oynadıkça duvarlarda geçmiş mevsimlerin av maceraları canlanıyordu.

Na nine, çocukların ve kadınların kaygılarını gözlerinden okuyordu: Avcılar gideli çok oldu… Ya yine elleri boş dönerlerse… Elimizdeki yiyecek bizi daha ne kadar doyurur… Kış da bitmek bilmedi bir türlü…

Na nine kabilenin belleğiydi. Avcıların hatıraları onda birikmişti. Yumuşak ninniler, bahar neşesinden fışkıran gülünç anlar, coşkulu ateş başı şarkıları… Ama şimdi her şey belirsizdi. Ne söyleyebilir ne anlatabilirdi ki onlara. Uzun ömründe belleğine topladıkları, geçmiş mevsimlerin, tecrübelerin mahsulleriydi. Ama böylesini ne yaşamış ne de duymuştu. Bitmeyen kış için bir şarkısı yoktu. Kimseden de böyle bir şarkı duymamıştı. O zaman…

Kürküne sokulan torunlarını, çaresiz bakışları mağaranın alacakaranlığında yanıp sönen kadınları yatıştırmak, teselli etmek, onlara cesaret vermek için başka bir şey yapmalıydı. Na nine bir mucizeydi onlar için, hayatta kalabilme mucizesi. Bunca yıl yaşayabildiğine göre hepsinin ondan öğrenebilecekleri hayati bilgilere sahipti. Uzun yıllar boyu hayatta kalmanın sırrını, yüzünün sayısız karmakarışık çizgilerinde, gövdesinden tüten kokularda, av bereketli geçsin diye yapılan danslarda doğaçladığı figürlerde arıyorlardı. Her sözü değerliydi; şarkılarını, figürlerini, anılarını dikkatle dinleyip kaydediyor; kendi belleklerine katıyorlardı. Şimdi hepsinin kendisinden yeni bir şarkı beklediğini biliyordu ya da hiç anlatmadığı, zor günler için sakladığı bir anı… Ama bunların hiçbiri işe yaramazdı; elindeki malzemeleri kullanarak bambaşka bir şey icat etmeliydi. Nine, otların dilini bilirdi. Derin yaraları, ateşli hastalıkları, ağrıları iyileştirmek için hangi otları birbirine karacağını da. Ama şimdi otlar kar altındaydı. Bütün tabiat… Tıpkı otları karıştırdığı gibi belleğinde sakladığı şarkıları, hatıraları, şakaları karıştırarak şifalı bir karışım elde edecekti. Belleğinde usul usul karıştırdığı bu yepyeni iksir, dudaklarından çocukların ve kadınların kulaklarına yavaş yavaş akmaya, dökülmeye başladı.

Na Nine önce bir çocuk çizmeye başladı dinleyenlerin hayaline. Kısa boylu, afacan, kurnaz bir çocuk. Kimsenin ondan bir beklentisi yoktu; iyi bir avcı mı olacaktı yoksa ateş başı şarkıcısı mı ya da dansçı belki duvar ressamı. Boyu kısa olduğu için kimsenin giremediği deliklere giriyor mağaranın karanlık dehlizlerinde istediği gibi dolaşabiliyordu. Ama onun bu hünerini kabilenin diğer üyeleri pek de takdir etmiyorlardı. Gülerek ‘mağara köstebeği’ diyorlardı ona. Bu çocuğu, erkek ve kadın avcılardan dinlediği av sahnelerinden çıkarmıştı; duvarlarda canlandıkça belleğinde tazelenen çeviklik, kurnazlık gibi becerilerle donatmıştı onu.

Sonra bir canavardan bahsetmeye başladı: Amansız, acımasız bir dehşet. Soğuk buz sarkıtlarından dişleri var. Nefesi dondurucu kış soğuğu. Kasırga gibi hızlı. Canavarı çizerken yine avcıların aktardığı anılarda yaşayan yırtıcı hayvanları ve isimleri fısıltıyla söylenen öcüleri kullandı.

Dinleyenler, canavarın nefesiyle donakalmışlardı. Na nine n’apıyordu böyle? Hepsi gözleri açık düş görüyordu. Küçük kurnaz, akla gelmedik bir hileyle tuzağına çektiği canavarı, mağaranın dehlizlerinde peşinden koşturuyor; sonunda onu ortadan kaldırarak bütün kabileyi kurtarıyordu. Çocuğun kurduğu tuzağa düşen canavar, çukur fırında tıslayıp buharlaşırken herkes derin bir nefes aldı. Çocukların ve kadınların gözleri yeniden ışıldadı. Na ninenin iksiri etkisini göstermişti.

İşte ilk masal böyle doğdu.

Na nine, bitmeyen kışı atlatamadı. Ama kendi yıllanmış yaşam özünden kattığı o ilk masal unutulmadı; dinleyenler damarlarına yaşama arzusu, cesaret ve ümit aşılayan bu masalı kendi çocuklarına anlattılar, onlar da kendi torunlarına…

Dünya döndükçe ilk masal da dünyayı dolaştı. İnsanoğlu toprağı ekti, kocaman şehirler kurdu, savaştı, âşık oldu, kurduğu şehirleri yıktı yenilerini yaptı… Taş balta, karasaban ve makinenin saltanatında canavarların sadece sureti değişti. Cesaret ve ümide duyulan ihtiyaç hiç değişmedi. Bu yüzden ilk masal anlatıldıkça kopyalanıp çoğaldı; başka dillere sıçradı, bambaşka efsaneler, şarkılar, hikâyelerle karışıp yeni masallar doğurdu. Yazıldı, unutuldu sonra yine hatırlandı.

Ve o gün geldi.

O güne dek yapılmış kıyamet tasvirleri gerçeğinin yanında sinek vızıltısı kalırdı. Saniyeler içinde insanlığın medeniyet namına kurduğu her şey tuzla buz oldu. Şehirler hallaç pamuğu gibi savruldu, irili ufaklı bütün yapılar: Binalar, anıtlar, caddeler azgın bir tipinin önündeki iskambil kâğıtları gibi yıkılıp dağıldılar. Yıkımın kaynağı bilinmiyordu, doğal bir afet olabilir miydi? Mesela sinsi bir göktaşı yağmuru, küresel bir deprem… Yoksa asıl maksatlarını hiçbir zaman bilemeyeceğimiz dünya dışı istilacı varlıklar mı? Belki de sonunda hepimizi yeryüzünden silecek bir zekâ yaratmayı başarmıştık.

Sağ kalanlar yeraltına sığındılar. Kanalizasyonlarda, metruk metro tünellerinde yaşamaya başladılar. Can havliyle kaçarlarken ancak bölük pörçük bilgiler, yalan yanlış haberler ve silik izlenimler alabilmişlerdi yanlarına. Bütün bunlar birleşip yıkımın failine ya da faillerine dair canavar söylentilere dönüştüler:

– Yukarıya çıktığınız anda yutar sizi, etlerinizi sindirip kemiklerinizi tükürür.

– Yakaladıklarını değiştirip robot kölelere dönüştürüyorlarmış, yukarıda ellerinden kaçmak imkansızmış.

– Öldürmüyormuş, zihinleri sanala aktarıp orada cehennem işkenceleri çektiriyormuş.

– Bir halt bildiğiniz yok! Akıllı virüsler bunlar, zihin kontrolüyle nükleer kışı başlattılar, işimiz bitti.

Yeraltı labirentlerinde korkuyla beslenip semiren azman rivayetler dehşeti ve çaresizliği çoğaltıyor; söylentiler çoğalan dehşetle daha da palazlanıyordu. Bu dehşet döngüsüne sıkışıp kalan insanlık yakında bildiği bütün hikâyeleri unutacaktı. Yer üstüne, ışığa, toz olmuş güneşli günlere dair bütün bellek kayıtları silinecek, onların boşluğunu dinleyenlerin aklını donduran söylentiler dolduracaktı. Ardından korku, kelimeleri de tüketecekti. Geriye homurtular ve inlemeler kalacaktı, çığlıklar ve çaresiz suskunluklar. İnsanlar vahşi köstebeklere dönüşeceklerdi.

Ama bir ihtimal daha var.

Çocuk, karanlık bir tünelde üşümüş, korkmuş saklanırken içi geçecek ve bir düş parıltısında annesinden dinlediği eski bir masalı hatırlayacak, o da kendi annesinden dinlemiş. Çocuk, akranları gibi yerüstüne hiç çıkmamış, gün ışığını mazgal deliklerinin sızdırdığı kadar görmüş. -Yenilmesi imkânsız bir canavar ve onu alt eden çocukla ilgili masal, bin yılların labirentlerinden onun belleğine yol bulmuş.- Belleğinin kuytusundan yükselen masal, damarlarına sıcak gün ışığı gibi yayılacak; çocuk masalın verdiği lezzetli doygunluğu sevecek, gülümseyecek ve unutulmaya yüz tutmuş bir kelimeyi, bu kelimenin karşıladığı eylemi hatırlayacak: Paylaşmalıyım, bu masalı paylaşmalıyım. Sığınağa ulaştığında arkadaşlarına anlatacak, anlatı umulmadık bir hızla yayılacak; insanlar bu masala tutunacaklar. Onlar inandıkça masal güçlenecek, azman rivayetler ufalıp karanlık köşelere saklanacak. Kelimeler yavaş yavaş geri dönecek ve kelimelerle birlikte ümit ve cesaret. Ateşin başında toplanıp masalı çoğaltan insanlar çoğalacak; hep birlikte hayal kurmaya, tasarlamaya, düşünmeye başlayacaklar. Ateşin başında dinledikleri masalla hayalleri tutuşacak, canavarı aklın ateşten kuyusunda boğacaklar. Yukarıdaki her neyse ona karşı harekete geçecekler.

Ama önce çocuğun masalı anlatması lazım.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for Senaa Senaa says:

    Merhaba @Refik ,

    Fikir ve anlatım diliniz hoşuma gitti. Sadece öykünün adını bağdaştıramadım. Bugün biraz fazla okuma yaptım, acaba ben mi gözden kaçırdım diye düşünmüyor değilim.

    Emeğinize sağlık,

    Sena

  2. Avatar for Refik Refik says:

    Merhaba Sena Hanım

    Kalitesinden emin olmadığım bir kelime oyunu yapmaya çalıştım:

    Mem fikrini ve memetik varsayımları seviyorum. Bir masalın insanlık tarihi boyunca süren memetik macerasını anlatmayı ne zamandır istiyordum. Masalı bir mem olarak okuyan halkbilimci Jack Zipes’i okumak da bana cesaret verdi.

    Süpermem’in Süpermen’i çağrıştırması hoşuma gitmişti; hani birinde fiziki güç ama diğerinde sözün gücü vs.

    Fakat ismi değiştirip ‘Mem’ yapacağım belki altbaşlığı da ‘Masalın Masalı’ olur.

    Okuyup değerlendirdiğiniz için teşekkürler :slight_smile:

  3. Avatar for Refik Refik says:

    Eyvallah Hüseyin hocam

    Sağolasın

    Masal sürüyor :slight_smile:

  4. Avatar for Senaa Senaa says:

    Siz açıklayınca kaliteli bir kelime oyunu oldu. :sweat_smile:

    Teşekkürler aydınlattığınız için. :pray:t2:

    Sevgiler,
    Sena

  5. Avatar for Refik Refik says:

    Eyvallah

    Masallar süperdir zaten değil mi :slight_smile:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

12 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for Senaa Avatar for MuratBarisSari Avatar for Muge_Kocak Avatar for Refik Avatar for Bozguncu Avatar for Huseyin_Bayburtluogl Avatar for nkurucu Avatar for Dipsiz